29 Aralık 2005
Anlatması çok zor, müthiş bir duygu Olimpiyat Meşalesi’ni taşımak.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2005
Bahçeşehir Üniversitesi’nin yeni konser salonuna yaşayan bir sanatçının, Fazıl Say’ın adı verilmiş. Hem Hıncal Uluç hem Cengiz Semercioğlu alkışladı. Uluç da, Semercioğlu da konuya insanların daha yaşarken takdir edilmesi perspektifinden yaklaşmışlar. Semercioğlu, insanların adının öldükten sonra bir yerlere verilmesi geleneğimizi, ölünün kıymetini ancak arkasından bilmek şeklinde yorumlayarak, eleştirmiş. Hıncal Uluç ise insanlar yaşarken, hatta yaşlanmadan değerlendirilmeli tezini, daha önce de yazdığı gibi yine savunmuş.
İlk bakışta haklılarmış gibi geliyor. Tabii insanların adını daha yaşarken bir yerlere vermenin sakıncalarını fazla düşünmeyince...
İnsanların adını ancak öldükten sonra bir yerlere verme geleneğinin altındaki asıl neden yağcılığa, işgüzarlığa meydan vermemektir.
Daha geçen gün Hürriyet’te Melih Gökçek’in adının Ankara’nın dört bir yanında, belli başlı yerlere verildiğini aktaran bir haber vardı. Melih Gökçek’in adının belediye başkanı olduğu Ankara’da bir sürü yere verilmesinin altında yatan neden nedir sizce?
İnsanların adlarını daha yaşarlarken bir yerlere vermenin sakıncalarını görmek için bu örnek yetmediyse, bir örnek daha vereyim.
Kenan Evren’in ismi 12 Eylül döneminde dağa taşa verilmişti. Her ilde değil, her ilçede, hatta neredeyse her köyde bir Kenan Evren Bulvarı, caddesi ya da okulu filan vardı. Şimdi kaç sokakta ismi kaldı?
İsmi gerçekten yaşayacak olanların, isimlerinin ölmeden önce bir yerlere konmasına mahal vermeyenler arasından çıkması boşuna değil.
Hıncal Uluç’un adının bir stadyuma, Cengiz Semercioğlu’nun adının bir iletişim fakültesinin TV stüdyosuna verilerek yaşatılmasını canı gönülden isterim. Ama Allah gecinden versin, diye ekleyerek...
Evde sigara yasağı mutlaka geri konmalı
Önce Mustafa Sarıgül’e, koca bir bravo... Şişli’de restoranlarda, kafelerde, sinema salonlarında, alışveriş merkezlerinde sigarayı yasaklamakla, uygarlık yolunda tüm Türkiye’ye öncülük etti.
Yarım bir bravo ise TBMM Sağlık Alt Komisyonu’na... Yarım bravo diyorum çünkü sigara yasaklarıyla ilgili yasa taslağını, orasından burasından sulandırmaya başladılar.
Örneğin, evlerde sigara içilmesini şikayete bağlı suç kapsamına alınması önerisini, anlamsız bir şekilde reddettiler. Sigara dostu yazarlarımız, tam da kendilerinden beklediğim basitçi zihniyetle bu önerinin zaten çok saçma olduğunu yazdılar, dalgaya almaya kalkıştılar.
Bugün Türkiye’de milyonlarca ana, baba bebekleri olmasına rağmen büyük bir sorumsuzluk ve cehaletle evde sigara içiyor. Bilimsel araştırmalar ise, açık pencere önünde içilen sigaranın bile çocuğun sağlığı üzerinde uzun dönemli olumsuz ve geri dönüşü olmayan etkileri olduğunu gösteriyor.
Çocuklu evlerde sigara içen cahil ailelerin bu sorumsuz davranışlarını, şikayete bağlı suç kapsamına almak kadar mantıklı bir şey olamaz. Ama bu öneriyi saçmalık olarak gören yazarlarımızın mantığıyla gidecek olursak insanın kendi evinde hırsızlık yapması da, adam yaralaması da, cinayet işlemesi de suç olmamalı.
Yasalar cahillerin, bencil arzularına göre yazılmaz. Evde adam yaralamak suçsa, çocuklu evde sigara içmek de suç olmalı...
Sağlık Komisyonu’nun, hukuk dışı hatasından geri dönmesini umuyoruz.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2005
Açıkçası geçen haftaki yazımın ardından kıyamet kopmasını bekliyordum. Cep telefonlarımızı ajan gibi takip edecek, kimin kiminle ne zaman nereden konuştuğunu kayıt altına alacak sistemin altyapısı için Telekomünikasyon Kurumu’nca açılan ihalenin şartnamesinde çok büyük bir güvenlik açığı olduğunu yazmıştım.
Bu güvenlik açığı hem biz cep telefonu kullanıcılarının mahremiyetinde olan kişisel bilgilerin elden ele dolaşması hem de ulusal güvenliği ilgilendiren kayıtların kötü niyetli kişilerin eline geçmesi riskini doğuruyordu.
Avrupa’da cep telefonu konuşmalarıyla ilgili çok daha az bilginin, çok daha güvenli sistemlerde kayıt altında tutulması bile Avrupa basınında geçen hafta büyük tartışmalara yol açmıştı. Bizdeyse, sistemin herkesin çok daha özel bilgilerinin ortalığa saçılması riskini doğuran laçka bir ihaleyle inşa edilecek olması medyadan yüz bulamadı.
Ama bu iş, öyle hemen kenara atılmayacak kadar ciddi.
Sistemdeki güvenlik açığının nedeni daha önce üç kez iptal edilen ihalenin dördüncüsüne, son anda eklenen bir madde. Bu maddeye göre cep telefonlarını takip altına alacak bilgisayar programının, işletim sistemi çekirdeğine gömülü olarak çalıştırılması şart koşuluyor. Bilgisayar uzmanları, bu şartın sistemin güvenliğini tehdit edici çok ciddi riskler yarattığını söylüyorlar.
Örneğin İzmir Ekonomi Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Cemal Dinçer, işletim sistemi çekirdeğine gömülü uygulama yazmanın evinizin, hatta kasanızın anahtarlarını tanımadığınız kişilere vermekle eşdeğer olacağını söylüyor.
İnternet Teknolojileri Derneği Başkanı, Bilkent Üniversitesi’nden Doç. Dr. Mustafa Akgül ise, çekirdeğe dikkatle gömülmüş bir sistemin güvenlik, sistemin bakımı, gelişmesi ve uyarlanması açılarından riskli olduğunu, çekirdekle oynamanın, firma ve kişiye bağımlı olma durumu yarattığına dikkat çekiyor.
Telekomünikasyon Kurumu’nca dördüncü kez açılan ihaleden, ilk üç ihaleye katılan firmaların biri hariç tamamı, ihale şartnamesinde yapılan iki değişiklikten dolayı çekildi. Bu değişikliklerden biri uygulamanın tüm detaylarıyla birlikte 21 günde teslim edilme mecburiyeti, ikincisi ise gecikme durumunda gecikme cezasının günlük binde birden, yüzde beşe çıkartılmış olması.
Uzmanlar önceden hazırlıklı olmayan bir firmanın bu kadar kapsamlı bir uygulamayı, üstelik çekirdeğe gömülü şekilde, bu kadar kısa sürede yapmasının güç olacağını ve acele işin güvenlik riskini daha da artıracağını söylüyorlar.
Son umudum Kamu İhale Kurumu’nda (KİK)... Ulusal güvenliği ilgilendiren bir sistemin ihalesine TÜBİTAK, Havelsan ya da Aselsan neden girmemiş veya girememiş, neden sadece tek bir firma katılmış merak ediyorum.
Bayramda deprem olacak
Deprem Dede’nin ‘Bayramda deprem olacak’ dediğini okuduğumda, çarpıtılmış ya da en azından yanlış aktarılmış bir haberle karşı karşıya olduğumu hemen anlamıştım. Star Gazetesi’nde yayınlanan haberde anlayamadığım, Prof. Işıkara’nın meslektaşlarının söyledikleriydi.
Prof. Naci Görür ve Prof. Şener Üşümezsoy mal bulmuş Mağribi gibi Prof. Işıkara’ya atfedilen inanılmaz iddianın üzerine atlamış ve fırsat bu fırsat dermiş gibi meslektaşlarını eleştirmeye girişmişlerdi.
Şener Üşümezsoy, ‘Buradaki tutarlılık ancak borsadaki tutarlılık kadar olabilir’ diye konuşmuştu. Naci Görür ise ‘Medyumlar da bu şekilde konuşuyor. Bir bilimadamına hiç yakışmıyor’ demişti.
Bilimadamına asıl neyin yakışmadığını ben söyleyeyim. Bilimadamı kuşkucu olmak zorundadır. Ama bu kuşkusunu saygınlığını ispat etmiş meslektaşları için değil, saygın meslektaşına atfedilen inanılmaz iddianın gerçekliğini sorgulamak için kullanması daha tutarlı bir davranış olur.
Bu ne mesleki kıskançlıktır ki, Prof. Işıkara’nın ‘Bayramda deprem olacak’ demiş olmasını gerçek kabul edebilirlerken, gazetecinin Işıkara’nın sözlerini yanlış anlamış olabileceğine ihtimal vermiyorlar.
Haberin yazarı muhabirin, Işıkara’nın sözleri gibi Üşümezsoy ve Görür’ün sözlerini de yanlış aktarmış olma olasılığı tek tesellim.
Saygısızlık kültürümüzde
Geçen haftasonu Hisar Eğitim Vakfı’nın Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlediği konferansın konuşmacıları arasındaydım. Dünyayı değiştirebilecek yeni teknolojileri anlattım.
Soru ve yorum bölümünde bir izleyici yeni teknolojileri kullanmakta hızlı olduğumuzdan ama aynı beceriyi bu kullanım adabında gösteremediğimizden yakındı. Örnek olarak da trafik ve cep telefonu magandalarını göstererek yeni teknolojilere daha rahat adapte olabilmemiz, teknoloji kullanma kültürünü oluşturabilmemiz için bu teknolojilerin hayatımıza çok daha yavaş girmesi gerektiğini savundu.
Teknolojileri adabıyla kullanamadığımız konusunda kendisine katıldığımı ama sorunun kaynağının teknolojinin hayatımıza hızlı girmesi olduğu savına katılmadığımı söyledim.
Sorun bizim, başkalarına saygısız olmamızdan kaynaklanıyor. Otomobilleri, cep telefonlarını adabıyla kullanamıyoruz çünkü başkalarına saygı duymayan bir kültürümüz var. Sorun teknoloji kullanımı gibi kültürün alt katmanında değil, temelinde.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2005
Orhan Pamuk’un desteksiz atışı ilk gündeme geldiğinde, yersiz çıkışını entelektüel bir duruş olarak savunmaya kalkanlara ‘Pamuk’un nesi aydın’ diye sormuştum. Enis Berberoğlu dışında, cevap bulma çabasına girişen olmadı. Mahkeme önünde taşkınlık yapmadan demokratik gösteri hakkını kullanan Bedri Baykam’ı alaya almaya çalışanlar artınca ‘aydın kime denir’ sorusu yine aklıma takıldı.
Öncelikle Orhan Pamuk’un çok sevdiğim bir yazar olduğunu belirteyim. Severek okuduğum romanlarının yurtdışında da çok satmasından bir Türk olarak gurur duyuyorum.
Peki ama çok satan kitaplar yazıyor olması Pamuk’un aydın olarak anılması için yeterli mi?
Aydın olmak dünyaya karşı bir duruş gerektirir. Gerçek aydın fikirleriyle, eylemleriyle dünyayı olumlu düşündüğü yönde değiştirmeye çalışır. Fikirlerini dayandırdığı bilgilerin doğruluğundan emin olmadıkça, fikrini ortaya koymaz. Bir kere ortaya koyduktan sonra da, arkasında durur. Fikrini dayandırdığı bilgileri sergiler, saklamaz. Eğilip, bükülmez. Dimdik savunur. Aydın inanmaz, bilir.
Pamuk, ‘Kimse söylemiyor, o yüzden ben söylüyorum. Türkiye’de 30 bin Kürt öldürülmüştür. Bir milyon da Ermeni’ diyor. Sonra da bir kenara çekiliyor ve Neron gibi neden olduğu yangını seyretmekle yetiniyor.
Pamuk’un bu sözü bir fikir değil. Dayanaksız bir malumattan ibaret. Hatta malumat bile değil, bir inanç beyanı. 30 bin Kürt’ün, 1 milyon da Ermeni’nin öldürüldüğüne inanıyor Pamuk. Bilmiyor, inanıyor. Bilgisini değil, inancını ifade ettiği için de tavrı bir aydın tavrı olmaktan çok uzak.
Pamuk’un inancını ifade etme özgürlüğü de var kuşkusuz. Ama inancını ifade eden birini aydın ilan etmek de en az inancını ifade eden biri hakkında dava açmak kadar ve bu davayı izlemeye gelenleri yumruklamak kadar saçma.
Öte yandan Bedri Baykam, eylemleriyle tam bir aydın duruşu sergiliyor. Katılın ya da katılmayın fikirleri için savaşıyor, fikirlerini bilgiye dayandırıyor. O kadar dik duruyor ki, eylemleriyle sanatçı kariyerini tehlikeye atmaktan bile kaçınmıyor. Sadece resmi tarihe karşı çıkanların, laiklik karşıtlarının, Atatürk’ü eleştirenlerin aydın ilan edildiği Türkiye’de, entel mafyası tarafından aşağılanmaktan, küçük görülmekten, alaya alınmaktan yılmıyor.
İşte bu yüzden Baykam’ın aydınlığı kesin ama Pamuk’unki şüpheli. Tabii ne aydınların fikirleri, ne de sofuların inançları için yargılanması doğru.
Pamuk’un inancından bana ne? Ben onun romanlarını okumak istiyorum.
Artist ağlamaz insan ağlar
Okan Bayülgen, Şebnem Kısaparmak’ın Kanal 7’deki programından, alkollü olduğu için kovulan Hakan Taşıyan’ı savundu. ‘Sanatçı topluma örnek olmak zorunda değil’ diyen Bayülgen, Taşıyan’ın programda sarf ettiği cümlelerin bir sarhoşun ağzından çıkamayacak kadar mantıklı ve güzel olduğunu söyledi.
Bayülgen’e tamamen katılıyorum. Hakan Taşıyan’ın programdaki görüntülerini sonradan bir haber programından izledim. Programa alkollü çıktığı belliydi. Ama haber programındaki görüntülerinden izleyebildiğim kadarıyla şarkıcı, program sırasında herhangi bir taşkınlıkta bulunmadı, tersine çok duygusal bir konuşma yaptı.
Alkol, içenin iç yüzünü ortaya çıkartır derler. Kimi içince saldırganlaşır, kiminin çenesi düşer, kimi de Hakan Taşıyan gibi duygusallaşır.
Duygusallaşan ve bunu dışarı vuran Hakan Taşıyan’ı stüdyodan kovmak, gerçek yüzlere olan tahammülsüzlüğümüzün göstergesi. İkiyüzlülüğe o kadar alışmışız ki, biri çıkıp gerçek yüzünü gösterdiğinde, bu gerçek yüz çok duygusal bir yüz bile olsa rahatsız oluyor, tahammül edemiyoruz.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2005
Gazetecilik mesleğine 1987 yazında, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki son yaz tatilimde Cumhuriyet Gazetesi’nde yaptığım 1,5 aylık stajla başlamıştım. Hasan Cemal’in gündemdeki anı kitabı ‘Cumhuriyet’i çok sevmiştim’i okurken, 1987 yazıyla ilgili sayfalara geldiğimde ilgim de doğal olarak arttı. Meğer ben gazeteci olma hayaliyle saf saf gelip giderken, gazetede ne fırtınalar kopuyormuş. Cumhuriyet gibi imza cimrisi bir gazetede 1,5 aylık staj döneminde 10 imzalı haberim yayınlanacak kadar gazeteciliği öğrenmişim ama gazetecilikte yükselmek için asıl gerekli olan eğitimi kaçırmışım.
Nedir benim eksik yanım diye 18 yıldır düşünüp durmam boşunaymış. 1,5 aylık staj döneminde haberle filan uğraşacağıma, kulislere dalıp, işin inceliklerini öğrenip pratik yapsaymışım keşke.
O yüzden Hasan Cemal’in kitabı ilaç gibi geldi. Hatmedip, açıklarımı hızla kapatmaya çalışıyorum. Hasan Cemal’i gizli gizli anı tutup, sonradan yayınladığı ve objektif olmadığı için eleştirenleri ise anlayamıyorum.
Anı kitaplarının azlığı Türkiye’nin önemli sorunlarından biri. Batılı ülkelerde mesleğinde başarılı olup da anı kitabı yayınlamayana pek rastlanmaz. Bizde ise tam tersi.
Halbuki başarılı insanların anıları, mesleğe yeni atılanlar için bulunmaz bir başvuru kaynağı. Kitaba dönüştürülerek gelecek kuşaklarla paylaşılmayan anılar, deneyimlerin çöpe gitmesi demek. Anı kitapları bilgi toplumuna geçişte, en az bilişim teknolojileri kadar önemli.
Anı kitabı ne kadar subjektif yazılmışsa, deneyimlerin aktarımında da o kadar başarılı olur. Bir insanı anılarını subjektif yazdı diye suçlamak kadar abes bir şey yok. Adı üzerinde, anı... Adam anılarını yazıyor, bilimsel makale değil.
Cemal’in kitabı, eskiden doğal karşılanan bazı şeylerin, artık ne kadar garip ve çağdışı bulunduğu gözler önüne sermesi açısından da ilgi çekici.
Örneğin kitapta, kurşun harflerin eritildiği potalardan sızan zehirli dumanlar arasında çalışılan bir ortamdan bahsediliyor. Daha da ötesi, zehirli duman yetmezmiş gibi kanserojen hazinesi potaların üzerinde pastırma pişirilip, yenirmiş.
Bunları okurken, 15 yıl sonra yazılacak bir anı kitabındaki gazete ofisi tasvirlerini okuyacak gençlerin ne düşüneceğini hayal ettim. İnsanların 2000’li yılların başlarında sigara dumanı altında çalışmak zorunda bırakıldığını öğrendiklerinde, kimbilir bize ne kadar acıyacaklardır.
Yıldırım Mayruk’un modası mı geçiyor
Sema Şimşek’in Yıldırım Mayruk’un defilesinde giydiği giysi, Kanal D ana haber bülteninde Deniz Akkaya’nın 2000’de yine Yıldırım Mayruk’un defilesinde giydiği kıyafetle karşılaştırılarak sunuldu.
İki mankenin sergilediği kıyafetlerin ortak yönü belden üzerini çıplak bırakan kıyafetlerde, tene yapışık olarak duran yaprakların kullanılmasıydı. Şimşek’in kıyafetinde, Akkaya’nınkine göre daha fazla yaprak kullanılmıştı. Kanal D’de yayınlanan haberde bu farkın Sema Şimşek’in, Deniz Akkaya kadar cesur olamamasından kaynaklandığı iddia edildi.
Doğru mu, yanlış mı tartışılır. Eğer doğruysa bu idiada Yıldırım Mayruk’un modacılığına da bir gönderme var. Çünkü hiçbir gerçek modacı, defilesinde sunacağı kıyafeti kıyafeti taşıyacak mankenin kaprisine göre çizmez.
Defile görüntülerini TV’den izlerken bir şey daha dikkatimi çekti. Ünlü modacının Gümüşsuyu’ndaki atölyesinde gerçekleştirdiği defileyi izleyenlerin kıyafetleri, modadan pek bihaber bir seyirci kitlesi görüntüsü veriyordu. Yoksa Kanal D Haber, yorumunda haklı mı diye düşünmeden edemedim.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2005
Hadi geçmiş olsun. Cebiniz artık kayıt altında. Ama haberiniz olsun yakında sadece cebiniz değil, cebinizden yaptığınız konuşmalar da kayıt altında olabilecek. Üstelik sadece yetkili kişilerce değil, başakalarınca da dinlenme olasılığı var.
Telekomünikasyon Kurumu (TK) bizden topladığı 5 YTL’leri öyle bir sistem kurmaya harcayacak ki, herkesin telefonunu takip edebilecek.
Ama işin daha da beter bir yanı var. TK’nın kuracağı sistem için açtığı ihale cep telefonlarımızın, yetkisiz kişilerce de takip edilebilmesi, hatta dinlenebilmesine olanak veren çok ciddi bir açık içeriyor.
TK cep telefonu takip sistemini uzun bir süredir kurmak istiyordu. Ama sistemin kurulması için gerekli yatırıma kaynak bulamıyordu. Sonunda bu 5 YTL ödeme işi icat edildi ve yatırım için gerekli kaynak bulundu.
Hiçbir zorunluluğu olmadığı için faturasını saklamayan vatandaşın mağdur edilmiş olması, kimsenin umrunda değildi. Alt tarafı 5 YTL ödemeye zorlanacaktı suçsuz vatandaş; lafı mı olurdu?
Kaçakçıyla uğraşmaktansa, TK gerekli kaynağı vatandaştan temin eder, kimsenin de gıkı çıkmazdı.
Cep telefonlarının kayıt altına alınacak olması, işin gözüken bahanesi. Sistemin ulusal güvenliği ilgilendiren kısmı üzerinde ise fazla konuşulmuyor. Aslında kurulacak sistem, pekçok batılı ülkede kullanılmakta olan bir güvenlik sistemi.
Tüm telefonları kayıt altına alan sistem sayesinde, cep telefonları mahkeme kararıyla ve yetkili kişilerce dinlenebilecek, telefonlar izlenebilecek ve gerektiği durumlarda ülke güvenliğine tehdit oluşturanlarının yeri şıp diye tespit edilebilecek.
TK sistemin altyapısını kurmak için ihale açtı. İhale üç defa iptal edildi, üç defa tekrarlandı. Derken dördüncü ihalenin şartnamesine garip bir madde eklendi.
Bu maddeyle uygulamanın, işletim sisteminin içine gömülü olması şartı arandı. Bunun anlamı şuydu; Yazılımın tam olarak ne yaptığının sonradan incelenebilmesi, yazılımı geliştirenler dışındakiler için neredeyse olanaksız olacak.
TÜBİTAK, Havelsan ya da Aselsan’a yazdırtılması çok daha doğru olacak bilgisayar yazılımı, eğer ihale bu şekilde sonuçlanır ve özel bir şirkete işletim sistemine gömülü bir uygulama olarak yazdırtılırsa, ulusal güvenliğimiz ihaleyi kazanan özel şirketin insafına terk edilmiş olacak.
Çünkü uygulamayı yazan şirket, ülkedeki tüm cep telefonlarını dinleyebilen ve takip edebilen uygulamanın yönetimine teorik olarak sahip olma şansına sahip olacak.
O yüzden aman bana ne, yasa dışı işler yapanlar düşünsün demeyin. Kimin kimi dinlediği belli olmayan bir sistemde piyango çapkınlara da vurabilir, haberiniz olsun.
Reha Muhtar’ın Trafik Müdürlüğü’nde dostu var
Reha Muhtar 23 Ağustos tarihli yazısında şoförünün otoyolda emniyet şeridini ihlal etmesine göz yumduğunu itiraf edince, ‘Reha Muhtar’ın trafik cezası yazıldı mı’ başlıklı bir yazı yazıp, insanları suça teşvik eden bu sorumsuz yazı için İstanbul Emniyet Trafik Müdürlüğü’nü gereğini yapmaya çağırmıştım.
Trafik Denetleme Müdürlüğü’nden ses seda çıkmayınca, İstanbul Emniyeti Basın Protokolü’nü arayıp sormuştum. Sorumu Trafik Denetleme Müdürlüğü’ne ilettiklerini ama cevap alamadıklarını aktarmışlardı. Bunun üzerine 9 Eylül’de ‘Komedyenler trafik cezasından muaf mı’ başlıklı ikinci bir yazıyla, insanları suça teşvik niteliği taşıyan bu çok ciddi konu hakkında fikri takip yapmıştım.
Aradan aylar geçti. İstanbul Emniyeti Basın Protokol’ü arayıp tekrar sordum. İstanbul Trafik Denetleme Müdürlüğü’nden hálá bir cevap alamadıklarını söylediler.
Neden acaba diye düşünürken, Reha Muhtar’ın geçen haftaki yazısı gözüme çarptı. Aynen şöyle yazmıştı Reha Muhtar, ‘İstanbul Emniyeti’nin trafikten de sorumlu Müdür Yardımcısı patronu Ali Kemal Hanlı dostumla geçenlerde bir öğle üzeri buluşuyoruz.’
Ah şöyle Emniyet Müdür Yardımcısı, üstelik trafiğin de patronu (nasıl oluyorsa) bir dostumuz yok ki, bırakın emniyet şeridinde hava atmayı, sorularımıza bir muhatap bulalım...
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2005
Hiç lafı evirip, çevirmesinler, AKP’li belediyelerin alkol yasağının tek bir nedeni var. Çok önceden yazmıştım, tekrar edeyim. Yemeğinin yanında keyif için iki kadeh şarap içenle, içmeyi dağıtacak kadar ileri götüren kendini bilmezleri aynı kefeye koyan zihniyetleri.
Bu öyle bir zihniyet ki, Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’in de açıkça itiraf ettiği gibi metrelerce ötedeki bardağın içinde kendi halinde duran içkinin kokusuna bile tahammülü yok.
Bu öyle bir zihniyet ki, Türk şarapçılığının köküne kibrit suyu dökmek için elinden geleni yapıyor.
Hükümet yılbaşında şaraba astronomik vergi koyup, şarap ithalatını da kolaylaştırınca, AKP’nin Türk şarapçılığını öldürme niyetini gündeme getirmiştim. Medyada bir süre bol yankı buldu. Tepkilerin artması üzerine AKP’li Başbakan Erdoğan, gerekirse vergi oranlarını düzelteceklerini söylemişti.
Sonra ne oldu?
Birkaç hafta konuşuldu ve Türk şarapçılığı tam da dünyaya açılmaya hazır olmak üzereyken, yine kaderine terk edildi.
AKP’li belediyelerin alkol despotizminde de aynı olacak. Bu konu bir süre daha konuşulacak, sonra gündemden düşecek.
Konu gündemden düşecek çünkü en çağdaş düşüncelilerimiz bile alkole AKP’li bazı belediyelerinkinden pek de farklı olamayan bir zihniyetle bakıyor.
Örneğin toplumun görece daha liberal ve daha demokrat kesimi, yemekte içilen bir kadeh içkiyle, kendisine ve başkalarına zarar verecek şekilde içilen içkiyi birbirinden çok iyi ayırabildiğine inanıyor. Ve AKP’li belediyelerin her ikisini aynı kefeye koyan yasakçı zihniyetine karşı çıkıyor.
Peki ama bugün işyerlerinin hangisinin yemekhanesinde öğlen bir kadeh şarap içilebiliyor? Avrupa’da ve ABD’de alákart restoranı olan işyerlerinin hemen hemen tümünde yemekte şarap da servis ediliyor. Alákart restoranı olmayanların ise kafeteryalarında çoğunlukla şarap ve bira bulunabiliyor. Peki bizim şirketlerimizde farklı olan nedir?
Ben söyleyeyim, zihniyet... Çünkü biz, ne kadar çağdaş olduğumuzu düşünsek de, alkole önyargısız bakmayı beceremiyoruz. Yemeğe eşlik eden bir kadeh şaraba, yemeğin keyfini bütünleyici bir içecek gözüyle bakamıyoruz. Çalışanlarımızı sorumluluk sahibi insanlar olarak değil, içince dağıtacak potansiyel kendini bilmezler olarak görmeye eğilimliyiz.
Ve bence bu zihniyetle, AKP’li belediyelerin zihniyeti arasında pek bir fark yok.
Tıpkı AKP’li belediyeler gibi; kararında içildiğinde sağlığa yararı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış alkolü şirketlerimizde toptan yasaklamayı beceriyoruz ama sağlığa zararı kesin olan sigaranın fosur fosur içilmesine göz yumuyoruz.
Yumurta nakliyle gelen ikiz bebekler şevkat nakli bekliyor
Dudu Demirci 32 yıl bekledikten sonra 50 yaşında anne olmuş. ATV’de sabah kuşağında gösteriyordu. Eşi Durmuş Demirci ile daha önce yedi kez tüp bebek yöntemini denemiş ama başarılı olamamışlar.
32 yıl yılmamışlar ve nihayet Kıbrıs’ta uygulattıkları yumurta nakli sayesinde Emir ve Havva ikizlerine kavuşmuşlar.
Demirci ailesi yoksul bir aile. 32 yıl boyunca zaten az olan varlarını yoklarını, bir çocuk sahibi olmaya adamışlar.
Batılı bir ülkede olsalar, bebeklerinin bakımına sponsor olmak için bir sürü firma sıraya girerdi. Bebek bezlerine bir firma, mamalarına bir diğeri, yataklarına ötekisi, gelecekteki okul masraflarına bir başkası sponsor olurdu. Türkiye’de de yardımcı olmak isteyecekler çıkacaktır diye tahmin ediyorum.
Demirci ailesine 32 yıl sonra gelen çifte sevince, yardımlarıyla ortak olmak isteyenler varsa, telefon numaralarını öğrenmek için 0212 677 0923’ten beni aramaları ya da ulaşamazlarsa yurtsan@hurriyet.com.tr e.posta adresime bir mesaj göndermeleri kafi...
Burası kafe değil geleceğin bankası
Geçen hafta Berlin’deydim. Siemens’in Alman telekom şirketi T-Com’la ortak proje olarak geliştirdiği Berlin’deki akıllı evi gezdim. Evden çıkıp otele doğru yürürken kaldırımda ışıklı garip iki kapıyla karşılaştık. Gerçeküstü bir tabloya açılıyor gibiydiler.
Kapıların davetine uyup, kaldırımın kenarındaki binanın alt katını kaplayan dev bir salona girdik. Solumuzda bankamatikler sıralanıyordu. Biraz ilerde ünlü İngiliz mağaza zinciri Harrods’ın büyükçe standında hediyelik eşyalar satılıyordu. Standı geçince solda banka veznedarlarının bulunduğu bankolar, sağda ise büyük bir sahne, önündeki boş alan ve etrafa serpiştirilmiş çeşitli mağaza standları yer alıyordu. Salonun en dibinde ise şık bir kafe, sunduğu sıcak ortamla herkesi kendine çekiyordu.
Nereye geldik böyle diye düşünürken, görevli hosteslerden biri imdadımıza yetişti. Alman bankası Deutsche Bank’ın geleceğin bankası diye açtığı konsept şubesindeymişiz meğer. Üstelik şubenin açılış gününe rastlamışız.
Deutsche Bank dünyada bir ilk olan bu şubesinde geleceğin bankalarının ortamını test edecekmiş. İnternet bankacılığıyla gözden düşen eski tip şube bankacılığına yeni bir yüz getirmeyi amaçlıyorlarmış. Müşteriler bankaya geldiklerinde sıralarını beklerken kafede kahvelerini ya da alkollü, alkolsüz içkilerini yudumlayacaklarmış. Bankadan çıkmadan önce bazı alışverişlerini de yapabileceklermiş.
Bana ilginç geldi. Bakalım tutacak mı?
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2005
Telekomünikasyon Kurumu WiMAX lisanslarını gelecek yılın sonuna kadar yetiştirmeye çalışacakmış. Telekomünikasyon Kurumu adına Lisans ve Sözleşmeler Dairesi Başkanı Müminhan Bilgin, Anadolu Ajansı’ndan Suat Karabıyık’a aktarmış.
TK’nın açıklamasına göre lisansların 2006 yılı sonuna yetiştirilmesi bekleniyormuş. Ama 2007’ye sarksa bile özel sektör zaten teknolojinin uygulamalarını ancak gelecek yıl şekillendirebilirmiş.
Boş verin kardeşim milletin neyi ne zaman yetiştirebileceğini de, siz önce kendi işinizi zamanında yapın. Lisanslar gelecek yılın sonuna yetişecekmiş de, yetişmezse 2007 yılına kalacakmış. Adamlar sanki şarap üretiyor.
Teknolojiden bahsediyoruz beyler, teknolojiden... Her yeni teknolojinin, geliştirilmesinin üzerinden daha bir yıl geçmeden eskidiği küresel bir dünyada yaşıyoruz. Dünyayı yakalamak için sizin bir teknolojinin kullanımını düzenleyecek lisansların yönetmeliğini hazırlabilmeniz için keyfinizin gelmesini bekleme lüksümüz yok. Hele bu keyfinizin gelmesi üç yılı buluyorsa...
WiMAX teknolojisi neredeyse iki yıldır üzerinde durulan bir teknoloji. Hürriyet e.yaşam’da tam bir yıl önce yaptık ilk haberini. Ve siz şimdi kalkmış, lisanslarını gelecek yılın sonuna, olmazsa 2007’ye yetiştireceğinizi söylüyorsunuz.
Yeter artık, şu uyuşukluğu üzerinizden bir atın. İki yıl önce telekomünikasyon sektöründe serbestleşme ve özelleştirme aynı anda olacak dendi. Yapılamaz denilen özelleştirme yapıldı, Türk Telekom satıldı siz hálá sektörü serbestleştireceksiniz.
Belki farkında değilsiniz ama Türk Telekom satıldı artık. Piyasayı serbestleştirdiğinizde Türk Telekom’un değerinin düşmesi gibi elinizi tutan bir sorun kalmadı.
Wi-Fi teknolojisi eskiyene kadar bir Wi-Fi yönetmeliği çıkartamadınız. WiMAX’i 2006 sonuna filan bırakmayın.
Ben size elinizi çabuk tutmanızı sağlayacak bir tüyo vereyim. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler. Bu prensibi benimsediğiniz sürece her yönetmeliği en fazla bir haftada çıkartırsınız. Ama aman piyasa başı boş kalmasın, aman bir sürü kural koyalım, aman serbest rekabet olmasın diye düşünmeye başlarsanız, hiçbir yönetmeliği zamanında çıkartamazsınız.
Olan da yine bize olur.
Yazının Devamını Oku