25 Ocak 2006
Bakın göreceksiniz. Dam aksa küresel ısınma diyen çevreci yobazlar, bu son soğuk hava dalgasının günahını da küresel ısınmanın üzerine atmaya kalkacaklar. Bu ne küresel ısınmadır ki, dünya ikliminin ısınmasına yol açmakta ama soğuk havalar bile bu ısınma yüzünden olmakta...
Tamam doğanın dengesinin değişmesi, iklimsel bozulmalara yol açabilir ve bu bozulma hem aşırı sıcaklar, hem aşırı soğuklar doğurabilir. Ama bu öyle halka yutturulmak istendiği gibi birkaç on yıl içinde olabilecek bir değişim değil.
Küresel ısınma bir hipotez sadece. Yani kanıtlanmış değil. Bilimsel verilere dayalı bir varsayımdan ibaret. Ama bilimsel verilere dayalı olması, gerçekliğinin kanıtı değil. Zaten karşı tezi savunan pekçok saygın bilimadamı da var.
Michael Crichton’ın son romanı "State of Fear" da (Dehşet Hali), küresel ısınma teorisinin gündeme gelmeyen, getirilmeyen yüzü etrafında dönüyor.
Crichton her kitabı gibi bu son kitabını kurgularken de bilimsel veriler ve araştırmalardan fazlasıyla yararlanmış. Hatta bu kitabının sonuna bir de bilimsel kaynakça eklemiş. Bu araştırmalardan bazılarını İnternet’ten sorgulayıp, kontrol ettim. Hepsi gerçek çıktı.
Crichton’a göre küresel ısınma teorisinin mutlak bir gerçekmiş gibi sorgulanmadan kabul edilmesinin nedeni çevreciliğin başta ABD olmak üzere tüm dünyada multi trilyon dolarlık bir sektör haline gelmesi. Üzerinden servet yapan insanların olması.
Daha birkaç on yıl önce tüm dünyanın buzul çağına gireceğini iddia ederek beslenen bu insanlar, geçimlerini bir süredir küresel ısınma teorisine endekslediler.
Bunun için de bilimsel tezleri tek taraflı bir şekilde kamuoyuna pompalıyorlar. Karşı tezleri ise özenle gözden uzak tutuyorlar.
Örneğin dünyanın ısındığına dair iddialar aslında son birkaç on yılda alınan verilere dayanıyor. Çünkü bu tür ölçümleri yapan istasyonların sayısı ancak son zamanlarda tüm dünyayı kapsayacak seviyeye vardı. Ayrıca yeni teknolojilerle alınan ısı ölçümlerini, eskinin iptidai yöntemleriyle alınanlarla karşılaştırmak pek de anlamlı değil.
Kitap bunun gibi daha pek çok karşı örnekle dolu. "State of Fear" Mart ayı ortalarında Meral Gaspıracı’nın çevirisiyle Altın Kitaplar tarafından Türkiye’de de yayınlanacak.
İyi ama bilimsel verilere de dayansa, sonuçta bir roman demeyin. Evet Crichton’ın romanı bilimsel kurgudan ibaret. Ama küresel ısınmanın yüzlerce yıl sonraki sonuçlarıyla ilgili çizilen senaryoların da birer bilimsel kurgudan ibaret olduğunu unutmayın.
Vibratörlü tıraş keyfi
Geçen hafta merak gıdıklayıcı reklamları dönmeye başlayan yeni tıraş bıçağının kimliği, siz bu yazıyı okurken açıklanmış olacak. Yazılarımı takip edenler ise Gilette Mach3 Power ile neredeyse iki yıl önce tanışmışlardı zaten.
Mach3 Power’ın klasik Mach3’lerden farkı pille çalışıyor olması ve üzerindeki bıçak başlığının iki yana doğru, testere gibi hızla titreşmesi. Bu özelliği sayesinde bugüne kadar tatmadığınız bir tıraş hissi veriyor.
Ama ne yazık ki Gilette bizi bu teknolojiye layık görüp Türkiye’ye getirinceye kadar, teknoloji eskidi bile.
İki hafta önceki son ABD seyahatimde, Schick’in bu teknolojiyi daha da ileriye götürdüğünü gördüm. Bizde Wilkinson markasıyla satılan Schick, dört bıçaklı Quattro modeline, titreşim özelliğini katmış.
Wilkinson Türkiye’yi arayıp sordum. Quattro Power’ın Türkiye’ye gelişi en az 2006 Eylül’üne kadar planda değilmiş. İster Wilkinson Quattro Power’ı bekleyin, ister yurtdışından alın ya da ısmarlayın, ister Gilette Mach3 Power ile yetinin... Ama bu titreşimli tıraş bıçağı teknolojisini mutlaka deneyin. Deneyip de memnun kalmayana, henüz rastlamadım.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2006
Kurban Bayramı vesilesiyle yaptığım iki öneriye yoğun destek geldi. Kurban Bayramları’nda kurban kesimlerinin sadece mezbahalarda veteriner kontrolünde yapılması ve vatandaşların kurban etlerini sertifikalı poşetlerde marketlerden alması önerimin kampanyalaştırılmasını isteyen çok sayıda okur mektubu aldım.
Kurban Bayramı tebrikleriyle ilgili önerimi ise bayramdan önce yapmıştım. "Kurban Bayramı’nız mübarek olsun" gibi dini içerikli kutlama mesajlarını sadece dini inançlarını yakından bildiğimiz çok yakınlarımıza göndermeyi tercih etmemizi; diğer tanıdıklarımızın bayramını ise "Mutlu tatiller" ya da "Mutlu bayramlar" yazılı daha nötr içerikli mesajlarla kutlamamızı tavsiye etmiştim.
Aile dostlarımın dışındakilerden gelen tebrik kartlarına baktığımda, sağ olsunlar, bayramımı tebrik edenlerin çoğunun bu isteğime uyduğunu gördüm.
Öte yandan bayram tebriği önerim Vatan’dan Haşmet Babaoğlu ile Akşam’dan Oray Eğin’in eleştirilerine de hedef oldu.
Sevgili Oray Eğin önerimi bayram geyiği olarak görmüş. "Bayram rehavetinden olsa gerek hiçbir şeyi ciddiye alamama hali herhalde", diyor... Ama kendisi de bayram rehavetine kapılmış olacak ki, geyik diye nitelediği önerimin üzerinde durup, hakkında yazı yazma gereği duymuş. Üstelik bir fikri geyik olarak nitelemeyi, en ufak bir fikir ya da bilgi kırıntısı ortaya koymayan bir yazıyla yapmayı başarmış.
Sevgili Haşmet Babaoğlu ise önerimin yerinde bir tespite dayandığını ama yerinde bir çözüm getirmediğini söylemiş. "Mutlu tatiller" diye yazmakla bayram yerine tatili kutsallaştırmış oluruz, diyor.
Katılmıyorum. "Mutlu tatiller" ya da "Mutlu bayramlar" denmesini önermemin nedeni, tatili kutlamak gibi sığ bir düşüncenin ürünü değil tabii ki.
Önerimdeki amaç dini inançlarını bilmediğimiz insanları, dini içerikli bir kutlamayla rencide etmemek.
Birbirini yakından tanımayan kişilerin bayram tebriği göndermesi modern yaşamın hayatımıza soktuğu bir gelenek.
İnancını yakından tanımadığımız bir kişiye "Kurban Bayramınız Kutlu Olsun" ya da "Bayramınız Mübarek Olsun" demek yerine "Mutlu Bayramlar" dersek, hem o bayramın kutsiyetine inanmayanları bilmeden rencide etmekten sakınmış oluruz, hem de inanların bayramını kutlamayı atlamış olmaktan...
Dijital mehter marşı
Aslında aylardır haberdar olduğum bir konu ama yazmamak kaydıyla sahip olduğum bir bilgi olduğu için sizlerle paylaşamamıştım. Tempo’nun son sayısında haber olmuş. Demek artık gizliliği kalmadı, yazabilirim.
Şarkılar ve albümler gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de dijital olarak satılabilecek. Sevdiğiniz şarkıların dijital kopyalarını İnternet üzerinden, alışveriş merkezlerindeki, sokaklardaki istasyonlardan satın alıp, MP3çalarınıza ya da MP3çalarlı cep telefonunuza yükleyebileceksiniz.
Türk müzik endüstrisi için devrim niteliğindeki bu girişimin yaratıcısı, geçen yazımda bir İnternet sitesini kapattırdığı için eleştirdiğim MÜYAP.
Eleştirim hálá geçerli. Ama Sezar’ın hakkı Sezar’a. Geçen sefer eleştirdiğim MÜYAP’ı bu kez alkışlamak gerekiyor. İki ileri, bir geri. Doğru yolu bulacağız sonunda.
Bu zeytinyağı üste çıkacak
Bir süredir yurtdışına çıkarken, havalimanındaki gurme ürünleri satan dükkanda görmeye alıştığım Ravika marka şık şişeyi geçen gün markette, alt raflarda görünce şaşırdım. Merak edip, aldım.
İyi ki almışım. İtalyanlar’ın en meşhur zeytinyağı markalarına taş çıkartacak, taş baskı bir zeytinyağı ile tanışmış oldum. Merak ettim, İnternet’ten markayı araştırdım.
Ravika, asıl faaliyet alanı tavukçuluk ve yumurtacılık olan Keskinoğlu’nun ürünü. Kuş gribi krizi tavukçuluk sektöründeki pekçok firma gibi Keskinoğlu’nu da haksız yere vurdu. Ama Keskinoğlu’nun Ravika sayesinde krizden etkilenen birçok şirketten farklı bir silahı var.
Ravika zeytinyağları, Keskinoğlu’nun kurucusu İsmail Keskinoğlu’nun doğum yeri olan Yunanistan’ın Ravika Köyü’nün aslına sadık olarak Türkiye’de inşa edilen köyde kurulan Drama Yağhanesi’nde üretiliyor. Tadı kadar hikayesi de ilginç olan bu nefis zeytinyağından bir dünya markası çıkmasını bekliyorum. Bakalım sezilerim beni ilk kez yanıltacak mı?
Doğrusu Türk işi yapan olsun tek kişi
Dünyanın en büyük yazılım devlerinden biri olan Oracle’ın Avrupa Başkanı Sergio Giacoletto ve Türkiye Genel Müdürü Atilla Kıral basına bir öğle yemeği daveti verdi. Bizden Gila Benmayor, Sabah’tan Mehmet Barlas, Akşam’dan Volkan Akı ve Business Week’ten Serdar Turan’la birlikte katıldık.
Konu döndü dolaştı her zamanki gibi Hindistan ve Çin’in bilişimde Türkiye’ye model olmasına geldi.
Yine her zamanki gibi karşı çıktım. Hindistan ve Çin modeli ucuz iş gücüne dayalı bir model. Bilişim devlerinin, düşük maliyetlerle fason bilgisayar yazılımı üretimi yapmasına yarıyor.
Türkiye’de işçilik, özellikle de yazılım kodlayıcılığı gibi kalifiye işçilik çok daha pahalı. Dolayısıyla Hindistan ve Çin’in çoktan kaptığı bu pazarda yer alamayız. Kaldı ki, ucuz iş gücü maliyetlerinin gerçek rekabet gücü sağlamadığı, Çin ve Hindistan’daki sefaletin teknoloji sektöründeki tüm başarıya rağmen devam etmesinden belli.
Biz yaratıcı olup kendi modelimizi bulmak zorundayız. Hindistan ve Çin bir yana İsrail ve İrlanda bile bizim için model olamaz.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2006
Las Vegas’ta gerçekleşen dünyanın en büyük teknoloji fuarı CES’in, eğlence ve teknoloji sektörünün mutlu evliliğine sahne olduğunu geçen hafta yazmıştım. Müzik ve sinema endüstrisinin, teknoloji sektörüyle papaz olduğu dönem geride kaldı. Eğlence sektörü teknolojiye direnmenin boşuna olduğunu gördü.
Teknoloji sektörü de, eğlence sektörünün hassas olduğu konulara kayıtsız kalmadı. Kuşkularını giderecek, kopyalamaları zorlaştıracak çözümler geliştirdi.
Sonuçta tüketici de dahil herkes kazandı.
Yakında evlerimizde yüksek görüntü kaliteli TV setleri olacak. Bu setlerle yüksek görüntü kaliteli TV yayınlarını izleyeceğiz. BluRay teknolojisine sahip DVD kaydedici ve oynatıcılarla kristal netliğinde filmler izleyip, kaydedebileceğiz. Filmleri, müzikleri İnternet’ten yükleyebilip, eskiye nazaran çok daha cazip fiyatlarla satın alabilecek ya da kiralayabileceğiz. Intel’in Viiv teknolojisine sahip farklı marka cihazlarla tek bir merkezden, evin farklı odalarına müzik, film ve oyun içeriğini kablosuz olarak aktarabileceğiz.
Eğlence ve teknoloji sektörlerinin devleri dünya çapında böylesi mutlu bir evliliğe adım atarken bizde garip şeyler oluyor.
Müzik Yapıcıları Meslek Birliği MÜYAP, korsanla haklı mücadelesini devam ettirirken ipin ucunu kaçırmış. İstanbul 2. Sulh Ceza Mahkemesi’ne başvurarak Forumtr isimli İnternet kullanıcılarına forum hizmeti veren sitenin kapatılması kararını aldırtmış.
Gerekçe tuhaf. Forum sitesinde dünyanın dört bir yanında yasal olarak kullanılan Kazaa isimli dosya paylaşım programının yüklenebileceği adresin yayınlanıyor olması. Ayrıca kimi kullanıcıların, bazı korsan MP3 dosyalarının başka sitelerdeki adresini vermesi.
Yani MÜYAP’in ve mahkemenin mantığıyla gidecek olursak Başbakan’a hakaret edecek müşterileri ağırlama olasılığı olan kahvehaneleri tanıtan TV programlarını, tecavüzcülere tezgah altından uyku ilacı satma olasılığı olan eczanelerin ilanını yayınlayan gazeteleri de kapatmamız gerekecek.
Forumtr’nin kapatılması forumportal.com adresinde tartışılıyor. Özgürlüklere tahammülü olmayanlar korkarım bu siteyi de kapatırlar.
Korsanla savaşına gönülden destek verdiğim MÜYAP’a tavsiyem, yüz yıl öncesinin Luditt’leri gibi teknoloji ürünlerine saldırmak yerine dünya eğlence endüstrisini örnek alıp teknolojiyle mutlu bir evliliğin yollarını aramaları...
Bugün belki dünyadaki gelişmeleri eksik yorumlayan mahkemelerce benzer yasaklama kararları alabilirler ama mahkemelerimizin dünyadaki gelişmeleri yorumlamakta fazla gecikmeyeceğini de unutmasınlar.
Seyrantepe de mi Dubaililer’in olsun
Seyrantepe’deki arazinin kullanım haklarının Şişli Belediyesi’nce Galatasaray’a verilmesi gündeme gelince, Fenerbahçeli yazarlar kıyameti koparmaya başladılar.
Vay efendim hazine arazisi nasıl ihalesiz birilerine verilirmiş... Galatasaray’a verilirse, başka kulüplere de verilmeliymiş...
İyi de İstanbul’un en kıymetli arazisi, ihale mihale yapılmadan Dubaililer’e verilmedi mi? El alemin Dubaili’sine ihalesiz arazi vermek yasal da, alemin Galatasaray’ına verilince mi yasadışı oluyor?
Dubaili’ye arsa verince başka milletlere arsa vermek gerekmiyor da, Galatasaray’a verince mi başka kulüplere verilmesi şart oluyor?
Ama Fenerbahçeliler hiç merak etmesin. Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, arazinin kullanım haklarını vermek için Galatasaray’dan acil olarak üç proje yapıp, göndermesini istemiş. Galatasaray’ın başındaki beceriksiz yönetim, uygun projeler hazırlayıp, yetiştiremez nasıl olsa...
Fakat Muvaffak bu yazar çok Şafak
Birkaç yıl önceydi. Microsoft’un Türkiye Genel Müdürlüğü’nü yapmış Süreyya Ciliv’le New York’ta bir toplantıda karşılaştım. El sıkıştık, merhabalaştık. "Hiç değişmemişsin", dedi. "Sen çok değişmişsin", deyip yaka kartını işaret ettim; "Ray Ciliv", yazıyordu...
Türkçe ismini yurtdışında değiştirmekte mahsur görmeyenler arasında yazar Elif Şafak da var. Hani şu İtalyan gazetesinin Türkiye’de zulüm gören yazarlar listesine dahil ettiği isim. Kolay telaffuz edilebilmesi için soyadını yurtdışında Shafak yazılışıyla kullanıyor.
Emin olamıyorum. Yurtdışında yaşayanların ya da yurtdışında tanınmak isteyenlerin isimlerindeki Türkçe harflerden feragat etmesi doğru mu? Gelin tartışalım.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2006
Köy tavuğu, köy yumurtası üretimine son verecek bir yasa hazırlanıyormuş. Yerinde ama geç kalmış bir karar. Benzer bir kararın çok geç olmadan kurban kesimi için de alınması lazım. Mezbahalar dışında, veteriner kontrolü olmadan her türlü kesimin yasaklanması gerekiyor.
Ana amaç fakire, fukaraya et dağıtmak olduğuna göre, isteyen etini kasaptan alsın, bu eti dağıtsın. Hatta kurban bayramları öncesi mezbahalarda usulüne uygun kurban kesimleri yapılsın ve bu kurbanların etleri hijyenik poşetler içinde, kurbanlık sertifikasıyla birlikte kasaplara, marketlere dağıtılsın. Biz de sağlık koşulları uygun olmayan yerlerde kurban kestirip fakire, fukaraya hastalık dağıtacağımıza, sertifikalı etleri dağıtalım.
Gerekli sağlık koşullarını sağlamaktan, kurban kesimi için belediyelerce özel kurulmuş alanlar da çok uzak. Bu iş eğer böyle giderse, kuş gribine benzer bir kurban eti hastalığı, koçlardan, boğalardan bulaşan yepyeni bir virüs yaratacağımız günler yakındır, kuşkunuz olmasın.
Köy yumurtası ve köy tavuğu üretimini yasaklama kararının, kuş gribi geliyorum diye bas bas bağırırken çoktan alınması gerekiyordu.
Hükümet aynı şekilde önünde bu kadar zaman varken halkı bilinçlendirmekte, eğitmekte de çok geç kaldı.
Kümes hayvanlarında görülen kuş gribi yeni bir vaka değil. 1999’da İtalya’da, 2003’te Hollanda, Belçika, Almanya ve Amerika’da da görüldü. Ama bu ülkelerde insanlar eğitimli, kültürlü olduklarından hastalık insanlara bulaşmadı. Çünkü hastalığın iyi pişmiş tavuk eti yemekle bulaşmayacağını, kanatlı hayvanlarla temasla bulaşacağını biliyorlardı. Çünkü tavuklarını, hindilerini kümeslerde değil, entegre tesislerde üretiyorlardı. Bu nedenle de kuş gribi çıktığında, insanlar tavuk yemeye devam etti ama kuş gribi bir insana bile bulaşmadı.
Onlar beklenmedik bir şekilde yakalanmışlardı. Bize geleceğiyse aylardır belliydi.
Kuş gribi şimdi Uzak Doğu’dan sonra Türkiye’de insanlarda görülüyor. Ve üstelik bunca yıldır Uzak Doğu’da görülmediği kadar hızla yaygınlaşarak.
İnsanda görülen her bir vaka, virüsün insandan insana geçecek şekilde değişime uğraması riskini de artırıyor. Bu da Türkiye’de bu kadar kısa bir sürede, rekor sayıda insana bulaşmış olmasının önemini kat kat artırırken, Türkiye için dünyaya yüzyılın salgınına yol açacak bir virüs hediye etme riski doğuruyor.
Metrosuz tünel ne işe yarar
İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş, iyi niyetli girişimlerin adamı.
İstanbul’un trafik sorununu çözmek için toplam 78 km uzunluğunda, dört şeritli 32 tünelden oluşan bir proje hazırlamış. İyi de bu kadar tünel açtıktan sonra, neden bu tünelleri toplu taşımacılığa yani metroya ayırmıyor da, otomobil trafiğine tesis ediyor? Anlamak mümkün değil.
Topbaş, Beyoğlu Belediye Başkanlığı sırasında da benzer iyi niyetli projeler üretmişti. Tabela kirliliği tüm Türkiye’nin büyük bir sorunu. Topbaş, Beyoğlu’nu tabela kirliliğinden kurtarmıştı. Ama ne pahasına?
Tabela kirliliğiyle başa çıkmanın tek yolu var, standartlar koymak. Topbaş bu standartları abartmış, totaliter rejimlerde bile görülemeyecek bir uygulamayla, İstiklal Caddesi’ndeki tüm tabelaları tek tip hale getirmişti. Ünlü markaları bile logolarını dünyaca tanınan renk ve şekillerinde değil kahverengi tahta üzerine tek boyda ve şekilde altın rengi harflerle yazmaya zorlamıştı.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2006
Video’yu, DVD’yi, müzik setini unutun artık. Kılık değiştiren bilgisayar, hepsinin yerini almak üzere çünkü. Geçen hafta, dünyanın en büyük teknoloji şovu olan CES’i (Tüketici Elektroniği Fuarı) izlemek üzere Las Vegas’taydım.
Türk medyası her zaman olduğu gibi resmin bütününden çok bölük pörçük parçalarıyla ilgilendi. Google ve Yahoo’nun video hizmeti vermeye başlaması haberleri de önemliydi kuşkusuz. Ama asıl önemlisi Sony ve Intel’den gelen açıklamalardı.
Sony’nin İcra Başkanı Sir Howard Stringer, "Eğlence ve teknoloji garip birer yatak arkadaşıdır. Bugüne kadar birbirimizi yanlış anladığımız zamanlar da oldu. Ama evlilik de bu demek değil midir?" derken, sahnede yanında Da Vinci Şifresi’nin yazarı Dan Brown ve kitaptan uyarlanan filmin başrol oyuncusu Tom Hanks vardı.
Bill Gates’in konuşmasına ünlü şarkıcı Justin Timberlake, Yahoo İcra Başkanı Terry Semel’a Tom Cruise, Google Başkanı’na ise Robin Williams eşlik etti.
Intel Başkanı Paul Otellini ise Tom Hanks, Morgan Freeman ve Danny DeVito ile paylaştı sahneyi. CES süresince yapılan en önemli açıklamalardan biri de bu sırada geldi. Morgan Freeman, yeni film yapım şirketi ClickStar’ın, ilk filmi "Ten Items or Less"i sinema salonlarında oynamaya başladıktan sadece birkaç hafta sonra İnternet üzerinden dağıtmaya başlayacağını açıkladı. Intel CES’te ayrıca TV kanalı NBC, medya devi AOL ve uydu yayıncısı DirectTV ile yaptığı anlaşmaları da açıkladı.
Hollywood filmleri, bağımsız sinema örnekleri ve TV programları Intel’in yine CES’te duyurduğu ev eğlencesi platformu Viiv (vaay) ile uyumlu olacak. Viiv, eğlence içeriği ve içerik oynatıcı aletlerin birbiriyle uyumlu ve verimli çalışmasını sağlayan bazı standartlardan oluşan Intel platformuna verilen bir isim.
Intel’in çift çekirdekli işlemcisine sahip Viiv uyumlu cihazlar, aynı anda birden fazla işi yapabildiklerinden, farklı odalara aynı anda farklı film ve müzik yayınını, se ve görüntü kalitesinden ödün vermeden gerçekleştirebiliyorlar.
Görünen o ki 2006, gelişmiş ülkelerde eğlencenin evlere İnternet aracılığıyla aktığı, evde farklı odalara kablosuz olarak dağıtıldığı, seyircinin TV programlarına aktif olarak katılmaya başladığı bir yıl olacak.
Bizim eksiğimiz ise Telekomünikasyon Kurulu’nun Türk Telekom tekelini kollayıcı icraatleri yüzünden dünyanın çok gerisinde kalan yavaş İnternet altyapımız olacak.
Pişmiş tavuktan korkma çiğ mayonezden kork
Geçen kuş gribi krizinde de dehşetle izlemiştim. İnsanların süpermarketlerdeki satın alma davranışlarını gözlemlemiş ve hayrete düşmüştüm. Steril koşullarda, veteriner kontrolünde kesilen tavuklar buzdolaplarında tek bir müşterinin yolunu gözlerken, mayonez rafları müşteri bulmakta hiç de zorluk çekmiyordu.
Alışveriş merkezlerinin yiyecek-içecek katlarında da durum aynıydı. İnsanlar Kentucky Fried Chicken’dan uzak duruyor, McDonald’s’da tavukburgerden kaçınıyor ama mayonezli hamburgerleri lop lop götürüp, fraaayd poteeytolarını mayoneze bana bana lüpletiyorlardı.
Geri kalmış köylerimizde steril kıyafetler içindeki görevlilere tavukları çıplak elleriyle teslim eden köylülerin yarattığı görüntüyle, modern alışveriş merkezlerimizde pişmiş tavuk yemekten kaçınıp çiğ yumurtadan yapılmış mayoneze dadanan şehirlilerimizin yarattığı görüntü birbiriyle tamamen aynı değil mi?
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2006
Yıbaşı kutlamalarını zehir eden magandalar, Kurban Bayramı’na hazırlanıyor. Her yılbaşında, her Kurban Bayramı’nda aynı manzaralarla karşılaşmaya artık alıştık.
Yılbaşında kadınların sık boğaz edildiği sokaklar ve meydanlarda, Kurban Bayramı geldiğinde dört ayaklı erkek hayvanlar boğazlanıyor.
Yılbaşında sokaklardan ağzından salyaları akan maganda güruhları akıyor. Kurban Bayramı’nda ise büyük ve küçükbaş erkek hayvanların kanı...
Manzara hep aynı, hiç değişmiyor. Yılın tüm günlerinde cinsel ihtiraslarını gizli gizli hemcinsleriyle tatmin eden (etmek zorunda bırakılan) yüzbinlerce Türk erkeği, yılbaşı gecesi geldi mi başta İstanbul’un İstiklal Caddesi ve Taksim Meydanı olmak üzere üç büyük şehrin sokaklarına dökülüyor.
Kurban Bayramı’nda ise aynı barbar manzaranın bir başka versiyonu bu kez Türkiye’nin tüm sokaklarını kapsayarak karşımıza çıkıyor.
İşin garibi her iki manzarayı eleştirenler birbirlerinden farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da, her iki manzaranın failleri aynı soyun sopuna mensuplar.
Yılbaşı kutlamaları daha çok toplumun kendini dini inançların tek temsilcisi gören kesimince eleştiriliyor. Üstelik bunlar yolda tacize uğrayan kadınlara, "Oh olsun, yılbaşında sokağa çıkıp kaşınırsan başına gelecek de budur", gözüyle bakıyorlar.
Ama bu din kumkumalarının farkında olmadığı önemli bir nokta var. Yılbaşında sokaklarda ağzından salyalar saçarak kadın peşinde koşan güruhla, Kurban Bayramı’nda sokakları kan gölüne çevirenler üç aşağı, beş yukarı aynı insanlar.
Yılbaşını sokakta eğlenerek kutlamak varken, başkalarının eğlence özgürlüğüne tecavüz ederek kutlamaya kalkışanlarla; Kurban Bayramı’nda hayır için kurban eti dağıtmak varken, başkalarının önünde vahşet görüntüleri sergileyerek tatmin olmaya çalışanların zihniyeti tıpatıp aynı.
Yılbaşı ve Kurban Bayramı bu sene arka arkaya geldi. Yılbaşı görüntüleri sürpriz olmadı. Umarım Kurban Bayramı görüntüleri sürpriz olur da, ilerki senelerin yılbaşı kutlamaları için iyimser olabiliriz.
Kurban değil enişten öpsün
Bu sene ABD’de ve Avrupa’da insanların artık birbirlerinin Noel Bayramı’nı değil bayram tatillerini kutlaması moda.
ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde bu sene peydah olan bir akım bu. Bush bile uydu bu akıma.
Noel kutlamaları, dini içerikli olmaktan çıktı ve insanların büyük bir bölümü birbirinin yeni yılını dini içerikli mesajlarla değil, basit birer bayram tebriğiyle kutlamaya dikkat ettiler. Hazreti İsa’nın doğum günü olan Noel gecesi (24 Aralık) ile takvimlerde yeni yılın başlangıcını simgeleyen yılbaşı gecesi (31 Aralık) birbirine çok yakın tarihler olduğundan, Hıristiyanlığın yaygın olduğu ülkelerde hep birlikte kutlanırdı.
İnsanların birbirine gönderdiği tebrik kartlarında "Noel’iniz mübarek, yeni yılınız kutlu olsun" yazardı. Ama bu sene birden insanlar, birbirlerinin dini inançlarına daha fazla saygı göstermeye karar verdiler ve "Bayramınız mübarek olsun", demek yerine "Mutlu bir Noel bayramı ve yeni bir yıl" yazan kartları tercih etmeye başladılar.
"Noel’iniz mübarek olsun", yazılı tebrik kartlarını ise sadece inancından emin oldukları çok yakınlarına gönderdiler.
Bu çok yerinde davranışı, bu Kurban Bayramı’ndan itibaren keşke biz de yaygınlaştırmaya başlayabilsek. Sadece inancından emin olduğumuz çok yakınlarımıza "Kurban Bayramı’nız mübarek olsun" yazılı tebrikler göndersek, diğer tanıdıklarımıza gönderdiğimiz tebrik kartarında ise "Mutlu tatiller", diye yazmakla yetinsek.
Birbirimizin inancına saygının yolu, kimsenin inancını ipotek altına almamaktan geçiyor.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2006
Woody Allen’ın İstanbul konserini seyretmeye gitmedim tabii ki. Olcayto A. Tuğsuz, gecce.com’daki köşe yazısında, "Woody Allen’ın yaptığı müzik benim müzik zevkim ile uyuşmuyor.
En azından bir konserde oturup dinlenecek müzik olduğunu düşünmüyorum" diyor.
Özellikle ikinci cümlesine yüzde yüz katılıyorum. Woody Allen ve grubu New Orleans Jazz Band’in müziği konser ortamında değil gece kulübü ortamında, içki ve dost sohbeti eşliğinde dinlenecek tarz bir müzik.
Şimdi kimse kalkıp, fena mı oldu, New York’a gidip Woody Allen’ı orijinal mekanında seyretme olanağına sahip olmayan İstanbullular, konser salonu ortamında da olsa adamı dinleme fırsatı buldu demesin.
Çok isteyen Woody Allen ve New Orleans Jazz Band’in DVD’sini, video CD’sini bulur, evde seyredebilirdi.
Allen’ın müziğini konser salonunda dinlemektense, birkaç kadeh içki, hatta belki rakı sofrasında dostlarla girişilen sohbet eşliğinde TV’de seyretmek inanın çok daha keyif verici olurdu.
Zaten İstanbul’daki konsere koşanlar arasında her yıl en az bir kere New York’u ziyaret eden sosyetikler çoğunluktaydı. Bunlar NY Modern Art Museum’u gezmek için de, İstanbul’a gelmesini bekliyorlardır...
Yurtdışı seyahatlerinde birkaç saatlerini müze gezmeye harcayamadıklarından, Picasso resmi görmek için resimlerinin İstanbul’a gelmesini bekledikleri gibi...
Ya da ne bileyim SoHo’da Prada’dan, Gucci’den vakit kalmadığı için kapılarından adım atmaya fırsat bulamadıkları sanat galerilerinin Nişantaşı’nda şube açmasını bekliyorlardır dört gözle...
Ne o? Yoksa siz, New York’a gittiklerinde merak edip, çaldığı gece kulübüne gitme lütfu göstermeyen sosyetiklerimizin Woody Allen aşkının, İstanbul’da konser verince kabardığını mı sanıyordunuz?
Woody Allen yayın yönetmenimdi
Woody Allen 1997’den beri her pazartesi akşamı New York’taki Cafe Carlyle müşterileri için çalıyor.
1997’den önce Michael’s Pub’da çıkardı. 1994’te gidip, yemek eşliğinde dinlemiştim. O sırada Yeni Yüzyıl’da çalışıyordum.
Giriş yemekleri bitmiş, ana yemekler servis ediliyordu ki, bir baktım kapıdan Yeni Yüzyıl’ın Genel Yayın Yönetmeni Okay Gönensin girdi.
Burada da mı rahat yok diye düşünürken, kafası önünde yerden başka bir yere bakmayarak, dosdoğru bana doğru yürümeye başladı.
Ayağa kalkmak için gözgöze gelmeyi beklerken, sarsak sarsak yanımdan geçiverdi. Sahneye çıktı, başını bir an bile yerden kaldırmadan sahnedeki tabureye oturdu, klarnetini çıkardı ve çalmaya başladı.
Seyircilerle bir an olsun göz teması kurmadan, tek bir kere bile gülümsemeden saatlerce çaldı.
Ve aynı geldiği gibi, masaların arasından sarsak sarsak yürüyerek mekanı terk etti.
İstanbul’a döndüğümde Okay Gönensin’e, New York’ta ikiziyle karşılaştığımı, Woody Allen takma adıyla gece kulüplerinde klarnet çaldığını söyledim. İkizi Woody Allen’ın aynı ifadesiz bakışlarıyla yüzüme bakmakla yetindi.
İşte kazanamayan piyangoda kazandırır
2006’ya 10 bin bileti çaldırmak ve çekilişe biletler daha piyasada satılırken başlamak gibi skandallarla giren Milli Piyango İdaresi, büyük ikramiye çekilişini Fatih Terim’e yaptırarak seriyi tamamladı.
Böylece bundan sonraki çekilişlerde, büyük ikramiyeyi kime çektireceğiz diye fazla düşünmelerine de gerek kalmadı.
İstifa etmemekte direnenlerin sayısı hızla artığına göre, iki doğal aday şimdiden hazır; Başbakan’ın bakanı Nimet Çubukçu, Galatasaray’ın başkanı Özhan Canaydın. Önümüzdeki iki çekilişte bu iki isimle idare etsinler, gerisi de gelir merak etmesinler.
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2005
Türk Telekom’un (TT) satışı bitti Telekomünikason Kurumu (TK) artık uyanır diye umutlandık ama boşunaymış. TK’nin uyanıp, işe koyulmaya, beklenen düzenlemeleri hızla yapmaya hiç niyeti yok gözüküyor. Hadi TT satılana kadar, bir ölçüde anlıyorduk. Türk Telekom’un satış değeri düşmesin diye, piyasanın serbestleştirilmesini ağırlaştırdıkça, ağırlaştırıyordu.
İyi de tamam artık, TT satıldı, nedir bu yavaşlık hálá?
İnsanın aklına iki olasılık geliyor. Biri TK uyuşukluğa öylesine alıştı ki, uyku mağmurluğundan bir türlü kurtulamıyor. Hatta belki TT’nin satıldığının bile farkında değil. Ya da ne bileyim haberi oldu ama kendi de inanamıyor.
İkinci olasılık ise TT’yi satın alan Öger’e siyasi otorite tarafından kapalı kapılar ardında bir takım sözler verilmiş olması. Yani serbestleştirmenin geciktirileceği gibi. TK da hükümetin dümen suyunda, bu yavaşlatma taktiğini uyguluyor.
Telekom sektörünün serbestleşmesi sözüm ona iki yıl önce oldu. Bir sürü şirkete A, B ve C tipi lisanslar dağıtıldı. Ama sonra bu şirketlere TK tarafından TT ile ara bağlantı sözleşmesi yapma zorunluluğu getirildi.
Lisans alan pekçok şirket bu tekelci uygulama için istenen ücretleri çok yüksek buldu. Lisans almak için bir ton para ödeyen bir sürü küçük şirket, ödedikleri paraların üzerine bir bardak soğuk su içmek üzereyken bir ara yol buldular.
Telekom hizmeti verebilmeleri için ihtiyaç duydukları arabağlantı servisini, TT ile arabağlantı sözleşmesi yapan diğer lisans sahibi şirketlerden almaya başladılar.
TK yeni çıkardığı kararla, küçük şirketlere bu çözümü artık kullanamazsınız dedi. Ya Öger’e satılan TT’den alacaksınız bu hizmeti ya da ne haliniz varsa göreceksiniz.
Önümüzdeki yılın başında yeni Telekomünikasyon Kanunu’nun çıkması bekleniyor. Bu kanun çıktığında, TK çok daha geniş yetkilerle donatılmış olacak. TK’nın bu son kararı, eline yetki geçtiğinde bu yetkiyi nasıl kullanacağı hakkında da önemli ipuçları veriyor.
TK, arabağlantı hizmetini Öger’in TT’sinin tekeline veriyor. TK, ADSL aboneliklerini Öger’in TT’sinin tekeline veriyor. TK, W-CDMA’i Öger’in TT’sine lisanssız kullandırıyor. TK, İnternet omurgasını Öger’in TT’sinin hakimiyetine teslim ediyor.
Şimdi soru şu: Küçük şirketleri kollamayan, Öger’in TT’sine tekel ayrıcalıkları veren; piyasayı serbestleştirecek regülasyonlar yerine tekeli koruyucu yasakçı kararlar çıkartan, Öger’in TT’sinin elindeki tekel ayrıcalıklarını serbestleştirmekten kaçınan TK, daha da fazla yetki sahibi olduğunda ne yapacak?
TK’ya görevinin tekeli korumak değil, piyasayı serbestleştirecek regülasyonları yapmak olduğunu kim hatırlatacak, bu görevini yapmaya kim zorlayacak?
Yazının Devamını Oku