Türk Futbol Milli Takımı yüzünden içine düştüğümüz ayıkla pirincin taşını durumu, toplumsal bir hastalığın belirtisi aslında.
Motivasyon, yeteneksizliğin ve yetersizliğin yerini tek başına dolduramıyor ne yazık ki. Çekirgeyi bir, hadi bilemedin iki kez zıplatabiliyor ama üçüncü defa zıplatmaya gücü yetmiyor.
Fatih Terim Galatasaray’ı Avrupa Şampiyonu yaptığında, Derwall’in mirasını yiyordu. Derwall zamanında kurulan altyapının meyvesi takımı, Denizli’den devraldığı motivasyon silahıyla gaza getirdi ve Avrupa Şampiyonu yaptı.
Türk futbolunun yükselişi, Şenol Güneş yönetimindeki Milli Takım’ın Dünya üçüncülüğünü yakalamasıyla zirve yaptı. Ondan sonra da düşüşe geçti. Altyapıya yapılan yatırım devam etmediği için motivasyon yoluyla verilen gaz artık hiçbir işe yaramaz olmuştu.
Sonunda da gazın ayarı iyice kaçtı ve Türk futbolu balonu patlayıverdi. Yeteneksizlik ve yetersizlik, hırs ve aşırı motivasyonla karıştırılınca ortaya özlemi duyulan kutlama şampanyası yerine Molotof kokteyli çıktı.
Türkiye’nin Batı’yı hedef alan yolculuğu da benzer bir yoldan geçiyor. Cumhuriyet döneminde temeli atılan altyapının meyvesi Türk toplumu, son dönemde verilen yerinde motivasyonla Avrupa Birliği’yle üyelik için masaya oturmayı başardı.
Ama bu başarının hemen ardından toplumsal altyapıya yatırımı bir kenara bırakıp, lüzumsuz konularla patinaj yapmaya başladık.
Avrupa Birliği’ne, ‘Avrupa bizi yanlış tanıyor’ diye, kafamızı devekuşu gibi kuma gömerek giremeyeceğimizi görmemiz gerekiyor. Önce kendimize çekidüzen verelim, sonra tanıtım atağına geçeriz.
Nişantaşı’na, Etiler’e, Bağdat Caddesi’ne bakıp, biz şu andaki halimizle bile zaten yeterince Avrupalıyız dersek, Türk futbolu balonu gibi patlayacağımızdan kuşkumuz olmasın. Kaldı ki Nişantaşı, Etiler ve Bağdat Caddesi de Avrupalı olmaktan çok uzak...
Moda Vakko’dur, sanat SoHo
Vakko V2K’nın ikinci mağazası Nişantaşı’nda açılmış. Okuduğum haberden öğrendiğime göre New York’un ünlü sanat ve moda merkeze SoHo mahallesindeki yaşamı yansıtıyormuş. Gidip görmediğim için bunu nasıl başarabilmişler anlayamadım.
V2K’da dünyanın en ünlü markaları bir arada satılacakmış. SoHo yaşamını yansıtıyor dedikleri bu yanı olsa gerek diye düşündüm. SoHo’da da dünyanın bütün ünlü markalarını bulmak mümkün. Bu markalara Mavi de dahil (gerçi son gittiğimde Mavi’nin ABD’deki ilk mağazasının adı Turk Jeans olmuştu, yeni bir marka yaratıyorlar herhalde diye düşünmüştüm.) Ama SoHo’yu SoHo yapan, gün geçtikçe moda mağazalarının arasında daha da fazla kaybolmaya başlayan sanat galerileridir aslında.
İşgalci modacılar, mağazalarını birer sanat galerisi estetiğinde tasarlayarak, sanat semtine olan saygılarında kusur etmezler en azından. Bunun en güzel örneği de Prada’nın kendi başına bir sanat eseri olan mağazasıdır.
V2K’nın SoHo yaşamını yansıtmadaki başarısını, gezip gördükten sonra yazarım. Ama Vakko’nun takdir ettiğim bir stratejisine değinmeden edemeyeceğim.
Vakko değişen alışveriş kültürüne tamamen teslim olmuyor.
Dünya markalarını kendi markasını taşıyan bir mağazada satmak yerine, V2K diye bir mağaza yaratıyor. ‘Beymen’ dendiğinde akla artık sadece dünya markalarının satıldığı bir mağaza geliyor. Vakko’nun V2K stratejisi ise kararlılıkla sürdürüldüğü takdirde Vakko markasının bir moda markası olarak kalmasını sağlayacak.
Son yılların en güzel filmi
18 yaşımda olsaydım en az sekiz kez daha izleyeceğim filmlerden biri olurdu. Hani o çok etkilendiğiniz, tekrar tekrar seyredip yaşam felsefenize entegre ettiğiniz filmlerden bahsediyorum.
Geçen hafta Las Vegas’taydım ve son yazımda sizlere, yazımı yazdıktan sonra izlemeye gideceğim Seinfeld’in şovunu bu hafta anlatacağıma söz vermiştim. Hafta sonu İstanbul’a dönüp, ‘Elizabethtown’u izleyince fikir değiştirdim.
Seinfeld bildiğiniz Seinfeld işte... Şimdi oturup yaptığı şakaları kuru kuru yazmaya kalkışsam, keçiboynuzu tadı verecek. Ama ‘Elizabethtown’ öyle atlanacak türden bir film değil.
‘Elizabethtown’, tipik Hollywood filmlerinden çok farklı. ABD’de geçmese ve Orlando Bloom, Kirsten Dunst, Susan Sarandon, Alec Baldwin gibi oyuncular olmasa Avrupa filmi diye yutturulabilir bile.
Filmin başı ve sonu hariç büyük bir bölümünün geçtiği ABD kasabası Elizabethtown da, ABD filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz yerlerden çok farklı. Aslında gerçek ABD’yi filmlerde bol bol seyrettiğimiz New York, Los Angeles, Chicago gibi büyük şehirlerden çok daha fazla temsil eden bir kasaba.
Filmin finali ise mini bir belgesel gibi. Ama insana keşke biraz daha uzun olsaymış dedirtiyor.
Bu farklı Hollywood filmini sakın kaçırmayın. Vizyondayken yakalayamazsanız da, VCD ya da DVD’sinin çıkmasını dört gözle bekleyin.