Yurtsan Atakan

Asıl kadınlar aldatır

19 Ocak 2005
Her erkek aldatırmış. Pöh!<br><br>Bu lafı kadınların ağzından duymak hadi biraz anlaşılabilir. Erkeğini seçememiş, ya da belki bulamamış kadının zavallılığının dışa vurumudur, der geçersin. Bir erkek deyince külahlar değişiyor. Her erkek aldatır buyuran bir erkek ya kadın yalakasıdır, ya ahlak yalaması.

Hamdi Koç isimli bir erkek uzmanı, piyasaya yeni çıkan kitabının Sabah’ta yayınlanan tanıtım söyleşisinde Halime Sürek Kahveci’ye, ‘Kim olursa olsun bir süre sonra karısını aldatır’ demiş. Hızını alamamış eklemiş, ‘Eğer aldatmıyorsan ya cesaret edemiyorsundur ya imkan olmuyordur.’

Aldatmayan erkek yoktur, aldatamayan erkek vardır demeye getirmiş. Bir bildiği vardır herhalde. Deneyime saygı duymak gerekir. Aldatamayan erkek vardır gerçekten. Aldatmayan erkek yoktura gelince, orda beş dakka durmak gerekir. İşin asıl gerçeği tam tersini söylüyor. Aldatmayan kadın yoktur diyecek değilim ama yok denecek kadar azdır.

Çiftleşme ile çift olma farklı şeyler. İnsanlar arasında kurulan çift olma ilişkisini, hayvanlar arasında olan çiftleşme ilişkisinden duygusallık ayırır.

Aldatma denince işin hep cinsellik yönü düşünülür. Duygusallık atlanır nedense. Ama asıl aldatma duygusal olanıdır. Bunu da hep kadınlar yapar.

Erkek cinsel olarak aldatınca, genellikle yine karısına, sevgilisine döner. Üçüncü kişiyle girdiği ilişkide duygusal bir yön yoktur çünkü. Varsa eski ilişkisini bitirir zaten.

Kadın öyle değildir oysa. Bir kadının duygusal bir yakınlaşma duymadığı bir erkekle cinsel ilişkiye girmesi çok nadirdir. Cinsel olarak aldatan bir kadın, mutlaka duygusal olarak da aldatıyordur.

Üstelik kadınlar cinsellik olmadan da aldatırlar. Gittikleri her ortamda beğenilmek isterler. Flört ederler.

Karısını, sevgilisini cinsel olarak aldatan erkeği savunduğum sanılmasın. Eşten saklanan her eylem aldatmadır ve ahlaksızlıktır. Kimse de bu ahlaksızlığı, ‘her erkek aldatır’ diyerek meşrulaştıramaz. Ama demem o ki, duygusal aldatma cinsel aldatmadan daha da beter bir ahlaksızlıktır.

Ve insanları hayvanlardan ayıran duygusal tekeşlilikse, asıl kadınlar aldatır.

Göz bir yerden ısırırsa

Galatasaray’ın 100. yılı için ünlü grafik sanatçısı Bülent Erkmen’e çiziktirdiği logo tartışma yaratmaya devam ediyor. Okurlardan yağan mesajların çok büyük bir kısmı logoyu beğenmediklerini söylüyor. Beğenen az sayıda okurun büyük bölümü de mesajlarının sonunda başka bir takımın taraftarı olduğunu itiraf ediyor. Bu arada camiada logonun sırf Bülent Erkmen’e ayıp olmasın diye kabul edildiği, Başkan Özhan Canaydın’ın da aslında logoyu hiç sevmediği konuşuluyor. Galatasaraylılar arasındaki mesajlaşmada elden ele dolaşan bir logo da var. Logo bir İngiliz kitap yayıncısı olan Lion Publishing’in sitesinden alınma. www.lion-publishing.co.uk/features/Aslan_Trust.htm adresinden ulaşılan logonun Bülent Erkmen’in çizimine benzerliği tartışılıyor. Yorumsuz olarak yayınlıyorum. Bakın, bezeşip benzeşmediklerine siz karar verin.

Basın düşmanı Reha Muhtar

Reha Muhtar, alışveriş merkezi restoranı Papermoon’u övmüş... ‘İsteyen restoranlar önlerinde gazeteci bekletmiyorlar, Papermoon bunlardan biri’ diyerek, Beymen Brasserie’nin patronu Cem Boyner’i gazeteci kışkışlamaya özendiriyor.

Papermoon’un önü halka açık bir cadde. Halka açık alanda isteyen her vatandaş istediği gibi dolaşır, bekler, durur... Buna gazeteciler de dahil. Yine halka açık alanda yiğidin malı meydandadır. Kamuya açık alana adım atıldı mı, kişisel mahremiyet giysinin altında kalır. Eteğin altına kamera uzatmadıkça, kamuya açık alana çıkan herkesin fotoğrafı çekilebilir.

Hal böyleyken, Reha Muhtar’ın restoran önünde gazeteci bekletmemeyi övmesi, anlaşılır gibi değil. Eğer Muhtar haklıysa, Papermoon gerçekten kapısında gazeteci bekletmemeyi başarıyorsa, bunu nasıl başardığını sorgulamak gerekir. Gazetecinin sokakta gezmesi serbest olduğuna göre, Papermoon bu gazetecileri sokaktan kovmayı nasıl beceriyor acaba? Gazetecilerden kibarca rica ediyorlar ve bizim gazeteciler de eyvallah mı diyor?

Görevlerini yapmaya çalışan gazeteciler her gün bu Reha Muhtar zihniyetiyle savaşmak zorunda kalıyor, kimi zaman şiddete de maruz kalıyorlar. Örneğin geçen gün Mehmet Ali Erbil’in poposundan medet uman bir filmin, tek bir filmini bile seyretmeye değer bulmadığım yönetmeni Ferdi Eğilmez, filmin basın gösteriminde fotoğraf çeken gazetecileri bir odaya tıkıp, tehdit etme cürretini gösterdi.

Reha Muhtar zihniyeti gazete köşesinde yer bulabiliyorsa, bu zihniyetin avama yansımasını yadırgamamak gerekir...

Lolita Filiz Akın

Sabah Hürriyet’i açıp Filiz Akın’ın yeni fotoğrafını gördüğümüzde Ertuğrul Özkök ile eşi arasında geçen diyaloğun aynısı geçti eşimle aramızda. Lale, ‘Filiz Akın ne kadar gençleşmiş’ dedi, ‘Eski halinden bile çok daha güzel olmuş.’

‘Evet’ dedim, ‘Liseli bir lolitadan farkı yok...’

Lale, yazsana bunu dedi. Ertesi gün bir baktık, Ertuğrul Özkök hislerimize bire bir tercüman olmuş. Yalnız bizim de değil, muhtemelen o fotoğrafları gören herkesin düşündüklerine...

Dolayısıyla ben bugün Filiz Akın’ın güzelliği ve gençliğine ek olarak bu güzelleşme ve gençleşmenin doğurabileceği bir risk üzerinde de durmak istiyorum.

Malum insan kısmının Y kromozomu eksik hısmının güzellik ve gençleşme uğruna yapmayacağı şey yoktur. Hani keçilerin çikolata kaplı fındık draje formundaki çayır süslemeleri, insanı gençleştiriyor deseler, kadın kısmısı kendini çayırlara vurup, keçi nanesi toplamaya, yemeklerden sonra birer adet keçi hapı yutmaya başlar.

Filiz Akın’ın kemoterapi ve radyoterapi sonrasında yaşadığı güzelleşme ve gençleşmenin de benzer bir etki yaratmasından korkuyorum. Şimdi ister misiniz kadınlar kliniklerin kapısına dayanıp, biz de kemoterapi, radyoterapi olmak istiyoruz diye tutursunlar. Olur mu olur vallahi.

Aman diyorum, kadın ablalarım, siz Filiz Akın’ın güzelliğine, gençliğine özenmeyin. Onunkisi içinden gelen bir güzellik, içinden gelen bir gençlik. Beynindeki düşüncelerin ve ruhundaki duyguların yüzeye yansıması. Radyasyonla, zehirli ilaçlarla ilgisi yok. Güzelleşmek, gençleşmek istiyorsanız beyninizle ve kalbinizle ilgilenin.
Yazının Devamını Oku

GS’nin 100’üncü yıl logosu şaka değil

14 Ocak 2005
Önce adayı sattılar şimdi logoyu... Sırada? başlıklı yazımın ardından Galatasaray Spor Kulübü İletişim Koordinatörü, eski çalışma arkadaşım <B>Sara Koral Aykar </B>aradı. ‘İki konuda hataya düşmüşsün, bilgilendireyim’ dedi.Yazımda Bülent Erkmen’e siparişle yaptırılan ama çıkan sonuca bakınca Erkmen’in başından savdığı hissini doğuran 100’üncü yıl logosunu eleştirmiştim.

İtirazımın temel noktalarından ikisi şöyleydi:

1. Logoda kullanılan renkler Galatasaray’ın resmi sarı-kırmızısı değildi.

2. Logoda Galatasaray’ın klasik amblemine yer verilmemişti...

Aykar’a göre birinci hatam, logoda seçilen turuncumsu, bordomsu renklerin Galatasaray’ın yüz yıl önceki logosunda kullanılan renkler olduğunu bilmememmiş!

İkinci hatam ise bu logonun sadece bir yıl için, 100’üncü yıl temalı ürünlerde kullanılacağını bilmememmiş!

Kimsenin Galatasaray amblemini bir kenara atma niyeti yokmuş.

Galatasaray’ın ambleminin ilk çizimlerinden birini yayınlıyorum. Bana renkleri hiç de 100’üncü yıl logosundakine benzer gelmedi.

Adamı sarakaya alırlar

Diyelim ki yanılıyorum... Galatasaray’ın 100 yıl önceki orijinal renkleri gerçekten de 100’üncü yıl logosuna uygun görülenler gibiydi.

Bu yine de logoda, Galatasaraylıların maçlarda salladıkları, arabalarında dalgalandırdıkları, evlerine astıkları bayraklarında gurur duydukları sarı-kırmızıdan farklı renklerin kullanılmasını haklı kılmaz.

Profesyonel şirketlerde, kurumsal renkler anayasa maddesi gibidir. Bu renkleri farklı tonlarda kullanmaya kalkan reklam ajansını, reklam ajansının grafikerini, reklam ajansına izin veren kurumsal iletişim yöneticisini topa tutarlar. Topa tutmakla kalmaz, arkasından teneke çalarlar. O da yetmez sarakaya alırlar.

Olmaz ya, hadi bir espri uğruna renklerle oynadınız diyelim. Bari orijinal Galatasaray amblemini, logonun içinde bir yerlerde kullansaydınız.

Ya da ne bileyim o sünepe aslan yerine Galatasaray’ın amblemiyle bütünleşen, kükreyen aslan figürünü kullansaydınız. 100’üncü yıl logosu, birazcık hatırlatsaydı Galatasaray’ı...

Okurlarımdan Hande Kanatlı’nın yorumu, 100’üncü yıl logosunun çağrıştırdıklarını çok güzel özetliyor, ‘Logoyu ilk gördüğümde bir kulüp yöneticisinin ilkokula giden çocuğunun resim ödevi zannetmiştim. Ve logoyu bana gönderen arkadaşımın bana şaka yaptığını düşünüyordum. Bugün sizin yazınızı okuyana kadar da şaka olduğunu sanmaya devam ediyordum.’

Yeni logo satmaz

Galatasaraylı okurlardan gelen mesajlar arasında 100’üncü yıl logosunu beğenenine rastlamadım!

Galatasaray yönetimi yeni logonun sadece 100’üncü yıl temalı ürünlerde kullanılacağını söylüyor.

Yani yeni logoyu kullanarak gelir elde etmeyi hedefliyorlar.

Ama görünen o ki, bu logoyu kullanmakta ısrar ederlerse, 100’üncü yıl temalı ürün satmakta çok zorlanacaklar!

Ne o? 100 yıl önceki renkleri kullandınız da, 100 rakamını eski Türkçe yazmaya cesaret mi edemediniz?

Dümbüllü’nün kavuğu Alaattin’in hakkı

Hepsi birbirinden değerli tiyatro sanatçılarımızın kavuk kapma dalaşına baktıkça, hem kendi adıma, hem onlar adına üzülüyorum.

Gözümden kaçmış olabilir, belki başkaları da vardır ama aralarından şimdilik bir tek Haldun Dormen’le, Hamdi Alkan’a helál olsun çekmek geliyor içimden.

Bugüne kadar tüm davranışlarıyla sadece değerli bir sanatçı değil, aynı zamanda çok değerli bir insan olduklarını da kanıtlayan Hamdi Alkan ile Haldun Dormen, hiç gocunmadan, kıskanmadan ‘Kavuk Cem Yılmaz’ın hakkı’ diyebildiler.

Bence bu kavganın Nasreddin Hoca’nın yorgan kavgası gibi bitmesinde fayda var. Akşam’ın spor yazarı Alaattin Metin’in bir yazısını okudum geçen gün. ‘MP3 denen, içinde onbin türkü olan son model bir valkmen varmış’, diye yazmış.

Bence Dümbüllü’nün kavuğunu bu mizah şaheserine verelim, kavuk gitsin kavga bitsin.

Şaka şaka... Alaattin Metin’in bu son derece naif yazısı çok hoşuma gitti aslında.

Türkiye’de İnternet gazeteciliği yok!

Emre Aköz haklı. Türkiye’de İnternet gazeteciliği diye bir şey yok. Mutlaka olacak ama şu anda yok.

Türkiye’nin en çok ziyaret edilen haber sitesi olan hurriyetim.com.tr dahil, Türkiye’deki hiçbir haber sitesinin İnternet yayıncılığıyla uzaktan yakından ilgisi yok.

Bu gerçeğe Mehmet Barlas’ın yaptığı gibi ‘İnternet haber siteleri gazete gibi olmak istemiyorlar ki’, diye konuyla ilgisi olmayan bir yönden karşı çıkmanın anlamı da yok.

Mehmet Barlas’ın iddiasının tam tersine Türkiye’deki İnternet haber sitelerinin tamamı gazete olmaya öykünüyor. İnternet yayıncılığının hakkını vermiyor olmaları da işte tam bu yüzden!

İnternet yayıncılığı, gazeteyi İnternet’e geçirip yayınlamak değildir. Ajanslardan gelen haberleri İnternet ortamına aktarmak da değildir.

Hatta kendi öz kaynaklarıyla ürettiği haberleri İnternet’te yayınlamak da değildir.

Emre Aköz’ün yazısında ise tek bir noktaya itirazım var. ‘Medya dedikodusu siteleri’ olarak nitelediği sitelerden bahsetmesi yersizdi.

Yersizdi diyorum çünkü, bu sitelerin İnternet haberciliği yapmadığı çok açık. Bu konudaki en güzel yazıyı, yine bu tür sitelerden olan Medyatava.net’in ‘Haller Prensi’ köşesinin sahibi Ömer Özgüner yazdı.

‘Tarifi henüz yapılamamış bir mecra olarak görülmemizde fayda var. Henüz billurlaşan bir şey yok. Zamanla olur umarım’ dedi. Billurlaşacak, hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Büyük şirketlerin pazarlama iletişimi yöneticilerinin, bu tür sitelerin ziyaretçi profilinin medya çalışanları olduğunu fark edip, önemli basın bültenlerinin reklamlarını bu sitelerde yapmaya başlamasıyla başlayacak bu billurlaşma.
Yazının Devamını Oku

Vestel ve Beko vizyon sahibi mi?

14 Ocak 2005
<B>IBM</B> ile <B>Lenova </B>arasındaki yeni oluşum Türk medyasında hálá yanlış yorumlanıyor. Örneğin, Vatan gazetesi yazarı Metin Münir... Münir, ‘Daha önce de printer (yazıcıdan bahsediyor) işini bırakan IBM, kár marjının azalması nedeniyle kişisel bilgisayar işinden çekildi’, diye yazmış. Lenova’nın IBM markası ile üreteceği bilgisayarları IBM’in pazarlamaya devam edeceğinden ve yeni oluşumda yüzde 18 hisse sahibi olduğundan haberdar değil.

Metin Münir yanlış ve yetersiz bilgi kaynaklarından yola çıkarak yazmaya başladığı yazısında, doğal olarak yanlış yönlere sapmış.

Metin Münir, ‘Neden diye sordum kendi kendime’, diyor, ‘IBM’in PC bölümünü Çinliler aldı da bir Türk şirketi almadı. Örneğin bu sektörde de var olan Beko veya Vestel?’

Nedenin finansman sorunu olup olmadığını sorguluyor. Bir dostundan edindiği bilgiler sonucunda Beko ve Vestel’in bu finansmanı bulabileceğini öğreniyor.

Sonunda da şu hükme varıyor, ‘Sorun para değil, uluslararası vizyon eksikliği’...

Vizyon vardı ama...

Her yıl Las Vegas’ta yapılan Comdex bilgisayar fuarı (artık yapılmıyor) ve CES tüketici elektroniği fuarlarını kaçırmamaya çalışırım. Vestel bu fuarlara yaklaşık on yıldır, Beko ise iki yıldır katılıyor. Vestel’in bu fuarlarda altı yıl öncesine kadar sergilediği ürünler arasında İnternet terminali, İnternet telefonu gibi yaratıcı ürünler vardı. Hatta bu yılın CES fuarının en gözde ürünleri olan eğlence PC’lerinin ilk örneklerini, Vestel yedi, sekiz yıl önce sergilemişti.

Ama bugün Vestel ve Beko, CES’te plazma ve likit kristal ekranlı ve klasik tüplü televizyon modellerini sergiliyorlar yanlızca. Kuşkusuz bunlar da önemli ürünler. Vestel ve Beko’nun bu alandaki başarısı küçümsenecek gibi değil.

Öte yandan IBM’in kişisel bilgisayar bölümünün çoğunluk hissesini almak ne Vestel, ne Beko için akıllıca bir adım olurdu. Lenova’ya bu pazarda avantaj sağlayan özelliği, ucuz iş gücü ve üretim maliyetleri. Vestel ve Beko’nun bu avantajı yok.

Fason üretimden kazanç sağlama treni Türkiye için artık kaçmış durumda. Vestel ve Beko gibi Türk şirketleri artık ancak Ar-Ge gerektiren alanlarda avantaj yakalayabilirler. Bu da evet vizyon meselesi.

Kısacası Metin Münir iki yanlışı çarpıp, bir doğruya ulaşmış. Ama o doğrunun ne kadar doğru olduğunu da zaman gösterecek. Ar-Ge’ye şans tanımayan enflasyonist ortamdan henüz yeni çıktık. Vestel ve Beko gibi Türk şirketlerinin Ar-Ge’yi nasıl kullanacakları, vizyon sahibi olup olmadıkları asıl bundan sonra belli olacak.
Yazının Devamını Oku

Robert Redford’u yaşlanmış buldum

12 Ocak 2005
Güzellik geçici, derler... Güzellikle gelen şöhret de.... Gerçekten öyle mi? ABD’li güzeller öyle olduğunu düşünüyor sanki. Yeni dünyanın, pek de yuvarlak olmayan top modelleri arasında tipi tip ‘rock’ yıldızlarını sevgili seçmek, revaçta. Güzellikleriyle elde ettikleri şöhretin geçici olduğunu düşünüyor olacaklar ki, rok yıldızlarının kalıcı şöhretine sığınıyorlar.

Bizde ise kapanın elinde kalan rokçular değil, sporcular. Bir de sözüm meclisten dışarı, Woody Allen’a nazire olsun ‘Take the money and run’cıları! (kapkaççılar)

Gerçekten güzellik değil de akıl ve zeka mı kalıcı olan?

Hülya Avşar için, o bitti artık diyorlarmış. Cengiz Semercioğlu’nun yazısından öğrendiğimize göre ise Hülya Avşar’ın, Star’da yayınlanmaya başlayan yeni programının reytingi sürekli yükseliyormuş.

Semercioğlu’nun yazısını İnternet’ten okuduğumda, tüketici elektroniği fuarı CES’i izlemek üzere geldiğim Las Vegas’taydım. Yazıyı okuduktan sonra, basın odasından çıkıp açılış konuşmasına koştum.

Intel başkanı Craig Barret, Intel’in bilgisayar çipi teknolojsinde eriştiği son yenilikleri anlatıyordu ki, salon bangır bangır çalmaya başlayan ‘Walk this way’ şarkısıyla inledi. Ünlü rock grubu Aerosmith’in solisti Steven Tyler, hemen dibinde oturduğum sahneye fırlayıp iki metre önümde dans edip şarkı söylemeye başladığında şaşırdım.

Bir teknoloji fuarında, bir yarı iletken teknolojileri şirketinin başkanın yaptığı konuşma sırasında, sahneye bir rok yıldızının fırlamasına şaşmış olmama hak vermişsinizdir umarım.

Las Vegas sokaklarında ve otel lobilerinde dünyanın en ünlü yıldızlarıyla karşılaşmak, şaşılacak tesadüflerden değildir.Elvis Presley başta olmak üzere, aklınıza gelebilecek her ünlünün taklidiyle her an burun buruna gelebilirsiniz.

Sahnede dans edip, şarkı söyleyen adamın da, Las Vegas imitasyonlarından biri olduğunu düşündüm. Nasıl düşünmeyeyim ki? İki metre ötemde zıplayıp, çığırtan adam kırış kırış cildiyle, ünlü bir rok yıldızından çok, akşamdan kalma görüntüsünü ağır bir makyajla kapatmaya çalışan, o ucuz taklitçileri andırıyordu!

Steven Tyler şarkısını ve Intel başkanıyla sohbetini tamamlayıp sahneyi terk ettikten biraz sonra, günün ikinci sürprizi çıktı sahneye. Robert Redford... O da tam iki metre önümde duruyordu ve onunda cildi yaşını saklamaktan uzaktı. Üstelik kuşandığı siyah elbise bile, pantalon kemerinden fırtlayan göbek yağlarını saklamaya yetmiyordu.

Açılışa girmeden önce, İnternet’ten okuduğum Semercioğlu’nun yazısı geldi aklıma. Evet Hülya Avşar henüz bitmedi belki, kabul. Ama acaba daha ne kadar bitmeyecek? Ve bitmemek için nelere katlanması gerekecek?

Bence uzun bir süre daha bitmeyecek. Günümüzde tıbbın, daha doğrusu estetik cerrahinin geldiği noktalarda güzellik, eskiden olduğu gibi öyle kolay kolay bitmiyor. Şimdiki güzellerin pili alkalinli. Rokçuların, sporcuların, para saçıcıların pili, güzellerden çok daha önce bitiyor.

Ne o? Yoksa artık devir değişti de rokçular, sporcular ve para saçıcılar mı kalıcılığı güzellerde arıyorlar?

George Bush’un Sarar takımı var

Las Vegas’ın en büyük alışveriş merkezlerinden Premium Outlets’te vitrinlere baka baka geziyorum.

Armani, Dolce Gabana, Kenneth Cole, Ralph Lauren, Calvin Klein, Geoffrey Beene derken, beklemediğim bir tabela çıkıyor karşıma: Sarar. Tezgahtar, hemen sokuluyor yanıma. ‘Sarar’ı tanıyor musunuz?’ diye soruyor ve hemen bir sürü ünlü moda markası sayıp, Sarar’ın tüm bu modacıların üretimini yaptığını söylüyor. Mağazanın vitrininde de bu markalar referans gösteriliyor.

‘Bir Türk firması değil mi?’ diye sorunca sohbetin gerisi tahmin edebileceğiniz gibi Türkçe geliyor. Moda Danışmanları Halil Teke ve Eren Berksoy işlerini çok iyi bilen, firmayı da çok iyi tanıyan elemanlar. Mağaza müdürü John Turscak da, bir Türk kadar sahip çıkıyor firmasına.

Las Vegas’taki dükkan iki buçuk yıl önce açılmış. Sarar’ın ABD’de ayrıca New York, Chicago ve Dallas’ta da dükkanları varmış. Sarar’ın ortaklarından Cemalettin Sarar, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD gezisi sırasında ziyaret ettikleri George Bush’a da Sarar marka bir takım elbise hediye etmiş.

Yani ABD Başkanı’nın gardırobunu süsleyen takımlar arasında bir Türk markası da bulunuyor!

Kısacası Sarar, bir dünya markası olma yolundaki ilk adımlarını atmış. Sarar’ı tanıtırken ünlü başka markaları referans göstermeye gerek duymadıkları gün, bir dünya markası olacaklar. Ama mutlaka olacaklar...

Önce adayı sattılar, şimdi logoyu... Sırada?

Geçtiğimiz yaz Galatasaray Adası’nın ismine sahip çıkmayan kulüp yönetimi, şimdi de asırlık amblemi yok etmek üzere. Galatasaray’ın 100’üncü yılı logosu için, taraftarlar arasında bir yarışma düzenlemişler. Taraftarlardan gelen logoları beğenmeyince, grafiker Bülent Erkmen’in kapısını çalıp, logoyu ona tasarlatmışlar. Sonuç tam bir felaket.

Ne rengi, ne ruhu, ne herhangi başka bir yönüyle Galatasaray’la uzaktan, yakından alakası olmayan bir amblem.

Hürriyet’ten Emre Özpeynirci, profesyonel grafikerlerin yeni logoyla ilgili görüşlerini almış. Çoğunluğu logoyu grafik olarak iyi bulmuş. Logo için profesyonel işi diyorlar... Logonun grafik dengelerinin, resim-yazı uyumunun ve leke değerinin doğru olduğunu söylüyorlar.

Başlatmayın renk dengenizden, grafik öğelerinizden, leke değerinizden! Bu amblemin leke değeri, olsa olsa Galatasaray tarihine sürülen bir leke olur.

Galatasaray’ın renkleri değiştirilmiş, asırlık amblemi yok sayılmış, adam kalkmış grafik değerlerden bahsediyor. Ne dengesi, ne profesyonelliği? Sünepe bir aslanın tepesine 100 rakamı yerleştirmek mi profesyonellik? Profesyonellik, hizmet verdiğin kurumun ruhunu yakalamakta, değerlerine sahip çıkmakta yatar.
Yazının Devamını Oku

Las Vegas kumar oynamaz

7 Ocak 2005
Serdar Turgut, son okuduğum yazılarından birinde ABD halkını, Las Vegas’taki bir otelin mimarisinden yola çıkarak analiz etmiş. Kullandığı yeni e.posta adresine bakılırsa, Yahoo’yu bırakıp Superonline’a transfer olmuş, artık burada yazıyor. Belki de ABD halkından iyice umudu kesti, Yahoo’yu bu yüzden bıraktı.

Turgut, Las Vegas’taki bir kumarhanenin daha fazla müşteri çekmek için, kumarhanenin yanına New York’u tıpatıp inşa ettiğini söylüyor ve ABD halkı hakkında peşin hükmünü veriyor; ‘Bir ülkenin insanları eğer ülkelerinde yer alan bir şehrin gerçeğini görmek yerine maketini gezmeyi tercih ediyorlarsa (...) zekası bu kadar düşük olan insanlardan oluşan bir toplum düşünmeden savaşmaktan başka işe yaramaz...’

Tesadüf bu ya, Turgut’un yazısını İnternet’ten okuduğum sırada, Las Vegas’ta, bahsettiği otelin lobisindeydim. Her yıl katıldığım dünyanın en büyük elektronik fuarı CES 2005’i gezmek ve konferanslara katılmak için buradayım...

Serdar Turgut’un fikir silsilesi daha temelden yanlış. Dolayısıyla vardığı sonuç da.

ABD’yi beğenin ya da beğenmeyin, dünyaya hükmetmesini halkını küçümseyerek asla açıklayamazsınız.

Bizim gazete yazarlarında adettir. New York’a giderler, bindikleri birkaç taksinin şoförüyle konuşur, New Yorklu taksicilerin bilgi düzeyini, Türkiye’deki yakın çevrelerindeki dostlarının bilgi seviyesiyle karşılaştırırlar.

New Yorklu taksicilerin bilgi seviyesinin, Türkiye’deki yakın çevrelerinden biraz, ama çok az daha düşük olduğunu gözlemleyince de hükümlerini verirler; ‘ABD halkı çok cahil. Türkiye’yi Afrika’da sanıyorlar.’

Şoförün Türkiye Başbakanı’nın adını, halkının çoğunun Müslümanlardan oluştuğunu biliyor olması önemli değildir. Bırakın bizim taksi şoförlerini, yakın çevrelerindeki üniversite mezunu arkadaşlarının bile Mozambik’i haritada gösteremeyecek olmasının da önemi yoktur.

Neyse gelelim Turgut’un ‘a priori’ olarak aldığı ‘ABD halkının Las Vegas’taki New York New York oteline, sırf kendi ülkelerindeki bir şehrin maketini görmek için gittiği’ hükmüne. New York New York oteli Las Vegas’taki tek tematik otel değil. Şehrin ana caddesinin iki yanı bu gibi tematik otellerle bezenmiş durumda. Paris, Venedik, Rio, Caeser’s Palace (Roma), Luxor (Mısır Piramitleri), Aladdin (Arap çölleri) bunlardan sadece birkaçı.

Las Vegas’a gelen tek bir ABD’linin bile amacı bu maketleri görmek değil. Ya kumar oynamaya, ya sık sık yapılan fuar ve konferansları ziyarete, ya dünyanın en görkemli şovlarını izlemeye, ya turnuvalara, ya intihar etmeye, ya da bunların birkaçı veya hepsini yapmaya geliyor.

Otellerin tematik mimarisinin ise tek amacı var. Zaten Las Vegas’a gelmiş olan turistleri, ilginç temalarıyla kendilerine çekmek.

Bu kadar basit.

Ne o? Adamların Allah’ın Nevada çölünü turizm cennetine çeviren stratejisinin, Güneydoğu bölgemize model olamayacak bir fantezi olarak mı görüyorsunuz?

Noel Baba’yı kızartan Coca Cola değil

Hıncal Uluç, Selahattin Duru’nun yeşile dönen Noel Baba’yı oynadığı reklam filminden yola çıkarak, Sunay Akın’dan bir hikaye aktarmış.

Hikayeye göre Noel Baba zaten yeşil yeşil giyinirmiş. Noel Baba’ya, reklam uğruna renk değiştirtip kırmızı beyaz kıyafetleri monte eden Coca Cola’ymış.

Ben de üşenmedim, Coca Cola’nın İnternet sitesine girip, onlar bu hikayeyi nasıl aktarıyorlar bir bakayım dedim.

Hikayenin Coca Cola versiyonunda bizim Demreli Noel Baba bile unutulmamış. Aziz Nikola’nın 270 yılında antik bir Türk şehri olan Patara’da doğduğu, Demre’ye yerleşip piskopos olduğu ve mucizelerle dolu bir hayat yaşadıktan sonra 343 yılında öldüğü anlatılmış.

Noel Baba efsanesi aradan geçen yüzyıllar boyunca değişikliklere uğramış. Geyikleri ve kızağı İskandinav, bacadan girişi ise Hollanda efsanelerinden ödünç almış.

Noel Baba’nın popüler ilk illüstrasyonunu Thomas Nast, 1862 yılında Harper’s Weekly dergisi için çizmiş. Bu versiyonda Noel Baba’nın kıyafeti açık kahverengiymiş. 30 yıl içinde kırmızıya dönmüş.

Yani Coca Cola’nın Noel Baba’yı reklamlarında ilk kez kullandığı 1920’li yıllardan onlarca yıl önce, Noel Baba kırmızı beyaz elbiselerine çoktan kavuşmuş.

Maceracılık makarnacılıktan iyidir

26 Aralık tarihli Hürriyet’te ilginç bir tesadüf gözümden kaçmadı. Gazetenin 23. sayfasında yayınlanan tam sayfa Koç Finansal Hizmetler ilanında koca puntolarla ‘Avrupalı macerayı sadece filmlerde sever’ deniyordu.

Dört sayfa sonra, Ertuğrul Özkök, ‘Biz Türkler, ‘macera duygusundan’ pek nasibini almamış insanlarızdır’diyordu köşesinde.

Reklam metninde kullanılan yaklaşım, Serdar Turgut’un ABD halkıyla ilgili yaklaşımını hatırlattı bana. Prim yapmak istiyorsan halkın kulağına hoş gelecek şeyler söyle.

Ertuğrul Özkök’ün yaklaşımı ise, fikir yazısı yazıyorsan, halkın hoşuna gidip gitmeyeceğine bakmayacaksın, inandığın fikri sonuna kadar savunacaksın...

Özkök’ün Las Vegas’la ilgili bir yazısı da kalmış aklımda. Suni de olsa, tadılması gereken bir cennete benzetmişti Las Vegas’ı. Okuyanın hemen hoşuna gidecek türden bir fikir olmasa da uzun uzun düşündürtecek bir yazıydı.

21. yüzyılın yeniden çizilen güçler haritasında, büyükçe bir parsel kapmak için hoşumuza gitmese de, başarılı ülkeleri başarılı kılan üstünlüklerini kabul etmek ve daha iyisini yapmaya çalışmak zorundayız.
Yazının Devamını Oku

Ölenle ölünmez, eğlensinler Phuket’te

5 Ocak 2005
<b>Haşmet Babaoğlu </B>‘<B>Vatan</B>’ın 1. sayfasına bakıp yuh çekmemek imkansız’ diye yazmış. ‘Bunlar nasıl insan’ başlıklı manşeti gördüğümde, ben de yuh çektim. Ama birkaç gün önce büyük bir felaket geçiren adada güneşlenen turistlere değil, bu manşeti attıran popüler zihniyete.

Vatan Gazetesi manşetinde, daha birkaç gün önce yüzlerce kişinin öldüğü plajlarda güneşlenen turistleri eleştiriyor ve ‘İşte insanlığın iki yüzü’ diyor. Benzer bir haber, daha nötr bir sunumla Hürriyet’te de vardı. Sebati Karakurt’un haberi, adada gece eğlencelerinin tüm hızıyla devam ettiğini yazı ve fotoğraflarla anlatarak, tezatı gözler önüne sermekle yetiniyor, ateşli yorumlara girmiyordu.

Vatan sevdiğim bir gazete, Haşmet Babaoğlu sevdiğim bir yazar. Ama Tayland’ın felaket mağduru Phuket Adası’nda yaşanan tezata, 180 derece farklı bir açıdan bakıyorum. Tayland’ı ayakta tutan en büyük endüstri turizm. Phuket de bu endüstrinin en önemli, olmazsa olmaz merkezlerinden biri. Ada halkının neredeyse tek geçim kaynağı turizm. Tsunami felaketinin üzerinden daha bir hafta bile geçmeden, turistlerin adada güneşlenmeye, barlarda eğlenmeye başlaması, Rus turistlerin peşin ödedikleri paraları yakmamak için turlarını iptal etmeyip adaya akın etmeye devam etmesi, dünyanın dört bir yanından Phuket’e turist gitmesi felaket mağduru Phuket’in yaralarını saracak en iyi ilaç. Phuket için en büyük felaket adanın turistik özelliğini yitirmesi olur.

İzmit gibi Türkiye’nin endüstri merkezlerinden birinde daha birkaç yıl önce çok büyük bir deprem faciası yaşadık. İzmit’te deprem sonrası tekrar faaliyete geçen her bir fabrika bizi ne kadar mutlu ettiyse, Phuket’te eğlenmeye başlayan her turistin de o kadar mutlu etmesi gerekir.

Haşmet Babaoğlu, ‘Buraya bar kızlarıyla eğlenmeye geldim, yas tutmaya değil’ diyen Avustralyalı’ya ‘zırtapoz’ demiş. Neden? Neden bu turist zırtapoz olsun? Bar kızlarıyla eğlenmek, bizim ahlak anlayışımıza ters geldiği için mi? Yabancı bir işadamı ‘İzmit’e fabrika kurup kár etmeye geldim, yas tutmaya değil’ dese, adama bak felaket bölgesinde kapitalistlik taslıyor diye zırtapoz mu derdik? Ucuz işgücünün sağlayacağı rekabet avantajından yararlanmayı düşünüyor diye yaptığı yatırımı eleştirmeye mi kalkardık? Dünyanın beğenmediğimiz düzeninin cezasını Phuketliler mi çeksin?

Kendi de kirleniyordu ama Özdemir Asaf, ‘Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu/ Birinciliği beyaza verdiler’ şiirini yazdı. Biz de kirlenenleri değil, kirletenleri eleştirelim...

Ne o? Yoksa biz kirlenmiyor muyuz?

Sosyeteye kıyağım Bugaboo olsun

Malumunuz... Yurtdışından moda akımları ithal etmekte sosyetemiz çok başarılıdır.

Nerede, ne moda hemen bulur, uygularlar. Ama artık rakipsiz değiller, haberleri olsun. Korksunlar mı, sevinsinler mi, orasına karışmam...

Trend yakalamakta hassas burnumla yakaladığım kokuların, bugüne kadar teknolojiyle ilgili olanlarını yazıyordum sadece. Bugünden itibaren aldığım her trend kokusunu yazmaya başlıyorum. Ve ilk kıyağım sosyeteye, daha doğrusu bebek sahibi sosyetiklere. Bebeklerini Gucci damgalı gezdiren Ebru Şallı-Harun Tan çiftinin kullandığı bebek arabasının markasına şimdilik tanık olamadım. Ama izleyebildiğim kadarıyla bizimkiler arasında en revaçta olan marka MacLaren. Eh artık sıkılmışlardır, Bugaboo ile tanışmalarının vakti geldi.

Bugaboo bir Hollanda markası (www.bugaboo.nl). Hollywood’da her anne bebek arabası olarak Bugaboo kullanıyor. Ne o? Hollwood sosyetesinden eksiğimiz mi var?

Microsoft entel, Intel dantel

Hürriyet’in yılbaşı sürprizi Yeni Yıl eki, benim için de sürpriz oldu. Dünya çapında büyük başarılara imza atmış Türkler arasında bir seçki yapılmış. Seçilen her başarılı Türk’ü anlatma görevi de, başarılı Türk’ün faaliyet alanı konusunda uzman yazarlara bırakılmış. Türkiye’nin bilişim alanındaki gururu olarak tek bir isim Microsoft Ortadoğu ve Afrika Başkanı Emre Berkin seçilmiş. Hakkıdır, helal olsun. Ama ben olsam ışığı bilgisayar çipi içinde durdurmanın yolunu bularak kuantum bilgisayarların geliştirilmesi yolunda önemli bir engeli aşan genç dahi Fatih Yanık’ı ya da geçen yıl Time’da yılın adamları arasında gösterilen IBM araştırmacılarından İsmail Haritaoğlu’nu da koyardım bu seçkiye. Hadi her iki ismi de Türkiye’ye tanıştıran kişi olduğum için önyargılıyım diyelim. Peki ama Intel’in Ortadoğu ve Afrika Başkanı olan, üstelik bu başarıyı bir kadın yönetici olarak yakalayan Ayşegül İldeniz’in başı mı kel? Benim bildiğim başı kel olanı Microsoft’un Ortadoğu ve Afrika Başkanı Emre Berkin.

Ne o? Deyimi tersine çevirmenin vakti mi geldi yoksa?

Doritos reklamı içine reklam alsın

Cem Yılmaz’ın yazıp, çizip, oynayıp, besteleyip, güftelediği Doritos Alaturca reklamının reytinginin pekçok TV programından yüksek olduğunu tahmin ediyorum. RTÜK ve Atıf Hoca ne der bilmiyorum ama AGB reklam filmlerinin de reytinglerini ölçmeye başlasa ve reklam içine reklam alınsa şık olur.

Ne o? Reklamverenlerin reklam kuşağı içinde yer pazarlığı yapması, farklı bir şey mi sanki?
Yazının Devamını Oku

IBM ölmedi yaşasın PC

31 Aralık 2004
2004’ün bilişim sektörüyle ilgili son bomba haberi, bu tip haberlerde alışageldiğimiz gibi Türk basınında yine gargaraya geldi. Gazetelerimize göre kişisel bilgisayarın (PC) mucidi <B>IBM</B>, kişisel bilgisayar bölümünü satmış ve bu piyasadan çekilmişti. IBM’in kişisel bilgisayar bölümünü sattığı, kısmen doğru bir haber. Kısmen diyorum çünkü yeni oluşumda hálá yüzde 18,9 oranında hisse sahibi. Haberin Türk basınında yer alış şekliyle, ikinci kısmı ise kuyruklu palavra. Yani IBM’in kişisel bilgisayar pazarından çekildiği filan yok. Bilakis IBM, eski yapılanma şekliyle artık kárlı bulmadığı bir faaliyet alanında akıllıca bir manevrayla yeni bir yapılanmaya gidiyor. Yeni yapılanmada Lenova ürettiği kişisel bilgisayarlarda yine IBM markasını kullanacak. IBM de, komple çözüm sunduğu büyük şirketlere ve kamu kurumlarına Lenova tarafından üretilen IBM marka kişisel bilgisayarları pazarlamaya devam edecek. Kısacası IBM, bu manevrasıyla yüksek yatırım, geliştirme ve üretim maliyetlerinden, kár payını düşürerek sıyrılmaya çalışıyor. Maliyetleri, çoğunluk hissesi karşılığında Lenova’nın üzerine yüklüyor.

Şimdi gelelim bu oluşumun, sektöre yapacağı etkilere. Yeni oluşumdan önce kişisel bilgisayar pazarının üç büyük oyuncusu sırasıyla Dell, HP ve IBM idi. Son oluşumun ardından üç büyüğün toplam payı yüzde 38,3’le tüm pazarın üçte birini aşıyor.

Dell pazar liderliğine, kişisel bilgisayar teknolojisi geliştirmeden, sadece akıllı bir pazarlama taktiği kullanarak erişti. HP ve IBM ise kişisel bilgisayar teknolojilerine en fazla araştırma ve geliştirme bütçesi ayıran üreticilerin başında geliyor. Kişisel bilgisayar pazarındaki tüm oyuncular tabii ki Dell gibi olmayı arzuluyorlar. Yani araştırma geliştirmeye yatırım yapmadan, parsayı toplamak... Ama bu da o kadar kolay değil, Dell elde ettiği başarıyı, çok yenilikçi bir pazarlama yöntemini herkesten önce bulup, uygulamaya koymasına borçlu.

Üçün ikisi giderse

IBM’in kişisel bilgisayar bölümünün çoğunluk hissesini alan Lenova ise Çinli bir bilgisayar şirketi. Araştırma geliştirmeyle filan pek ilgisi yok. Son oluşumdan önce farklı üreticilerden gelen parçaları birleştirip ürettiği bilgisayarları pazarlayan bir firmaydı.

Tehlike şu. IBM her ne kadar kişisel bilgisayarların geliştirilmesine yönelik Ar-Ge faaliyetlerine devam edeceğini açıklasa da, çoğunluk hissesi sonuçta Lenova’nın elinde. Eğer Lenova Ar-Ge’den vazgeçecek olursa, ilk üç oyuncu içinde Ar-Ge’ye yatırım yapan bir tek HP kalacak. Ve bu durumda HP’nin de Ar-Ge yatırımlarından vazgeçmesi işten bile değil. Bu takdirde kişisel bilgisayarların gelişmesi için Ar-Ge çalışası yapan yalnız Intel ve Microsoft kalacak. Her ikisinin de bu konudaki yatırımları ve çalışmaları çok başarılı. Bu ayrı mesele. Ama ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, kişisel bilgisayarların geleceğinin biri donanım diğeri yazılım birleşeni üreten üreten iki firmanın oligopolisinde kalması hiç de hoş olmaz.

İkinci bir kuşkum ise IBM’in uzun süredir üzerinde çalıştığı Kuantum Bilgisayarı’nı artık son aşamasına getirdiği yönünde. Belki de IBM Kuantum Bilgisayarı’nı duyurmadan önce kişisel bilgisayar bölümünü iyi fiyattan okuttu. Olur mu olur...
Yazının Devamını Oku

Atfına baktım yazarına yandım

10 Aralık 2004
Sizce Pakize Suda mı daha çok okunuyordur yoksa Hakkı Devrim mi? Hıncal Uluç’un mu yazılarının daha çok ses getirdiğini düşünüyorsunuz, Engin Ardıç’ın mı? Ertuğrul Özkök’ün mü yoksa Serdar Turgut’un mu gündem yaratma gücü daha yüksektir? Hürriyet’in yazılarına en fazla atıfta bulunulan yazarları kimlerdir? Eskiden bu sorulara sağlıklı cevap vermek neredeyse olanaksızdı. Zaten ölçümlemeye pek o kadar değer veren de yoktu. Olsa bile bu tip ölçümlemeler için yüksek bütçeli araştırmalar yapılması gerekiyordu. Hangi yazarın daha çok beğenildiğinin, hangi yazarın daha fazla gündem yaratma gücü olduğunun objektif bir ölçüm yolu yoktu.

İnternet’le birlikte bu soruların sağlıklı ve objektif cevaplarını bulmanın yolu açıldı. Üstelik sadece büyük medya kuruluşlarının yöneticilerinin değil, herkesin kullanabileceği bir yol bu. Enformasyon Çağı’nın mucize aracı İnternet, eskiden ulaşılması olanaksız olan pek çok malumatı, aramasını bilenlerin ayağına getiriyor.

Yukarıdaki soruların cevaplarını mı merak ediyorsunuz. Birinci sorunun cevabına erişmeniz şimdilik olanaksız. Tabii araştırmaya ayıracak büyük bir bütçeniz ya da gazetelerin İnternet sitelerinin ziyaretçi raporlarına erişme olanağınız yoksa... Ama diğer soruların cevabını öğrenmek için İnternet bağlantınızın olması yeterli. Tek yapmanız gereken google.com.tr adresine girmek ve arama kutucuğuna, gündem yaratma gücünü ölçmek istediğiniz yazarın adı ve soyadını tırnak içinde girip, aratmak. Sonra da gelen sonuç listelerinin en sonuncusuna gidip, en dibindeki ‘Aradığınıza en yakın sonuçlar için bazı verileri iptal etmek zorunda kaldık’, diye başlayan cümlenin içinde geçen rakamı okumak. İşte bu rakam, arattığınız yazarın adına farklı kaynaklarda kaç defa atıfta bulunulduğunu gösteriyor. Bu rakamın sayfanın tepesinde verilen toplam sonuç rakamından önemli bir farkı var. Tepedeki rakam yazarın adının, aynı sitede ya da birbirine çok benzer dokümanlarda geçip geçmediğine bakmaksızın bulunmuş sonuçları yansıtıyor. Dipteki rakam ise dublike sonuçların filtre edilmesiyle elde edilen net bir sonucu veriyor.

En güçlü yazarlar

İşte bu sonuçlara baktığınızda, 435 kaynakta adına atıfta bulunulan Hıncal Uluç’un, Engin Ardıç’tan (383); Ertuğrul Özkök’ün (405), Serdar Turgut’tan (340) daha fazla gündem yaratma gücü olduğunu görüyorsunuz. Pakize Suda’nın mı yoksa Hakkı Devrim’in mi daha çok okunduğunun cevabını bu yöntemle bulmanın olanağı yok ama Hakkı Devrim’in (336), Pakize Suda’dan (207) daha fazla gündem yaratma gücü olduğunu görmek mümkün.

Hürriyet’in yazarlarını tek tek sıralamaya niyetim yok. Ama ilk altıyı yazmadan edemeyeceğim: Fatih Altaylı, Ertuğrul Özkök, Hadi Uluengin, Emin Çölaşan, Enis Berberoğlu, Özdemir İnce. Bir de şunu ekleyeyim otuz kişilik Hürriyet yazarları listesinde onbeşinci sıradayım (255). Ve hem sollandığım, hem de solladığım isimler arasında beni bile şaşırtan isimler var.

Enformasyon çağı, İnternet bağlantısı olan herkese bu malumata erişme olanağı veriyor. Bu tabii ki ham malumat. Yorumlanmaya ve analize ihtiyacı var. Bu enformasyonun değerlendirilmesi ise bilgi çağının işi...
Yazının Devamını Oku