7 Aralık 2005
Medyanın yılbaşı parlatma büyük ikramiyesi, adı sanı duyulmamış iki kişiye vurdu bu sene. Meğer her ikisi de edebiyatçıymış.
Belki de kimsenin ilgileneceği yoktu ama Kiremitçi-Aydın ikilisinin Aydın olanı, ‘O karısından ayrılmış, ben de kocasından ayrılmış edebiyatçılardık’ diye kendi kendini ve sevgili sevgilisini edebiyatçı ilan ediverince, hopdedikvari alaka gösterenleri bol oldu.
Benim asıl ilgimi çeken mevzu ise, artık her alandan insanların ünlerini magazinin gücünden yararlanarak şişirmeye başlaması. Sinema sanatçısı öyle, tiyatrocusu, yazarı, ressamı, yönetmeni, baleti, hatta profesörü, siyasetçisi bile öyle.
Artık kimse yaptığı işteki başarısı ya da fiyaskosuyla meşhur olmuyor. Meşhur olmanın yolu magazin haberlerinden geçiyor.
Türkiye’nin magazin gündemini, üstelik magazini sulandırmadan belirleyen Kelebek’te yazdığıma göre, gündem yaratma gücü konusunda şanslıyım...
Madem öyle ben de bu gücümü, gündeme girmeyi mesleki yetenekleri ve çalışmalarıyla hak edenler için kullanayım? Ve gerçek genç edebiyatçı arayışında olan okurlarıma ciddi edebiyet eleştirisi üslubu yerine magazinel bir dille iki yazarı önereyim.
BANA İNANAN OKUR BU KİTAPLARI ALIR
Önereceğim yazarlardan ilki Leylá İpekçi. Zaten tanışıyor olma olasılığınız yüksek. Birbiri ardına yayınladığı dört kitabından sonra, uzun bir süre sessiz kaldığı için hatırlatayım dedim... İlki ciddi bir edebiyat ödülüne de layık görülen bu dört kitapla, edebiyatçılığını çoktan kanıtlamış Leylá İpekçi’nin yeni kitabının ismi ‘Başkası Olduğun Yer.’
En ürpertici konuları eğlenceli bir dille ve kutsal kitapları andıran bir üslupla yazan İpekçi’nin kitabından küçük bir alıntı:
‘Sayın Editör; ‘Çağdaş kentlilere seçkin bir ölüm dergisi’ sloganıyla pazarladığınız Cenaze Galası adlı derginin ilk sayısını beğenerek okudum. (...) Okuyucuyla interaktif bir ilişki kuracağınızı söylediğiniz için size yaşlı ama çağı yakalamış bir babaanne olarak bazı tavsiyelerimi yollamak istedim. (...) Tabutun önünde alkış konusuna eğilseniz, bis’lerin boşuna olduğunu anlatsanız, ne kadar yararlı olur! (...) Ölüme yakın olanların ruh durumu, yalnızca geride kalanları değil, henüz ölüsü olmayanları da ilgilendiriyor’ ...
‘Yalnızlığınla Kal’ isimli roman ise Gamze Reisoğlu Şamdancı’nın ilk kitabı. Henüz ödül sahibi olmasa da, Reisoğlu Şamdancı’nın ilk kitabı iyi bir edebiyatçının doğumunu müjdeleyen ipuçları sunuyor:
‘Füsun’un o taksiyi durdurmasıyla başladı bu roman da, kitabın birinci sayfasında değil, tam da bu sayfasında. (...) Sokaklardaki taksi kalabalığını getirdi gözünün önüne. Vızır da vızır... Vızır da vızır... Binlerce arı. İstanbul dev bir arı kovanıydı, peteklerinden bal yerine zehir sızıyordu.’
Bu iki kitabı al, ey bana inanan okur. ‘Başkası Olduğun Yerde’, ‘Yalnızlığınla Kal’...
Müzede fotoğraf neden yasak ki
İstanbul Modern ve Sakıp Sabancı Müzesi sayesinde artık dünya çapında sanat müzelerimiz var. İki harika girişimin yarattığı dalgayla sanat müzeleri popüler kültürümüze dahil olurken, bu yeni akım küçük bir moda daha doğurdu: Müzede fotoğraf çekme yasağı.
İstanbul Modern’deki uygulama, fotoğraf makinesiyle gelen ziyaretçileri içerde fotoğraf çekmemeleri konusunda uyarmaktan ibaret. Sabancı Müzesi’nde ise iş bir adım daha öteye götürülmüş. Ziyaretçilerin fotoğraf makineleriyle, fotoğraf makineli cep telefonları kapıda toplanıyor.
Uygulamanın nedeni Fransızlarmış, Picasso’larının sergilenmesine bu koşulla izin vermişler. Fransa’da Louvre’da bile fotoğraf çekmek serbesttir. Mona Lisa’nın karşısında fotoğraf ve video kameralı bir turist kalabalığı hiç eksik olmaz. Sadece flaş kullanmak yasaktır, çünkü güçlü ışık tablolara zarar verir.
Fransızların, SSM’ye fotoğraf makinalarını toplama koşulu koymasıyla, İstanbul Modern’deki fotoğraf çekme yasağının nedenlerini gerçekten merak ediyorum. Fransızların koyduğu şartın, mutlaka mantıklı bir açıklaması da vardır diye umuyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2005
Bir ay kadar önce masamın üzerinde kırmızı bir zarf buldum. İçinden ‘Sizi AİDS savaşım gönüllüsü olmaya çağırıyoruz’ yazılı bir mektup çıktı. AIDS Savaşım Derneği Başkanı Prof. Dr. Selim Badur imzalı davet ilgimi çekti. Toplumun çeşitli kesimlerinden isimler belirlemişler ve AIDS savaşım gönüllüsü olmaya davet etmişler. Cevap yazıp, böyle bir gönüllülükten gurur duyacağımı söyledim.
AIDS Haftası ve hafta dolayısıyla derneğin düzenlediği VII. AIDS Kongresi dün başladı.
AIDS Savaşım Derneği’nin aktardığı bilgilere göre dünyada dakikada bir kişi AIDS nedeniyle ölüyor, AIDS’li sayısının önümüzdeki beş yılda yüzde 150 artacağı öngörülüyormuş.
Bunlar dünyadan rakamlar. Türkiye ile ilgili ise pek sağlıklı bilgi yok.
En korkutucu olanı da bu. Çünkü AIDS öyle bir salgın ki, en büyük dostu insanların bilinçsizliği. Ve AIDS bilinci konusunda hiç de iyi bir yerde olmadığımız aşikar.
AIDS’le savaşabilmek için en büyük silah bilgi ama AIDS konusunda topluma pekçok yanlış inanç hakim. İşte birkaçı ve doğruları...
Yanlış inanç: AIDS sedece AIDS olanlardan bulaşır.
Doğrusu: Hayır bir insanın AIDS hastalığına yol açan HIV virüsünü bulaştırabilmesi için AIDS olması gerekmez, HIV pozitif olması yani HIV virüsünü taşıması yeterlidir.
HIV virüsü taşıyan bir kişi hiçbir hastalık belirtisi göstermeden genellikle 10, 15 yıl çok sağlıklı bir yaşam sürdürebilir.
HIV virüsü, AIDS hastalığına henüz yakalanmamış ama HIV virüsünü vücudunda taşıyan bir kişi tarafından bulaştırılabilir.
Yanlış inanç: AIDS testi olup temiz çıkmış bir kişi HIV virüsü bulaştıramaz.
Doğrusu: AIDS testi olarak bilinen testler, kanda HIV virüsü olup olmadığını değil, vücudun HIV’e karşı geliştirdiği HIV antikoru olup olmadığını test eder. Bir insan HIV virüsü kaptığında, bu antikorlar kanda hemen tespit edilebilir düzeye çıkmaz.
Sağlıklı bir test sonucu, riskli temastan (korunmasız cinsel ilişki, kanayan ya da açık bir yaranın bir başkasının kanıyla teması) ancak üç ay sonra alınabilir.
Dolayısıyla bu üç aylık süre boyunca kişi anti-HIV testinden temiz çıkmasına rağmen HIV virüsü taşıyor olabilir.
Üstelik HIV virüsü, vücut henüz antikor üretemediği için kandaki en yüksek konsantrasyonlarına bu dönemde çıkar. Yani bulaştırma olasılığı en yüksek olan devre bu dönemdir.
Yanlış inanç: AIDS cinsel yoldan yalnızca homoseksüel ilişkiyle geçer.
Doğrusu: AIDS sadece homoseksüel ilişkiyle değil, korunmasız vajinal ilişkiyle erkekten kadına ve kadından erkeğe de geçebilir.
HIV virüsü en yoğun miktarlarda sırasıyla kanda, menide ve vajinal sıvılarda bulunur.
Diğer vücut salgılarındaki miktarı risk teşkil edecek boyutlarda değildir.
Virüs bu sıvıların derideki açık bir yarayla ya da kadında vajina duvarı, erkekte idrar yolu gibi sıvıları geçirgen özelliğe sahip mukozal dokularla teması sonucunda vücuda sızar.
İki nefis taze şarap
Kavaklıdere’nin yeni çıkan ‘2005 Primeur’ şaraplarını, Nişantaşı’ndaki şarap butikleri Kav mağazasında tattım. Primör şarap türü, dünya çapındaki ününü Fransa’nın Beaujolais bölgesinde doğan geleneğe borçludur. Bu şarapların bir kısmı, üzüm şırasının şaraba dönüşmesi evrelerini kısaltan bir teknikle üretilir ve her yıl kasım ayının üçüncü perşembesi, büyük bir tantanayla Paris’te piyasaya sürülür.
Özel üretim tekniği sonucunda ortaya çıkan yoğun meyva aromalı, kolay içimli, hafif şarap, Beaujolais Nouveau olarak anılır ve üretiminden itibaren altı ay içinde tüketilmesi gerekir.
Beaujolais geleneksel olarak Gamay üzümlerinden üretilir ve beyaz şaraba en yakın kırmızı şarap olma özelliğiyle balıkla birlikte içilebilecek en iyi kırmızı şaraptır.
Üstelik bu şaraplar tıpkı beyaz şarap gibi soğutularak da içilebilir. Beaujolais bölgesinden yıllandırılmaya uygun çok kaliteli şaraplar da çıkar. Bunlar ‘Nouveau’ ibaresi taşımayan, sadece Beaujolais yazılı etiketlere sahiptir.
Pirimör geeneğini Türkiye’de Kavaklıdere 1988 yılından beri kırmızı ve beyaz ‘Primeur’ şaraplarıyla yaşatıyor. Kavaklıdere Beyaz Primeur 2005, Sutaniye ya da Sultaniye ve Emir karışımıyla üretilen önceki yılların aksine bu sene sadece Emir üzümlerinden üretilmiş. Ortaya asitli ve asidi sayesinde meyve aromalarını doruk noktasına çıkartan nefis bir şarap çıkmış. Muz ve mango kokuları belirgin.
Kavaklıdere Primeur 2005 ise Öküzgözü üzümlerinden üretilmiş. Yoğun meyva aromalarına eşlik eden belirgin tereyağ, toprak kokuları, güçlü gövdesi ve kalıcı tanenleriyle alışılagelmiş primörlerden çok farklı, yemekte bile içilebilecek bir şarap çıkmış.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2005
İstanbul Modern açıldığı günden beri hep gündemde kalmayı başararak, sanat müzelerini popüler kültürün içine sokmayı başarabilen ilk ve tek Türk müzesiydi. Sakıp Sabancı Müzesi (SSM) ise yurtiçindeki ve yurtdışındaki çok başarılı çalışmalarına rağmen, Türkiye’de çok az sayıda insanın ilgisini çekiyordu. Ta ki muhteşem Picasso sergisine kadar.
Picasso sergisinin kopardığı gürültüyle birlikte, Sakıp Sabancı Müzesi’nin İstanbul Modern’le kıyaslanmaya başlanması da kaçınılmaz oldu.
Sabancı Grubu Başkanı Güler Sabancı, Sabah’tan Şelale Kadak’a, SSM’nin Türkiye’nin dünya ölçeğindeki tek müzesi olduğunu iddia etmiş. Dünya ölçeğinde olmak büyük iddia. Dünya ölçeğinde olmanın tek ama çok geniş bir kriteri var. O da A’dan Z’ye istisnasız her şeyiyle çağdaş batı standartlarını yakalamak...
Ziyaretçi akını nedeniyle Picasso sergisini gezmeye henüz fırsat bulamadım. Hani insan kalabalığını göze alsam bile, otopark sorunuyla uğraşmayı gözüm yemiyor. Dar Boğaz yolunun üzerindeki SSM’nin sadece 30 araçlık otoparkında yer bulamayacağımdan eminim.
O nedenle, sergiyi gezmek için ilk meraklı akınının biraz durulmasını bekliyorum. Ama bir yandan da, İstanbul Modern mi yoksa Sakıp Sabancı Müzesi mi daha çağdaş merakımı dizginleyemiyorum.
Merakımı biraz olsun giderebilmek için, SSM’yi çağdaşlığın en önde gelen kriterlerinden biriyle test edeyim dedim. Müze içinde bir de restoran açılmış. İşletmeciliği Taksim’deki ünlü ve çok başarılı restoran Changa’ya verilmiş.
Telefon açıp sordum, sigara içilmeyen bölüm var mı diye. Yok dediler.
Sabancı Müzesi çoluk çocuk gezilen bir müze. Çocuklardan ve yanlarındaki veliden giriş ücreti almamak gibi çok güzel bir uygulamaları bile var. Bir yandan çocuklara sanat aşkı aşılamaya çalış, öte yandan sigara dumanıyla zehirlenmemeleri için gerekli önlemleri alma.
İstanbul Modern’in içindeki kafede de başlangıçta aynı hata yapılmıştı. İstanbul Modern’i modernlikle bağdaşmayan bu hatası nedeniyle eleştirmiştim. Hatadan dönmesini bilmek de modernliğin bir gereğidir, yanlış uygulamayı hemen düzelttiler. Restorandaki masaların tümünü sigara içmeyenlere, barı ise içenlere ayırdılar. İşte bu nedenle de, dünya ölçeğinde çağdaşlık kriterinde Sakıp Sabancı Müzesi’nin hálá atbaşı önündeler.
Bu arada İstanbul’un en iyi restoranlarından biri olan Changa’nın SSM’de açtığı Müzedechanga’yı da çok merak ettiğimi ekleyip, İstanbul’a layık iki muhteşem müzenin restoranlarının karşılaştırmasını SSM’i ziyaret ettikten sonraki yazıma bırakayım.
Sigara ihbar hattı şart
Türkiye’yi sigara içmeyenler ve çocuklar için tam bir cehennem olmaktan çıkartacak yasa tasarısı görüşülürken, AKP’den Sabri Varan, sigara içenlerin de haklarının savunulması gerekir diye anti demokratikliğe örnek gösterilebilecek garip bir söz söylemiş.
Sigara içenlerin tek hakkı var, o da bu zehiri kendi evlerinde, kimseye zarar vermeden içmek. Başka da hiçbir şeye hakları yok. Sigara içmek bir hak değil, başkalarının sağlığını da tehlikeye atan bir hastalıktır.
Yasa tasarısı, bu hastalıkla mücadele için çok iyi düşünülmüş yasaklar içeriyor. Ancak başarılı olunabilmesi için yaptırım ve cezaları uygulanabilir kılacak bazı yeni mekanizmaların da yasaya eklenmesi gerekiyor.
Örneğin müzelerde sigara içilmesi mevcut kanunlara göre bile yasak ama Sakıp Sabancı Müzesi’nin restoranında içiliyor. Nedeni 4207 nolu yasanın, sigara lehine yorumlanabilecek şekilde kötü yazılmış olması.
Yeni yasakların uygulanabilir olması için mutlaka bir ihbar mekanizmasıyla desteklenmesi gerekiyor.
Nimet Çubukçu gibi muhbirlikle, ihbarı birbirine karıştıranlar olabilir. Onlar için ekleyeyim. Muhbir, kişisel menfaat sağlamak için gammazlayanlara denir. İhbar ise medenice yaşamak isteyenlerin, medenice yaşama özgürlüklerine saldıranlara karşı kullanabilecekleri tek silahtır.
Sigara yasakları, yürürlüğe kondukları tüm medeni ülkelerde bir ihbar ve ceza mekanizmasıyla desteklenmiş olmaları sayesinde uygulanabiliyor. Çok iyi hazırlanmış yasa teklifimizdeki tek eksik bu. Komisyonun yasayı sulandırmaya çalışmak yerine, bu eksik üzerinde yoğunlaşmasını dilerim.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2005
Las Vegas’taki Madame Tussaud müzesinin önünden geçerken, Koç Holding’in katkılarıyla çok başarılı bir şekilde yenilenen Atatürk mumyasını da barındıran Londra’daki Madame Tussaud müzesi geldi aklıma. Las Vegas’ı ziyaret eden turistlerin lümpen olanlarından olmadığım için içine girmedim tabii ki.
Aslına bakılırsa New York, Las Vegas, Amsterdam, Hong Kong’daki şubelerin anası olan Londra’daki müze de, tıpkı Las Vegas’taki gibi turistlerin lümpen takımına hitap eden yapmacık bir müzeden ibaret.
Tarihi yerlerden, sanat galerilerinden, ciddi müzelerden fazla hoşlanmayan, yerel yemekler sunan bir lokanta yerine McDonald’s’ın birinde ekmek arası ketçaplı Amerikan köftesi yemeği tercih edenlerin, paraya kıyacak olurlarsa gezecekleri bir yerdir mumya müzesi...
Nedense mumya müzesi diye çevirmişizdir ama aslında sergilenen nesnelerin mumyayla filan ilgisi yoktur tabii ki. Ünlülerin balmumundan yapılmış üçüncü sınıf heykellerinden ibarettir müzenin galerilerinde sergilenen.
Mutfağı pek bir şeye benzememesine rağmen dünyanın en iyi restoranlarını barındıran Londra’da, İngilizlerin lümpen mönüsü lezzetsiz kod balığı ve patates kızartmasıyla midesini dolduran turistler, Madamme Tussaud’da, ünlülerin balmumundan yapılmış kötü kopyalarıyla fotoğraf çektirerek tatmin olurlar.
Buradaki tüm heykeller, heykellerden para kazanan müze tarafından yaptırılmıştır. Taa ki biz çıkıp, Atatürk’ün heykeli gerçeğine hiç benzemiyor diyerek, kendi heykelimizi kendimiz yaptırıncaya kadar.
Çok iyi niyetli bir girişim ama bence o kadar da gereği yoktu. Dünyanın en büyük liderlerinden birinin heykeline saygı gösterme gereği duymayan yapmacık bir müzeye hak etmediği bir değer vermiş olduk.
Ne de olsa Madame Tussaud’yu gezen kısa pantalon altına çorap ve beyaz spor ayakkabı giyen turistler arasında Atatürk’ü tanıyan bile ender çıkar. Tanıyanlar da fotoğraf karelerini Madonna’ya, Britney Spears’e hadi bilemediniz Marilyn Monroe’ya saklar.
Yolu her nasılsa Madamme Tussaud’ya düşen Türk turistler mi? İşkembeyi doldurmak için Londra’da bile kebapçı, dönerci arayanların Atatürk’ün balmumu heykeliyle ilgileneceğini mi sanıyorsunuz?
Las Vegas’tan rakamlar
n Bellagio otelindeki Prime Steakhouse restoranında Chivas Regal’in özel üretim viskisinin tek kadehi 1.050 dolardan satılıyor. 50 Year Salute isimli bu viskinin özelliği Kraliçe 2. Elizabeth’in taç giyişinin 50. yıldönümü şerefine sadece 255 şişe üretilmiş olması.
n Las Vegas’taki otellerin yarısı tema olarak suyu seçmiş. Çöl içinde kurulan yapay cennet için çekici bir seçim tabii ki. Bu otelleri devasa yapay göller çevreliyor, Bellagio’da her onbeş dakikada bir muhteşem bir fıskiye gösterisi, Treasure Island’da deniz kızlarının korsanlarla savaşı, Mirage’da yapay yanardağ patlaması canladırılıyor. Çöl ortasında yaratılan vahanın suyu yarım saat mesafedeki, modern dünyanın harikalarından biri olarak kabul edilen Hoover barajından geliyor. 222 metre yüksekliğindeki barajın yapımında 6,6 milyon ton çimento kullanılmış.
n Las Vegas’ın en yeni ve en lüks oteli Wynn’in sahibi Mr. Wynn’in ilk oteli Mirage, kurulduğu yıl günde 1 milyon dolar kár ederek, şehirdeki temalı otel çılgınlığının fitilleyicisi olmuş.
n Las Vegas’ı 2004 yılında ziyaret eden turist sayısı 37,4 milyon. Bunların 5,7 milyonu kongre ve fuar için şehri ziyaret etmiş. Karşılaştırma yapmak için: Tek bir şehir 37,4 milyon turist, tek bir otel günde 1 milyon dolar kár ederken tüm Türkiye’yi ziyaret eden yıllık turist sayısı 20 milyon, bıraktıkları toplam yıllık brüt gelir ise 17 milyar dolar.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2005
Japonya, Kore, Çin, Arap ülkeleri gibi kendilerine has alfabeyi kullananlarda, İnternet adreslerinde İngilizce dışında harf kullanılmamasının tek sakıncası var, o da Latin alfabesine yabancı olan nüfusun İnternet’i doğru düzgün kullanamaması. Ancak İnternet adreslerinde Türkçe harfleri kullanamıyor olmamız bizim için, İnternet kullanımının yeterince hızlı yaygınlaşmasını engelemenin yanı sıra çok önemli bir risk daha doğuruyor.
Latin harflerine aşina olan halkımız, pratik bir çözüm olarak İngiliz alfabesinde karşılığı olmayan Türkçe karakterler için aksak karşılıklarını, örneğin "ğ" yerine "g", "ş" yeri "s" kullanma yoluna gidiyorlar.
Bu da dilimizin hızla yozlaşmasına, Türkçe harflerin işlevini yitirmesine ve alfabenin giderek evrim geçirerek yok olmasına yol açabilecek bir tehlike.
Kore şirketi olan Netpia, bu soruna bir çözüm bulmak amacıyla yeni bir adres sistemi teknolojisi geliştirmiş. Bu çözüm sayesinde artık isteyen ülke, kendi özel alfabesini İnternet adreslerinde kullanabiliyor.
Sistem İnternet’in evrensel standartlarına aykırı değil. Sadece yerel çözümler sunmak üzere geliştirilmiş.
İnternet’te kullanılan evrensel standartlara alternatif olarak düşünülmüş olsa idi en başta ben karşı çıkardım.
İnternet’in bu kadar hızlı bir şekilde ve bu denli yaygınlaşabilmiş olmasının tek nedeni var, evrensel standartları olması. İnternet’te herşey farklı coğrafyalardaki, farklı marka, farklı model, farklı işletim sistemi, farklı amaçlar için geliştirilmiş makinelerin evrensel standartlar aracılığıyla birbirleriyle sorunsuz haberleşebilmesi ve anlaşabilmesi prensibi üzerine kurulmuş.
Ancak İnternet’te nasıl ki aynı standartları kullanmasına rağmen, farklı amaçlar için kullanılmak üzere geliştirilmiş farklı cihazlar yan yana var olabiliyorsa, ortak standartların üzerinde çalışacak ve gerektiğinde yerel ihtiyaçları karşılayacak yerel standartlar kullanmak da mümkün.
Eski sürüngen posta devrini düşünün. Ülkeler yurtiçi yazışmalarda kendi yerel alfabelerini, uluslararası yazışmalarda ise Latin alfabesini kullanmıyorlar mıydı? Ne biri ötekinin çalışmasına, ne diğeri bunun çalışmasına engeldi.
Netpia’nın geliştirdiği adresleme sistemi de böylesi bir çözüm. Yani evrensel İnternet adresi standartlarına aykırı değil ama belli bir ülkede, o ülkenin alfabesiyle çalışan bir adresleme sistemini, evrensel adresleme sistemiyle çelişmeyecek şekilde çalıştırabiliyor.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2005
Türk Futbol Milli Takımı yüzünden içine düştüğümüz ayıkla pirincin taşını durumu, toplumsal bir hastalığın belirtisi aslında. Motivasyon, yeteneksizliğin ve yetersizliğin yerini tek başına dolduramıyor ne yazık ki. Çekirgeyi bir, hadi bilemedin iki kez zıplatabiliyor ama üçüncü defa zıplatmaya gücü yetmiyor.
Fatih Terim Galatasaray’ı Avrupa Şampiyonu yaptığında, Derwall’in mirasını yiyordu. Derwall zamanında kurulan altyapının meyvesi takımı, Denizli’den devraldığı motivasyon silahıyla gaza getirdi ve Avrupa Şampiyonu yaptı.
Türk futbolunun yükselişi, Şenol Güneş yönetimindeki Milli Takım’ın Dünya üçüncülüğünü yakalamasıyla zirve yaptı. Ondan sonra da düşüşe geçti. Altyapıya yapılan yatırım devam etmediği için motivasyon yoluyla verilen gaz artık hiçbir işe yaramaz olmuştu.
Sonunda da gazın ayarı iyice kaçtı ve Türk futbolu balonu patlayıverdi. Yeteneksizlik ve yetersizlik, hırs ve aşırı motivasyonla karıştırılınca ortaya özlemi duyulan kutlama şampanyası yerine Molotof kokteyli çıktı.
Türkiye’nin Batı’yı hedef alan yolculuğu da benzer bir yoldan geçiyor. Cumhuriyet döneminde temeli atılan altyapının meyvesi Türk toplumu, son dönemde verilen yerinde motivasyonla Avrupa Birliği’yle üyelik için masaya oturmayı başardı.
Ama bu başarının hemen ardından toplumsal altyapıya yatırımı bir kenara bırakıp, lüzumsuz konularla patinaj yapmaya başladık.
Avrupa Birliği’ne, ‘Avrupa bizi yanlış tanıyor’ diye, kafamızı devekuşu gibi kuma gömerek giremeyeceğimizi görmemiz gerekiyor. Önce kendimize çekidüzen verelim, sonra tanıtım atağına geçeriz.
Nişantaşı’na, Etiler’e, Bağdat Caddesi’ne bakıp, biz şu andaki halimizle bile zaten yeterince Avrupalıyız dersek, Türk futbolu balonu gibi patlayacağımızdan kuşkumuz olmasın. Kaldı ki Nişantaşı, Etiler ve Bağdat Caddesi de Avrupalı olmaktan çok uzak...
Moda Vakko’dur, sanat SoHo
Vakko V2K’nın ikinci mağazası Nişantaşı’nda açılmış. Okuduğum haberden öğrendiğime göre New York’un ünlü sanat ve moda merkeze SoHo mahallesindeki yaşamı yansıtıyormuş. Gidip görmediğim için bunu nasıl başarabilmişler anlayamadım.
V2K’da dünyanın en ünlü markaları bir arada satılacakmış. SoHo yaşamını yansıtıyor dedikleri bu yanı olsa gerek diye düşündüm. SoHo’da da dünyanın bütün ünlü markalarını bulmak mümkün. Bu markalara Mavi de dahil (gerçi son gittiğimde Mavi’nin ABD’deki ilk mağazasının adı Turk Jeans olmuştu, yeni bir marka yaratıyorlar herhalde diye düşünmüştüm.) Ama SoHo’yu SoHo yapan, gün geçtikçe moda mağazalarının arasında daha da fazla kaybolmaya başlayan sanat galerileridir aslında.
İşgalci modacılar, mağazalarını birer sanat galerisi estetiğinde tasarlayarak, sanat semtine olan saygılarında kusur etmezler en azından. Bunun en güzel örneği de Prada’nın kendi başına bir sanat eseri olan mağazasıdır.
V2K’nın SoHo yaşamını yansıtmadaki başarısını, gezip gördükten sonra yazarım. Ama Vakko’nun takdir ettiğim bir stratejisine değinmeden edemeyeceğim.
Vakko değişen alışveriş kültürüne tamamen teslim olmuyor.
Dünya markalarını kendi markasını taşıyan bir mağazada satmak yerine, V2K diye bir mağaza yaratıyor. ‘Beymen’ dendiğinde akla artık sadece dünya markalarının satıldığı bir mağaza geliyor. Vakko’nun V2K stratejisi ise kararlılıkla sürdürüldüğü takdirde Vakko markasının bir moda markası olarak kalmasını sağlayacak.
Son yılların en güzel filmi
18 yaşımda olsaydım en az sekiz kez daha izleyeceğim filmlerden biri olurdu. Hani o çok etkilendiğiniz, tekrar tekrar seyredip yaşam felsefenize entegre ettiğiniz filmlerden bahsediyorum.
Geçen hafta Las Vegas’taydım ve son yazımda sizlere, yazımı yazdıktan sonra izlemeye gideceğim Seinfeld’in şovunu bu hafta anlatacağıma söz vermiştim. Hafta sonu İstanbul’a dönüp, ‘Elizabethtown’u izleyince fikir değiştirdim.
Seinfeld bildiğiniz Seinfeld işte... Şimdi oturup yaptığı şakaları kuru kuru yazmaya kalkışsam, keçiboynuzu tadı verecek. Ama ‘Elizabethtown’ öyle atlanacak türden bir film değil.
‘Elizabethtown’, tipik Hollywood filmlerinden çok farklı. ABD’de geçmese ve Orlando Bloom, Kirsten Dunst, Susan Sarandon, Alec Baldwin gibi oyuncular olmasa Avrupa filmi diye yutturulabilir bile.
Filmin başı ve sonu hariç büyük bir bölümünün geçtiği ABD kasabası Elizabethtown da, ABD filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz yerlerden çok farklı. Aslında gerçek ABD’yi filmlerde bol bol seyrettiğimiz New York, Los Angeles, Chicago gibi büyük şehirlerden çok daha fazla temsil eden bir kasaba.
Filmin finali ise mini bir belgesel gibi. Ama insana keşke biraz daha uzun olsaymış dedirtiyor.
Bu farklı Hollywood filmini sakın kaçırmayın. Vizyondayken yakalayamazsanız da, VCD ya da DVD’sinin çıkmasını dört gözle bekleyin.
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2005
Türkiye’nin ilk içki kültürü dergisi Gusto’nın son sayısında Mehmet Yalçın ve Ahmet Örs piyasadaki rakıları tadıp, puanlamışlar. Daha önce Sabah’ın Aktüel Pazar ekinde de benzer bir tadım yapılmış ve tadıma katılan jüri, piyasadaki rakıları puanlamıştı.
Sabah’ta yayınlanan tadım testinin sonuçları garibime gitmişti. Sonucu garipsememin nedeni, tadım puanlarıyla içim sırasının birbiriyle olan sıkı ilişkisiydi.
Jüri ilk tattığı rakıya düşük en düşük puanı vermiş, sonra her kadehte puanlar artmaya başlamış, son tattıkları kadehteki rakıya en yüksek puanı vermişlerdi.
‘Anlaşılan beşinci kadehten itibaren, kafalar da rakılar da güzelleşmeye başlamış, notlar artmış’, diye düşünmemek elde değildi.
Latife bir yana, piyasada sayıları hızla artan rakı çeşitleri için bu tip tadım testleri yapmak hem eğlenceli, hem bilgilendirici.
Bu tip tadım testlerinin sonucu hiçbir zaman nihai olamaz ve tüketicinin kendi kişisel beğenisinin yerini tutamaz. Yine de tadım jürisinin verdiği notların ortalaması tüketici için bir ön fikir verebilir.
Mehmet Yalçın ve Ahmet Örs’ün Gusto dergisi için yaptığı tadım testi, piyasadaki rakıların değerlendirilmesinde ciddi ve objektif bir tadım yöntemi kullanılan ilk test olması açısından önemli.
Gusto’da yayınlanan testin tek eksik yanı, tadımın sadece iki jüri tarafından yapılmış olması. Bu tür testlerde kişisel zevklerin oynadığı rolü minimuma indirmek için jürinin mümkün olduğunca kalabalık tutulması arzu edilir.
Testin kişisel zevklerden yüzde yüz arındırılması için yeterli olmasa da üç, ikiden büyüktür diyerek Ahmet Örs ve Mehmet Yalçın’ın verdiği notlara kendiminkileri de kattım.
İşte Türkiye Rakı Ligi’nde ikinci hafta puan durumu...
Türkiye rakı ligi
Altınbaş
Toplam Puan : 22
Ahmet Örs : 7 Mehmet Yalçın : 7 Yurtsan Atakan : 8
Kulüp
Toplam Puan : 21
Ahmet Örs : 7 Mehmet Yalçın : 7 Yurtsan Atakan : 7
Tekirdağ
Toplam Puan : 21
Ahmet Örs : 7 Mehmet Yalçın : 6 Yurtsan Atakan : 8
Tekirdağ Altın
Toplam Puan : 20
Ahmet Örs : 5 Mehmet Yalçın : 6 Yurtsan Atakan : 9
Efe
Toplam Puan : 18
Ahmet Örs : 7 Mehmet Yalçın : 6 Yurtsan Atakan : 5
Çilingir
Toplam Puan : 18
Ahmet Örs : 6 Mehmet Yalçın : 6 Yurtsan Atakan : 6
Mercan
Toplam Puan : 16,5
Ahmet Örs : 4 Mehmet Yalçın : 4,5
Yurtsan Atakan : 8
Yeni Rakı
Toplam Puan : 15,5
Ahmet Örs : 4 Mehmet Yalçın : 4 Yurtsan Atakan : 7,5
Efe Yaş Üzüm
Toplam Puan : 15,5
Ahmet Örs : 5
Mehmet Yalçın : 5,5 Yurtsan Atakan : 5
İzmir
Toplam Puan : 15
Ahmet Örs : 5 Mehmet Yalçın : 5 Yurtsan Atakan : 5
Burgaz
Toplam Puan : 15
Ahmet Örs : 5 Mehmet Yalçın : 5 Yurtsan Atakan : 5
Las Vegas’ta radyo dalgalı tasmayla dolaştırıldım
Boynumda radyo dalgalarıyla takip edilmemi sağlayan bir etiketle Las Vegas’ta dolaşıyorum.
Kağıt inceliğinde, küçük bir pul büyüklüğündeki akıllı etiket radyo dalgaları yayabilme yeteneğine sahip. Çevrede akıllı etiket olup olmadığını tarayan istasyonların yakınından geçtiğimde, boynumdaki etiket istasyondan gelen dalgayı alıyor ve kimlik bilgimle birlikte geri yansıtıyor. Kimlik bilgimi alan istasyon, etiketimden yayınlanan verileri ana bilgisayara göndererek, istendiğinde incelenebilmesi amacıyla depolanmasını sağlıyor.
Boynumda yerimin saptanmasını sağlayan akıllı bir etiketle dolaşmamın nedeni, Las Vegas sokaklarında kaybolmaktan korkmam değil. Las Vegas’ta bulunmamın nedeni yazılım şirketi Computer Associates’ın CA World konferansını izlemek. CA, şirketlerin bilişim altyapılarını yönetmesini kolaylaştıran çözümler sunan bir firma... Radyo frekanslı etiketler, CA’in önem verdiği yeni teknolojilerden biri.Hal böyle olunca, konferansa katılanlara verilen yaka kartlarına birer akıllı etiket iliştirilmiş olması da olağan.
Bu etiketler sayesinde CA, konferansa katılan 6 bin kişinin, konferans boyunca neler yaptığını, hangi toplantılara katıldığını, mini fuar alanında hangi standlara daha fazla zaman ayırdığını takip edebiliyor.
Hemen söyleyeyim, yaka kartlarındaki sanal kimlik bilgileri, gerçek kimliklerle ilişkilendirilmiş değil. Böyle bir ilişkilendirme kişisel yaşamın gizliliği ilkesi açısından ABD yasalarına aykırı.
Bu nedenle CA, akıllı etiketlerden gelen bilgileri sadece istatistiki olarak kullanıyor. Örneğin konferansa katılanların yüzde 80’i filanca toplantıya katılmış, filanca toplantıya gidenlerin yüzde 35’i de fuar alanındaki şu, şu, şu teknolojilerine ilgi göstermiş diyebiliyor. Ama Yurtsan Atakan şu toplantıya girmiş, bu toplantıya girmemiş diyemiyor.
Tabii bizde böyle bir yasa olmadığı için, radyo dalgalı etiket teknolojisi Türkiye’de ne amaçlarla kullanılabilecek, endişe duymamak mümkün değil.
Teknolojiden kaçmakla bir şey kazanılamayacağına göre, kötüye kullanımını önlemek için gerekli yasal düzenlemelerin bir an önce yapılması tek temennimiz...
Ben şimdi boynumdaki yayıncı etiketle Jerry Seinfeld’in şovunu izlemeye gidiyorum. Ertesi akşam da Çırak ve Survivor programlarının yaratıcısı Mark Burnett’i dinliyor olacağım.
Onları da dönünce anlatırım.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2005
Kardeşim Ersan Atakan aradı. Arkadaşları New York’a gidiyormuş, tavsiye edbileceğim restoranların listesini istemişler. Farklı zevklere ve farklı bütçelere hitap eden küçük bir rehber hazırlayıp, verdim. Rehberi hazırlarken, yurtdışındaki konferanslarda, fuarlarda tanıştığım yabancı gazeteci arkadaşlarım, İstanbul için benden böyle bir rehber isteseler, ne kadar zorlanacağımı düşündüm.
New York için bir çırpıda yazdığım aşağıdaki rehberin bir benzerini İstanbul için hemen yapamadım. Ama pes etmedim. Önümüzdeki haftalarda İstanbul için de benzer bir rehber liste yazıp, yine bu köşede yayınlayacağım.
Listeyi hazırlamakta, sizlerden de yardım almayı umuyorum. İstanbul’u ziyaret edecek turistlere önereceğiniz restoranları, iki cümlelik tanıtımınızla birlikte e.posta adresime göndermenizi bekliyorum.
Ama lütfen kebapçı ve balıkçı dışında mekanları da önerin. Gelen turistlere Türk mutfağı diye kebapçı ve balıkçıların yutturulmasına artık dayanamıyorum. Bir de önereceğiniz restoran sakın içkisiz olmasın. Yemeğin yanında bir kadeh şarap, bir bardak bira içilemeyen yerler, yemeği bir keyif olarak sunan ‘restoran’ değil, karın doyurmayı amaçlayan ‘esnaf lokantası’ sınıfına girer.
Gelelim New York için hazırladığım rehbere. Kesip saklayın, belki bir gün lazım olur:
........................................
Haru Sushi diye yeni açılmış bir Sushi zinciri var. Fazla pahalı olmayan bir fiyata, balığı cömert miktarda servis eden, pirinçle değil balıkla karın doyurmak için ideal, sake mönüsü zengin ve denenmeye değer, öğlen tatilinde New York’lu lokallerin doldurduğu, rezervasyona gerek olmayan, gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir yer. Şehrin çeşitli yerlerinde şubeleri var. Şubelerin adreslerini www.harusushi.com sitesinden öğrenebilirsiniz. Öğlen gidecekler için Haru Park Avenue’yu tavsiye ederim, çok nezih bir kalabalık oluyor.
Union Square Cafe (www.unionsquarecafe.com/), yılardır Zagat Guide anketlerinde dünyanın en iyi restoranı seçilen bir yer. Çok pahalı değil ve nefis yemekleri, harika servisi var. Rezervasyon şart, bazen bir, iki ay öncesinden dolmuş oluyor. Ama www.opentable.com sitesinden yer bulmak ve önceden rezervasyon yapmak mümkün. Öğlen de akşam da gidilebilir.
Butter, sosyetenin yeni gözdesi. Özellikle akşam yemeğinde ünlü isimlerle karşılaşma şansı yüksek. butterrestaurant.com. Rezervasyon şart.
Foley’s Restaurant: Büyüleyici bir Times Square manzarası eşliğinde çok güzel balık yemekleri. Manzaranın keyfini çıkartmak için akşam gidilmeli. Rezervasyon şart değil ama sabahtan yaptırmakta fayda var. Times Meydanı’nda, Renaissance Hotel’in ikinci katında. tinyurl.com/7js5u
Smith&Wollensky: Et ve şarap cenneti. Çok zengin bir şarap mönüsü ve hem zengin, hem de çok doyurucu bir yemek mönüsü var. Akşam yemeği için, mutlaka gidilmesi gereken bir yer. Rezervasyon şart ama hafta sonu değilse, sabahtan bulunabiliyor genellikle. www.smithandwollensky.com
I Tre Merli: SoHo’yu ziyaret gününde, öğle yemeği için ideal bir İtalyan restoranı. Hava güzelse, dışarıdaki az sayıda masada yer kapmak için 12’den biraz önce gitmekte fayda var. www.itremerli.it/ita/ny.htm
Asia de Cuba: Çok çok lezzetli fusion mutfak. Ünlülerle karşılaşma şansı da var. Opentable.com’dan rezervasyon yapılabiliyor.
Russian Samovar: Uygun fiyata, Rus mutfağından çok güzel örnekler yemek için ideal. www.russiansamovar.com
Pasha: İlla Türk yemeği ama NY standartlarında ve NY şıklığıyla diyenler için. tinyurl.com/bmqge
Bilişim savaşçısı trafiğe yenildi
Bir bilişim savaşçısıydı. Bilişim teknolojilerinin yaşantımızı kolaylaştırmak, toplumsal değerlerimizi zenginleştirmek için kullanılabileceğini biliyordu. Yaşamını bilişim teknolojilerinin yaygınlaşmasına adamıştı.
‘Trafik magandalarına maganda cezası kesilsin’ başlıklı yazımın yayınlanmasının ertesi günü kullandığı otomobil, hatalı sollama yapan bir TIR’ın altına girdi.
Trafik cezalarının, vergi borçlarının, üniversite giriş sınavı sonuçlarının İnternet üzerinden sorgulanabilmesi gibi geliştirilmesine doğrudan ya da dolaylı katkı verdiği uygulamalarla, yaşantım üzerinde pek çok magazin ünlüsünden daha fazla etkisi olmuştu.
Ölümü gazetelerde kısa bir haber olarak yer aldı.
Hürriyet e.yaşam ekinin yazarıydı. Üç yıl önce eki çıkarmaya hazırlanırken, düzenli yazarı olmasını istediğimde sevinçle kabul etmişti. İlk sayıdan beri ‘e.devrim’ isimli köşesindeki yazılarıyla, 1,6 milyon e.yaşam okurunu Bilgi Çağı’na davet ediyordu.
Allah rahmet eylesin Sevgili Tuncer Üney. Seni hem çok özleyeceğiz, hem çok arayacağız...
Yazının Devamını Oku