Size bir soru soracağım ama elinizi vicdanınıza koyup, tüm dürüstlüğünüzle yanıtlamanızı isteyeceğim. Bir şirketiniz olsa ya da varsa, şirketinizin başına Tayyip Erdoğan’ı ya da onunla aynı yönetim zihniyetindeki birini getirir miydiniz?
Hızlandırılmış tren faciasından sonra bu soruyu çevremdeki, farklı kesimlerden insanlara soruyorum. Tren faciasından önce Tayyip Erdoğan hükümetine methiye düzenler bile, artık bu soruya ‘bırak allasen’ diyen başı yana eğmeli bir tebessümle karşılık veriyorlar.
Peki ne değişti de, hükümetin icraatını yere göğe sığdıramayanlar, yönetiminden birdenbire şüphe duymaya başladılar? Aslında bir şey değişmedi. Sorudaki anahtar kelimeler ‘icraat’ ve ‘yönetim’...
Neticeye değil Hatice’ye bak
İcraatın başarısı izlenebilir, yönetiminki ise izlenemez. Sonuçlarıyla değerlendirilir. İcraat içinde yolculuk ettiğiniz trenin hızıdır. Yönetim ise makinistin, demiryolları genel müdürünün, bağlı olduğu bakanlığın ve hükümetin gözlerden uzak, kapalı kapılar ardındaki kararları ve becerileridir. Bindiğiniz trenin, sizi gitmek istediğiniz yere, beklentiniz olan ya da daha kısa sürede götürecek hızda gittiğini gözlemlemeniz, icraati başarılı bulmanız için yeterlidir. Yönetimi sorgulamazsınız. Ama varış saatiniz gecikirse, üstelik örneğin yetişmeniz gereken bir toplantıyı kaçırmanıza yol açacak kadar gecikirse icraatı beğenmez, yönetimi suçlamaya başlarsınız.
Hele bir de istasyona varmak hiç nasip olmamışsa, yönetimin başı iyice dertte demektir. Çünkü o trenin yolda devrilmesine neden olan şey her ne olursa olsun; ister gevşemiş bir cıvata, ister bükülmüş bir ray, ister makinist hatası, ister trene yapılan bir sabotaj; sorumluluk yönetimindir. Hatanın kaynağının ne olduğu, yönetimin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Hükümetin icraatını alkışlayanların, aynı hükümetin yönetimini birdenbire sorgulamaya başlamasının nedeni de yönetimin yeterliliği hakkında doğan şüphelerdir. Hızlandırılmış tren faciası işbaşına geldiği günden itibaren hükümetinin dümen suyuna güle oynaya girenlerin, durup düşünmesine yol açtı. Çünkü bu facia hükümetin yönetim zihniyetinin gölgede kalan yanlarını kabak gibi ortaya çıkardı.
Bilim çoğunluğa göre karar vermez
Peki, diyelim ki soruşturmalar tam bir bağımsızlık içinde yapıldı, tamamlandı ve kazanın tek suçlusunun makinist olduğu saptandı. Bu hızlandırılmış tren projesinin aklanması için yeterli midir? Bu kazanın tek suçlusu makinist olsa bile TCDD Genel Müdürü, Ulaştırma Bakanı ve AKP hükümetinin yönetim zihniyeti aklanmış olur mu?
25 Temmuz tarihli Radikal’in kapağında Başbakan Erdoğan’ın kazanın hemen ardından, ‘Teknik konuda olumlu bakanlar çoğunluktaydı, biz de çoğunluğa göre karar verdik ’ dediği yazıyordu. Bilim ve teknoloji çoğunluğa göre karar vermez. Erdoğan’ın ‘çoğunluğa göre karar verdik’ cümlesinin anlamı ‘çoğunluğa inandıktır’. Kazanın tek nedeni gökten düşen bir taş bile olsa, hızlandırılmış tren projesinin teknolojinin gereklerine sırt çeviren, bilimin sesine kulaklarını kapatan bir yönetimin eseri olduğu gerçeğini değiştirmez. Ve aslında keşke sözünü dinleyeceği birileri çıkıp Tayyip Erdoğan’a, demokrasinin bile çoğunluğa göre karar vermek anlamına gelmediğini bir zahmet anlatsa.
Başlık notu: Yazının başlığının esin kaynağı Başar Başarır’ın ‘Getirin o günleri, yakalım bu öyküleri’ isimli nefis öykü kitabıdır. Sırf ismiyle bile sanat tarihine geçmeyi hak eden kitaptaki öykülere bayılacaksınız.
Galatasaray Adası’na ultrAslan desteği
Taraftarlar ismi BuzAda’ya çevrilen yılların Galatasaray Adası’na İnternet’te sahip çıktı
Galatasaray Adası’nın adının işletmeci marifetiyle değiştirilmesine üç hafta önce değinmiş, geçen hafta da Galatasaray camiasından tepki gelmemesini eleştirmiştim. Hafta içinde okurlardan Tolga Gökşin’den aldığım bir mesaj yüreğime su serpti. Galatasaraylı ünlü taraftar grubu ultrAslan’ın İnternet sitesi, açılış sayfasına koyduğu ‘Burası BuzAda değil Galatasaray adası’ sloganlı afişle, Galatasaray Adası’nın ismine sahip çıkma çağrımı kampanyalaştırmış.
Tartışma sitenin forum alanına da taşınarak, taraftarların gündemine getirilmiş. Örneğin site üyelerinden magisterial, ‘Adamızın isminin değişmesine seyirci kalan tüm gelmiş geçmiş yöneticileri şiddetle kınıyorum ve derhal bu hatanın düzeltilmesini bekliyorum’, diyor. iNViSiBLe, ‘Kulübün de adını değiştirtmeseler iyi valla’ diyerek göstermiş tepkisini. Diğer tepkilerden bazıları ise şöyle sıralanıyor...
ultratolga: ‘El salla el salla büyük başkan el salla!!!! Burası Buz Ada değil! GALATASARAY ADASI!’
akıngülgün: ‘Bu pazar Kuruçeşme’ye formalarımızla balık tutmaya gidelim’.
ERSAY: ‘O adanın GALATASARAY ADASI adı altındaki varlığı insana içten içten bir gurur veriyordu’.
sibasar: ‘Vallahi İstanbul«da olsam her gece bir tekne kiralayıp adanın yanına demirleyip sabaha kadar Galatasaray marşı çalardım. Yani şimdi para verecekler diye Ali Sami Yen stadını da değiştirip BUZ STAD mı yapalım?’
]{ eReM: ‘Buz erir ADA kalır!..’
tribuns: ‘Bence bir ultrAslan partisi verelim cümle alem görsün duysun. Sahip çıkalım yani’.
ultraslan.com, ultraslan.org
Divan üyesi de isyanda
‘Ruhsuz Galatasaray ve buz tutmuş adası’ ve ‘Galatasaray Adası’na Fener bayrağı’ başlıklı yazılarıma gelen mesajlar arasında Galatasaray Divan üyesi Özer Berkay’ın mektubu da vardı. Mektupta, aile içinde ‘Melek’ diye andığımız rahmetli eniştem Muzaffer Taray’ın ismine de rastlayınca içim iyice bir tuhaf oldu. Berkay’ın mektubundan bazı bölümleri aktarıyorum:
‘Son yıllara kadar yüzme okulu olarak da faaliyet gösteren ve başarılı gençlere olanak tanıyan adamızda daha önceleri kürek, yelken, yüzme müsabakaları yapılırdı. Engin Ünal, Murat Özüak, Güngör Toygarlı gibi Türkiye şampiyonu sporcular hep Galatasaray Adası’ndan çıkmışlardır.
Galatasaray Adası bir kültür ve eğitim ocağımızdı. Özellikle duayenler Muzaffer Taray, Cihad Telgeren organizasyonuyla her hafta toplanır, yüzlerce kişi bir araya gelip toplum siyasetçileri Vahit Halefoğlu, Fethi Çelikbaş, Metin Toker gibi hatiplerin konferanslarını zevkle izlerdik. (...)
Biz Galatasaraylıların değişmez bir geleneği de, tesislerimize kurucumuz Ali Sami Yen ve kralımız Metin Oktay’dan başka isimler takmaya tahammül gösterememizdir.
BuzAda tabiri mutlaka, hemen silinmelidir. Yahut daha doğrusu oradaki ‘GS’ amblemi kaldırılmalıdır. Doğrusu budur çünkü Adamız artık bizim değildir’...
Ava giden avlanır
Hürriyet e.yaşam’ın geçen cuma günü çıkan Temmuz sayısında, sayısal fotoğrafçılık yazarı Ersan Atakan, Pierre Cardin’in evinde yapılan Canon fotoğraf yazıcılarının tanıtım toplantısından izlenimlerini yazmıştı. e.yaşam’ın bu sayısını kaçırdıysanız, yazıların tümüne hurriyetim.com.tr’den ulaşabilirsiniz. Canon tanıtım partisinde yeni fotoğraf yazıcılarının yanı sıra çok fonksiyonlu Pixma MP780’i de tanıtmış. MP780, fotoğraf kalitesindeki baskısının yanı sıra faks, tarayıcı ve fotokopi makinesi işlevlerine de sahip. Ama benim asıl değinmek istediğim konu başka. Partiye bir dönemin ünlü mankeni Helena Christensen fotoğrafçı olarak katılmış. Ünlü fotoğrafçı Andreas Neumann ile birlikte, podyumların parlayan yıldızı Senegalli manken Khadija Gueye’i fotoğraflıyorlarmış. Neumann, Gueye’i fotoğraflarken, Ersan Atakan’ın objektifine yakalanmış. Hürriyet e.yaşam’ın editörlerinin, yazdıkları alandaki ustalıklarına tanık olmanız için yanda yayınlıyorum. Her ayın son cuma günü çıkan e.yaşam’ları bundan sonra kaçırmayın diye...
hurriyetim.com.tr
Birol Güven haklı
Gazetemin Birol Güven’in, şantaj mağduru Tamer Karadağlı’ya sahip çıkmasını ‘Erkek olunca arka çıktı’ taraflı ve yorumlu başlığıyla vermesini doğru bulmadım. Çünkü Birol Güven’in tavrı mesleki açıdan hiç de çifte standartlı bir tavır değildi. Birol Güven daha önce, özel ilişkilerindeki çalkantılar dizideki domestik anne rolüyle bağdaşmadığı ve rolünün gerektirdiği imajı zedelediği gerekçesiyle Pınar Altuğ’u diziden uzaklaştırmıştı. Hürriyet ‘Erkek olunca arka çıktı’ başlığıyla, ilişki kurduğu kadınlar tarafından gizli kameraya çekilen Tamer Karadağlı’ya, Birol Güven’in sahip çıkmasını çifte standartmış gibi sunuyor. Halbuki ortada çifte standart filan yok. Tamer Karadağlı’nın dizideki rolü, maço babaydı. Otel odasında kadınlarla ilişki kurmuş olması, dizideki maço rolünün gerektirdiği imajı zedelemez. Bir yapımcının, oyuncularının özel hayatlarına karışması doğru mudur, yanlış mıdır o ayrı bir tartışma. Ya da Çocuklar Duymasın dizisinin senaryosunun maço aile yapısına dayanması ne kadar doğrudur, o da ayrı bir konu. Ama Birol Güven’in iki davranışı arasında çifte standart yok.
Restoranlarda moda Chateau Kalecik içmek
Geçen akşam Sunset restorandaydım. Baktım çoğu masada ilk kez birkaç hafta önce tattığım Chateau Kalecik şişeleri. Şarap bardağını bile doğru seçemeyen, yanlış ısıda servis eden sosyetik kalabalık mekanlarından geçilmeyen İstanbul’da klasikleşmeyi başarmış ender restorandan biri Sunset. Bunun anlamı, buranın müşterilerinin beğendiği bir şarabın dikkate alınması gerektiğidir. Sunset müşterisi gelip geçici modalarla değil, kalıcı tatlara meraklıdır. Şato Kalecik lise arkadaşım Rıza Işık’ın girişiminin eseri. Türkiye’nin ilk ve tek Fransız, Türk ortaklı bağı. 1998 yılından itibaren dikilmeye başlanan asma fideleri, kaliteli ürünlerini vermeye başlamış. Şu anda Kalecik Karası ve Fransız Kupaj olmak üzere iki farklı ürünü var. Monosepaj olan Kalecik Karası, bu üzüm türüne bir türlü alışamadığım için bana hitap etmiyor. Yine kendi bağlarından gelen Cabernet Sauvignon, Merlot, Carignan Syrah ve Tannat üzümlerinden yapılan Fransız Kupajı ise kelimenin tam anlamıyla heyecan verici. Unutamayacağınız bir tat ve aroma senfonisine tanık olmak istiyorsanız, mutlaka deneyin.