11 Kasım 2005
Türk Telekom'un ADSL tarifesinde yaptığı son ayarlamalar, kullanıcılardan tepki aldı. Ancak tepkilerin hedefi tam 12'den vurmadığı gözleniyor. Kızgın kullanıcılar genellikle Ulaştırma Bakanı'na ve Türk Telekom'a ateş püskürüyorlar.
Ulaştırma Bakanı nispeten doğru bir hedef ama Türk Telekom'un hedef alınması tamamen yanlış. Yürürlükte olan yasalar ve Telekomünikasyon Kurumu'nun regülasyonlarına göre veri iletişimi Türkiye'de Türk Telekom'un tekeline tahsis edilmiş durumda.
Normalde bu tekelin özelleştirme tamamlanmadan önce kaldırılması gerekiyordu. Hükümetin sözü Türk Telekom'un özelleştirilmesiyle, telekom sektörünün serbest rekabete açılması yani sektörün serbestleştirilmesinin aynı anda yapılacağıydı.
Ancak Türk Telekom'un satışı gecikti, serbestleşmeye ise çok yavaş bir şekilde, yarım yamalak geçildi.
Yıllardır Türk Telekom'un satılmasını savunurdum. Ancak geçen sene serbestleşme, Türk Telekom'un değeri düşmesin diye, hükümetin dümen suyuna giren Telekomünikasyon Kurumu tarafından yavaşlatılmaya başlanınca fikrimi değiştirmiş ve yazmıştım.
Çünkü sektörün serbestleşmesi, Türk Telekom'un satılmasından çok daha önemli. Telekom'un satışından bir sefere mahsus bir gelir elde edilecek. O gelirin de nerelere akıtılacağı meçhul. Büyük bir olasılıkla, yanlış hükümet politikalarıyla çar çur edilecek.
Halbuki sektörün özelleşmesi, tam serbest rekabete kavuşması Türkiye'nin geleceği için hayati önem taşıyor. Ama hükümet ve Telekomünikasyon Kurumu serbestleşmeye değil özelleştirmeye daha çok önem veriyor. Serbestleşmenin sağlanmasına yönelik regülasyonlar çok yavaş yapılıyor.
Neyse sonuçta Türk Telekom satıldı. Bu aşamadan sonra satışına karşı çıkmak akıl kárı değil. Ama özelleşmiş Türk Telekom'un yeni sahiplerinin serbestleşmeye ayak bağı olmasına şiddetle karşı çıkmak gerekiyor.
ADSL tarifesine yapılmak istenen son ayarlamanın asıl önemi de burada. Bu son ayarlama özelleşmiş Türk Telekom'un serbestleşmeyi geciktirmek için elinden gelen gayreti göstereceğini ortaya koyuyor.
Dediğim gibi Türk Telekom özel bir şirket ve veri iletişimi tekelini elinde tutuyor. Yerinde hangi özel şirket olsa bu tekeli en iyi şekilde kullanmaya çalışır, hakkıdır ve eleştirmek yersizdir. Eleştirilmesi gereken kurum bu tekeli ortadan kaldırmaya yönelik regülasyonu yapmayan Telekomünikasyon Kurumu ve hükümettir.
Türk Telekom ADSL tekeli elinde olduğu için minimum altyapı yatırımıyla maksimum geliri elde etmeye çalışıyor. Altyapıya gerekli yatırımları yapmadığı için mevcut altyapı kullanıcılardan gelen talebi karşılayamıyor. Özellikle sınırsız erişim seçenekleri, yetersiz olan altyapıyı iyice zorluyor.
Türk Telekom da yaptığı tarife ayarıyla, kullanıcıları yetersiz altyapıyı daha az meşgul edecek seçeneklere özendirmeye çalışıyor.
Serbest rekabet olsa, şirketler müşteriye en iyi hizmeti vermek için hem altyapılarını güçlendirmek hem de tarifelerini düşük tutmak zorunda kalacaklar. Tekel olunca, Türk Telekom istediği gibi at koşturuyor.
Ve tüm bunlara Telekomünikasyon Kurumu'nun veri iletişimi tekelini Türk Telekom'un tekelinden alacak adımları atmaması neden oluyor.
Türk Telekom iyi yönetilince, hükümet vizyonsuz olunca, Telekomünikasyon Kurumu da çalışmayınca olan biz İnternet kullanıcılarına oluyor.
Durumun en çıplak özeti budur...
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2005
Başbakanlık Uçağı’nda içki içme cesareti gösteremeyen gazetecilerin, fosur fosur sigara içmekte sakınca görmediğine aylar önce değinmiş, bunun yasalara göre de suç olduğunu yazmıştım. 4207 sayılı yasaya göre ‘kamu hizmeti yapan kurum ve kuruluşlardan beş veya beşten fazla kişinin görev yaptığı kapalı mekanlarda tütün ve tütün mamüllerinin içilmesi yasak.’ Başbakanlık da bir kamu kurumu olduğuna göre, Başbakanlık Uçağı da beş veya beşten fazla kişinin görev yaptığı kamu hizmeti yapılan kapalı mekan kapsamına giriyor.
Başbakan’ın son gezilerine katılan gazetecilere sordum. Başbakanlık uçağında hálá sigara içiliyormuş.
AKP’li belediyelerin içki yasağına yönelik sistematik uygulamaları Hürriyet’e konu olunca, Başbakan’a yakın bir kişi Ertuğrul Özkök’ü aramış. Başbakan’ın içki yasağına dini değil gençliğin sağlını korumaya yönelik bir perspektiften baktığını aktarmış.
Duy, işit, inanma... Başkalarının sağlığını düşünen bir Başbakan, uçağındaki misafirleri sigara dumanına mı boğar?
Camilere ve okullara yakın restoranlara içki ruhsatı verilmemesi uygulaması da bir başka komedi. Bu çağdışı yasağın kaldırılmasını savunan geçen haftaki yazımın ardından okurlardan çok mesaj aldım.
Bunlardan bir kısmı, belediyeden içki ruhsatı alamayan restoran sahiplerinden geliyordu.
Özellikle turistik semtlerde olanları, masaya oturduktan sonra içki servisi olmadığını öğrenenlerin kalkıp gitmesinden şikayetçiydi.
Yazımla ilgili mesaj gönderen iki kişi de içki yasağını savunuyordu. Alkollü içki satışı yapılan batakhanelerin okulların ve dini ibadethanelerin yakınında açılmasının batılı ülkelerde de yasak olmasını örnek gösteriyorlardı.
Bu iki mesajı okuduktan sonra, AKP’li belediyelerin uyguladığı içki yasağının ardındaki zihniyeti daha iyi kavradığımı sanıyorum.
Bu öyle bir zihniyet ki, yemeğin yanında iki kadeh içki servis eden restoranlara bile batakhane gözüyle bakıyor. Yemeğinin yanında iki kadeh şarap içeni bile, içince gözü dönen potansiyel ırz düşmanı olarak damgalıyor.
Şimdi hedef Las Vegas olmalı
Anadolu Ateşi’nin, New York’taki ünlü gösteri merkezi Madison Square Garden’da sahneye çıkacağı haberini aylar öncesinden, ilk kez benden almıştınız.
Gösteri geçtiğimiz gün başarıyla gerçekleşti. Beş bin kişilik salon tamamen doluymuş ve gösteri ayakta alkışlanmış.
Anadolu Ateşi’nin bu önemli sınavdan başarıyla geçmesinden gurur duydum. Ama asıl yolculuk bundan sonra başlıyor. Hedef şimdi Las Vegas’ta kalıcı bir gösteri olarak perde açmak olmalı. Zaten grup da hedefini bu yönde seçmiş.
Bu hedefe de varacaklarına inanıyorum. Ama bunun için gösterinin belkemiğini, daha güçlü bir hikayeyle desteklemeleri şart. Hikaye hem evrensel olmalı, hem de kolay algılanmalı... Kısacası Las Vegas şov dünyasının doğasına uyarlanmalı.
Okan Bayülgen’in karizmatik dönüşü
Okan Bayülgen’in Kanal D’de yayınlanmaya başlayan yeni şov programı ‘Televizyon Makinası’na bayıldım.
Daha önceki şov programlarının kötü yanlarını tırpanlamış, iyi yanlarını cilalamış ve ufak tefek bazı yeniliklerle süsleyerek, hedeflediği kusursuz formata birkaç adım daha yaklaşmış.
İlk programın eleştireceğim tek bir yanı var; konuk seçimi... Konukları beğenmediğimden değil, aksine tek tek bakıldığında hepsi çok iyi birer seçimdi.
Hakkı Devrim, hoş sohbetlikte bir zamanların efsane ismi Bal Mahmut’u aratmıyor. Cem Özer TV şovmenliğinin duayeni olmasının yanı sıra oyunculuktaki başarısıyla da kıskançlık şimşeklerini üzerinde toplayan bir yıldız.
Bu iki laf cambazına bir de Okan Bayülgen’in varlığı eklenince ‘Televizyon Makinası’ oldu size ‘Karizma Makinası’...
Böyle olunca da, Nurgül Yeşilçay dahil her biriyle normalde çok ilginç sohbetlere dalınabilecek diğer değerli konuklar gölgede kaldılar.
Okan Bayülgen, programda kendisine ek olarak en fazla bir ekran karizmatiğinin olmasına dikkat ederse, ‘Televizyon Makinası’ daha da kusursuzlaşacak.
İki cambaz bir ipte oynamaz derler, TV çağında bence oynar. Ama üç cambaz, İnternet TV’yi tamamen yutuncaya kadar hálá fazla...
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2005
Otoyollarda kaza yapanlara, trafiğin sıkışmasına yol açtıkları için ekstra ceza kesilmeli. Dümdüz otoyolda bile kaza yapmayı becerenlerden, trafiğin sıkışmasından doğan iş gücü ve ekonomik kayıpların tazminatının, kazadaki kusur oranlarına göre tahsil edilmesi, sizce de adil bir çözüm olmaz mı?
TEM ya da E-5 otoyolundan en az bir trafik kazasına rastlamadan geçmek olanaksız oldu. Her kaza, otoyolun hangi yanında olursa olsun, iki yöndeki yolun birden tıkanmasına yol açıyor. Hele bir de işe gidiş ve eve dönüş saatlerine rastlarsa, zaten milim milim giden trafik çıldırtma noktasına geliyor.
Geçen gün TEM otoyolundan işe gelirken, hızla akan trafik aniden durdu. Adım adım ilerlemeye başladık. Topu topu iki kilometreyi, bir saate yakın bir zamanda aldıktan sonra, tıkanıklığın nedeni anlaşıldı... Şehirlerarası bir otobüs, sağ ön tarafından önündeki kamyonun kasasının sağına çarpmış. Arkadan gelen otomobillerden biri, otobüsün sol yanındaki bagaj kapağına, bir diğeri ise önündeki kamyonun altına girmiş. Her iki otomobil de paramparça ama kamyonun altına girene otomobil demeye bile bin şahit ister.
Dümdüz, dört şeritli bir yolda otobüs, kamyona arka köşeden nasıl çarpar? Hadi çarptı, aynı yönde giden iki aracın çarpışması sonucunda bu kadar hasar oluşması için otobüsün ne hızla gidiyor olması lazım?
Otoyollardaki kazaların tek nedeni var, Türk sürücüler arasındaki maganda oranının Aziz Nesin’in meşhur iddiasındaki toplumdaki aptal oranından pek farklı olmaması.
Bu düşüncesiz sürücüler sadece kendilerine ve çarptıkları araçtakilere değil tüm Türkiye’ye zarar veriyorlar. Yol açtıkları kazalarla telafi edilemez acılara ek olarak, günde birkaç kez yolları tıkıyor ve çok büyük boyutlarda işgücü kaybına yol açıyorlar.
Bu kafasızların verdiği zararın bedelini neden toplum olarak ödemek zorunda kalalım ki? Verdikleri zararı, kazadaki kusur oranına göre kendilerinden tahsil edecek bir yöntem bulunsa fena mı olur?
Ekstra trafik cezası önerileri
Sapağı kaçırınca emniyet şeridinden geri geri gidenlere: Ehliyetinin, akıl hastahenesinden akli dengesi yerinde raporu getirilinceye kadar iptali.
Emniyet şeridinden gidenlere: Belediye sağlık hizmetlerine katkı payı olarak 500 milyon ekstra para cezası. Emniyet şeridini tıkayarak ambulansların yaralılara hızla erişmesini engelleyenlerden alınacak cezalar, kazalara hızla yetişecek ambulans helikopterlerin alınması için kurulacak fonda biriksin.
Otoyolda trafiğin tıkanmasına yol açan kaza yapanlara: Trafikten doğan iş gücü ve ekonomik kayıpların kazadaki kusur oranlarına göre tazminatına yönelik ağır para cezası.
Alkollü araç kullananlara: Cinayete teşebbüsten mahkemeye sevk.
Gökdelen çağdaşlığın değil geçen yüzyılın simgesi
Mehmet Barlas son birkaç yazısında gökdelen dikmeyi sanki matah bir çağdaşlık simgesiymiş gibi sunuyor.
Tamamen yanlış bir iddia.
Gökdelenler çağdaşlığı değil, tam tersine geride kalan 20’nci yüzyılın simgesi olarak çağdışılığı temsil ediyor.
Gökdelen dikmeyi 21’inci yüzyılda çağdaşlığın simgesi olarak göstermek, İstanbul’un fethinden sonra surlar içinde şehir kurmayı, matbaanın icadından sonra el yazması kitapları, metro varken iki katlı otobüsleri çağdaşlığın simgesi olarak göstermekten farklı değil.
Gökdelenler daha önce de yazdığım gibi merkezileşme gerektiren Sanayi Çağı’nın gereksinimlerinden doğmuştu. Günümüzün Bilgi Çağı’nda ise mesafeler anlamını yitirdi. Hammaddesi bilgi olan şirketler, üretim ve yönetim merkezlerini dünya üzerine dağıtabiliyorlar.
Yüksek binalar, orta büyüklükteki gökdelenler hızla büyüyen şehirler için hálá kaçınılmaz. Ama dev gökdelenlerden artık sadece şehir planlaması yapmayı, tek bir şehir dışında çekim merkezi yaratmayı beceremeyen çağdışı zihniyetler medet umuyor. Diktikleri gökdelenlerin yüksekliğiyle artık sadece üçüncü dünya ülkeleri övünüyor.
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2005
Bundan 11 yıl önce, Yeni Yüzyıl piyasaya çıktığında gazetenin Toplum Yaşam servisi müdürüydüm. Arka kapakta müzikten modaya, sinemadan sanata, kent yaşamından mimariye, yemekten içki kültürüne kadar günlük yaşantımıza giren her konuyu işliyorduk.
İnternet’in Türkiye’de henüz ticarileşmediği yıllardı. Arka kapakta işlediğim konulara İnternet’i de kattım.
Gazete yönetiminden bazılarının hoşuna gitmedi. İnternet’in teknik bir konu olduğunu, günlük yaşama dair konulara ayrılmış bir sayfada yerinin olmadığını savunuyorlardı. Bense tam aksini iddia ediyordum. Gazeteden ayrıldım.
Hürriyet’in kapısını çaldım. Ertuğrul Özkök’ün ve o dönemde gazetede önemli pozisyonlarda olan Tezcan Yaramancı ile Cafer Yarkent’in de desteğiyle İnternet’i tüm Türkiye’nin gündemine hızla soktuk.
Bugün artık kimsenin İnternet’in günlük yaşamın bir parçası olduğundan kuşkusu yok.
Ama bu yeterli değil. Çünkü Türkiye’deki kullanıcı sayısı hálá sadece üç, dört milyon seviyesinde. İnternet hálá pahalı, hálá çok yavaş...
ADSL tarifesinde yapılan son ayarlamalara haklı tepkiler geliyor ama hedef yanlış. Türk Telekom’un bir kabahati yok. Kabahat bilgi çağını dilinden düşürmeyen ama bu konuda politikası bile olamayan hükümette ve hükümetin dümen suyunda giden Telekomünikasyon Kurumu’nda.
Türkiye’de veri iletişimi yasal olarak Türk Telekom’un tekeline terk edilmiş. TT’nin yerinde hangi özel şirket olsa aynısını yapar. Tekelinde olduğu ürünün fiyatını, rekabet olmadığı için işine geldiği gibi yükseltir, mimimum altyapı yatırımıyla maksimum geliri elede etmeye çalışır.
Bu tekelin kalkmasına yönelik siyasi irade göstermesi gereken hükümetin İnternet’e bakışı, on yıl önceki gazete yönetiminin bakışına benziyor. İnternet’i yeni bir çağın yaşantısının vazgeçilmez parçası olduğunu görmemekte direniyorlar. Telekomünikasyon sektörünün serbestleştirilmesinden elde edilecek uzun dönemli yararlara odaklanmak yerine, TT’nin satışından gelecek bir atımlık gelirin peşine düşüyorlar. İnternet’e bir avuç züppenin eğlencesi diye bakıyor; bir elinde klavye bir elinde fareyle ADSL tarifesine tepki gösteren gençleri, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şiirindeki ‘bir elinde telefon, bir elinde kesesi’yle aleme dalmış yeni yetmelerle karıştırıyorlar.
Polisin yetkisi Papermoon önüne gelince biter
Akmerkez’in altındaki sosyetik restoran Papermoon’un önünde hep bir trafik keşmekeşi vardır. Müşteriler, otomobillerinden restoranın kapısında, caddenin ortasında inerler.
Kimilerinin otosu hemen orada, ‘durulmaz’ işaretlerinin altına park edilir. Caddede yer kalmamışsa kahyalar üç şeridi doksan derece açıyla, tüm trafiği kilitleyerek diklemesine geçer ve karşı yoldaki trafiğe ayrılmış şeritlere park ederler.
İşin komiği, tüm bunlar çoğunlukla polis seyircilerin huzurunda yapılır.
28 Ekim Cuma günü, saat 17:00-17:30 gibi bu yoldan geçiyorduk. Papermoon’un önündeki caddenin bir şeridi yine lüks arabaların işgali altındaydı. Önünde de polisler. Trafik durunca, polise ‘Bunlar burada BWW oldukları için mi park edebiliyorlar’ diye sorduk.
NEYSE CEZASI VERİRİZ
Polis, beş dakikalığına izin verdim, zaten hiçbiri Papermoon’a gelmiş otomobiller değil filan gibi bir şeyler mırıldanırken, Papermoon’un kapıcısı hızır gibi yetişti. ‘Ne var, size ne’, diye çıkıştı ve ekledi, ‘İsterse ceza kessin. Neyse cezası öderiz.’
Kraldan çok kralcı olmuş sosyete gülüyle muhatap olmayıp, polise ‘Bu işaretin anlamı durulmaz değil mi, beş dakikalığına da olsa nasıl izin verirsiniz’, diye sordum.
O ana kadar kibarca konuşan polis memuru birden sertleşti. ‘Benim olduğum yerde, işaretin anlamı yok, ben neyi uygun görürsem kural o olur’, dedi.
Bu yetkinin ona keyfi olarak kullanması için verilmediğini, aciliyet ve zaruret gerektiren durumlarda kullanması için verildiğini anlatmaya kalkmadım...
Apple bir yaşam stilidir
Apple teknolojiyi günlük yaşamın içine sokmakla kalmayıp, teknolojiyi bir yaşam tarzı olarak sunmayı en iyi beceren marka.
Apple, bugüne kadar her yıl sadece San Fransisko ve Paris’te düzenlediği Apple Günleri’ni bundan böyle İstanbul’da da düzenleme kararını almıştı. İstanbul Apple Günleri geçen hafta yapıldı. Apple yaşam biçimi, teknolojiyle barışık yaşamayı seçen yeni nesille bu etkinlikte buluştu.
Apple günlerinin en ilgi çeken ürünü kuşkusuz iPod’du. iPod’dun başarısının Türkiye için örnek alınacak pekçok yanı var. iPod bir teknoloji harikası değil. Piyasada iPod’la aynı teknolojiyi kullanan sayısız ürün var. Ama hiçbiri iPod kadar başarılı değil. Çünkü bu ürünün başarısı estetik tasarımından, pratik kullanıcı arayüzünden ve ürünü bir yaşam stili olarak sunan pazarlamasından kaynaklanıyor.
Teknoloji geliştirmesi daha uzun yıllar mümkün görünmeyen Türkiye için, dünya markaları yaratmanın sırrı da bu üçlüden geçiyor. Tamam bunlar da o kadar kolay şeyler değil ama büyük yatırımlardan çok deha ve beceri gerektirdiklerinden, Türk girişimcileri için daha uygunlar. Dünya markası yaratmak isteyen girişimcilerimize, Apple ürünlerini büyüteç altına almalarını tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2005
Dubai’deki meşhur Burj El Arap otelinin kuş pislikleriyle kirlenmesinin, tepesinde kuş uçurtmayan kadrolu şahinlerle önlendiğini duymuş muydunuz? Peki bu oteli diken firma tarafından tasarlanan İstanbul Dubai Kuleleri’nin temizliğinin nasıl yapılacağı düşünülmüş müdür sizce?
İstanbul kim ne derse desin, pis bir şehir. Sokakta yarım saat dolaşın, yazın toz içinde, kışın yağlı is içinde kalırsınız.
İstanbul’un binaları da bu yüzden hep kirli yüzlüdür. İstanbullu mimarlar, büyük binalar için bu sorunun çözümünü dış cephe malzemesi olarak camı seçmekte buldular.
Boya gerektirmeyen, kolayca silinebilen cam, İstanbul’un kirli havasının etkilerine karşı ideal bir çözümdü.
Temsili tanıtım resimlerinden göründüğü kadarıyla, İstanbul Dubai Kuleleri için Dubaili mimarlar da, dış cephe malzemesi olarak camı seçmişler. Ama İstanbullu mimarların neden camda karar kıldıkları konusunda pek fazla kafa yorduklarını sanmıyorum.
İsveç’in Malmö kentinde yapımı süren Mimar Santiago Calatrava imzalı burgu şeklindeki Torso Kulesi’ni alıp, üzerine İstanbul’daki büyük yapılara hakim cam dış cepheyi geçirmişler, olmuş size İstanbul Dubai Towers.
İyi de burgu şeklindeki bir binanın cam dış cephesi her hafta nasıl silinecek? Düz cephede kolayca kullanılan makaralı iskeleler, burgu biçimindeki eğimli cephede nasıl çalışacak?
Belki vardır bir düşünceleri ama sanki Burj El Arap’taki hatalarını tekrarlıyorlarmış gibi geliyor bana.
Burj El Arap’ın, Dubai ziyaretimde orada yaşayan arkadaşlarımdan dinlediğim ve İnternet’te çeşitli kaynaklarda Discovery kanalında yayınlanan bir belgeselden aktarılan öyküsüne göre, otel dev bir yelkenli silüeti vermek üzere tasarlanmış.
İzlenimin gerçekçi olması için de, bir cephesinin tamamına dev bir yelken bezi gerilmiş.
Ancak otel bittikten sonra görülmüş ki, otelin tepesinde uçan kuşların pislemesi bezin hızla kirlenmesine yol açıyor...
Bunun üzerine otel kadrosuna dahil edilen şahin terbiyecileri, avcı şahinlerini her sabah otelin üstüne salmaya başlamış. Ve otelin cephesine gerili dev yelken bezinin temizliği etrafta uçan kuşları avlayan, kaçıran şahinlerle sağlanmış.
İstanbul’daki kulelerin burgu şeklindeki bir kaydırağı andıran cam dış cephesini temizlemek için ne gibi yöntemler düşünüyorlar merak ediyorum doğrusu...
Zorla takılan türban sanal ortamda atılır
Yeni yayın yönetmeni Murat Sabuncu’nun etkisi Tempo’da kendini gösterdi.
Örneğin geçen sayısındaki Nazire Kalkan imzalı ‘Kızlar sanal alemde türban çıkarıyor’, başlıklı haber... İki genç Türk girişimci ‘ChatCity’ isimli bir İnternet sitesi yaratmışlar.
Bu site aracılığıyla sanal sohbetlere koyulan kullanıcılar, kendilerine bir çizgi karakter seçip, sohbet ettikleri kişilerin karşısına bu tipleme ile çıkıyorlarmış.
Ve siteyi kullanan türbanlı kızlar bile kendilerine başı açık bir tipleme seçip, sohbet ettikleri kişilerin karşısına türbansız bir sanal kimlikle çıkmayı tercih ediyorlarmış.
Biraz düşününce doğal karşıladım. Türban takanların azımsanamayacak bir bölümü gerçek hayatta da özgür iradeleriyle ve bilinçli bir seçim sonucunda takmıyorlar türbanı. Kıskanç eşleri ya da tutucu babalarının zoruyla kapanan genç kızların sayısı, sanıldığından çok daha fazla.
İlk fırsatta, örneğin sanal sohbette fırlatıveriyorlar işte başlarına zorla taktırılanı...
Benim de aklıma takılıyor; gerçek olan mı sanal, sanal olan mı gerçek?
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2005
Yok camiye 100 metre, yok okula bilmem kaç metre uzaklıkta diye kafelere, restoranlara içki ruhsatı vermeyi engelleyen çağdışı uygulamaya son vermenin zamanı geldi artık. Sanki camiden çıkan bara koşacakmış, okuldan çıkan öğrenci 100 metreden uzak olan içkili kafeye gidemeyecekmiş gibi hangi akla hizmet ettiği belli olmayan bir kanun...
İçki ruhsatı eskiden emniyet müdürlüklerince veriliyordu. AKP hükümeti geldi, ruhsat verme yetkisini emniyet müdürlüklerinden alıp belediyelere verdi, işler daha da keyfileşti.
AKP’li belediyeler alkol düşmanlığını, alkollü restoranları şehir dışına sürmeye kadar vardırdılar.
Geçen hafta Ertuğrul Özkök de yazmıştı. Belediyeler kendi ellerindeki sosyal tesislerde de içki yasağı koymaları yetmiyormuş gibi içki yasağını tesisin kapısına astıkları pankartlarla cümle aleme duyurarak siyasi propaganda malzemesi yapıyorlarmış.
Birkaç hafta önce Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in ‘Ayvansaray’dan 10 Prag çıkar’ iddiasını eleştiren bir yazı yazmıştım.
Bırakın Ayvansaray’ı, İstanbul’un tümünden çeyrek Prag çıkmaz, demiştim. Tarihi eser zenginliği açısından Prag’dan üstün olmamızın, turist çekme açısından Prag’ı geçmemizin garantisi olmadığını anlatmaya çalışmıştım.
Fatih Belediye Başkanı, yazımın yayınlandığı gün aradı. Ayvansaray’ı turist merkezi yapmaya yönelik projesini, bölgedeki tarihi eserlerin zenginliğini anlattı.
Bunlara karşı olmadığımı, projesini sonuna kadar desteklediğimi aktardım. Ama turistin amacının sadece tarihi eser görmek olduğunu varsayan bir projenin, eksik bir proje olacağını söyledim.
Turistin tarihi eserler arasında dolaşırken bir sokak kafesinde mola verip birasını yudumlamak isteyeceğini, öğlen bir restorana girip yemeğinin yanında şarap arayacağını, akşam oteline dönmeden önce bir barda duraklayıp bir, iki kadeh içkiyle yorgunluk atma peşinde olacağını anlatmaya çalıştım.
Turistik güzergah üzerinde bu gibi yerlere de izin vereceklerini ama her yerde de buna müsaade edemeyeceklerini söyledi. Bence yeterli değil.
İçki ruhsatı almak isteyenlerin karşısına çıkartılan zorluklara sadece turistik güzergahlar üzerindeki belli noktalarda değil, tüm İstanbul’da, tüm Türkiye’de son vermeliyiz.
Küçük bir kesime hakim olan içki içen her insana potansiyel ırz düşmanı, potansiyel kavgacı, potansiyel tacizci gözüyle bakma zihniyetini, artık terk etmek zorundayız.
İçki içmesini bilmeyenlere benim de tahammülüm yok. Ama bunlarla savaşmanın yolu içki düşmanlığı yapmak değil.
Her içki içeni potansiyel ırz düşmanı görmek yerine, içkili otomobil kullananları potansiyel katil olarak görüp, çok daha iyi denetlemek; işlenen suçlarda içkiyi hafifletici sebep olmaktan çıkartıp, ağırlaştırıcı sebep saymak, içki magandalarıyla savaşmak için çok daha etkili ve medeni bir yol.
Gol kralından başka kral istemiyoruz
Başka hangi kulüp olsa, Galatasaray’ın başındaki beceriksiz ve beceriksizliği kadar da pişkin bir yönetimle geçirdiği üç yılın ardından ayakta kalamazdı.
Daha önce başka takımlarda bolca şahit olmuştuk. Taraftarları başarısız buldukları yönetimlerini kulüp binasını taşlamaya kadar giden taşkınlıklarla protesto etmişlerdi.
GS taraftarı ise, kulübe onarılması çok zor yaralar veren yönetimini, maçın başında birkaç dakikalık alkışla protesto ediyor.
Demokrasi tarihinin iki önemli ekolü vardır. Fransız örneğinde halktan gelen sesleri dinlemeyen krallık halk tarafından zorla tahtından indirilmiştir. İngiltere örneğinde ise halkın sesine kulak veren krallık, halkın taleplerini bir bir kendi elleriyle vermiş, saygınlığını bu sayede koruyabilmiş, geleneklerini devam ettirebilmiştir.
Galatasaraylı taraftar şimdi de, zarif protestosuna gözlerini yuman yönetime, birkaç maçtır açtığı bir pankartla ulaşmaya çalışıyor; ‘Galatasaray halktır, Galatasaray halkındır...’
Bir önceki pankartın ‘İstifa da bir hizmettir’ olması, gidişatın Fransa örneğine doğru kaydığını gösteriyor. Ama ne yazık ki bunu bir tek yönetim görmüyor.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2005
Hükümetin 2006 bütçesi geçen hafta belli oldu ve tahmin edin bakalım yüzde olarak en büyük artış hangi vergi kaleminde öngörüldü? Açıklanan sonuçları incelemediyseniz tahmin etmeniz çok zor, ben söyleyeyim... Vergi gelirinde artış şampiyonu, yüzde 22,7'lik artışla, cep telefonlarıyla yapılan görüşmelerden tahsil edilen Özel İletişim Vergisi oldu.
Hani AKP hükümeti her fırsatta Bilgi Toplumu olacağız, Bilgi Çağı'na geçeceğiz filan diyor ya, işte size bu söylemlerinde ne kadar samimi olduklarının ispatı. Vergi geliri tahsilatında en büyük artışı, vatandaşın bilgi alışverişinden kesmeyi düşünüyorlar. Bilgisayardan aldıkları ÖTV oranını ise ısrarla lüks sınıfında tutuyorlar.
İletişime özel vergi uygulayıp, bilgisayarı lüks sınıfına sokarak Bilgi Çağı'na adım atıp Bilgi Toplumu olmayı başaracağımıza kimin inanacağını bekliyorlar, tahmin bile edemiyorum doğrusu.
Gerçi vatandaş da bir alem. 2006 bütçesinin belli olmasından hemen iki gün sonra ilginç bir eylem yapıldı.
Cep telefonu faturasının yarısını vergi olarak devlete ödeyen vatandaşlar, 20 Ekim günü bu adaletsiz vergiyi protesto etmek için cep telefonuyla konuşmamaya çağrıldı.
O gün kaç kişi bu çağrıya uyup, cep telefonuyla konuşmadı bilmiyorum. Bildiğim tek şey var, cep telefonu ücretlerinden alınan adaletsiz vergiyi protesto etmeye çalışanların eyleminden zarar gören biri olduysa, onun da bu vergiden en çok mağdur olan cep telefonu operatörleri olması.
Düşünsenize... Haksız vergiyi uygulayan devlet, haksız vergiden dolayı zarara uğrayan önce kullanıcı sonra mobil telefon operatörü...
Çünkü bu operatörler, vatandaştan alınan bu adaletsiz vergilerden dolayı sürekli bir gelir kaybına uğruyorlar. İnsanlar ücretleri pahalı buldukları için cep telefonuyla, adaletsiz vergi olmasa konuşacaklarından çok daha az konuşuyorlar.
Bu haksız vergiyi protesto etmek için daha iyi bir yöntem bulunmalı.
Örneğin ayın belli bir günü seçilir. Mesela her ayın son Cuma günü, yani bugün. Ve o gün insanlar cep telefonlarından, rehberlerinde kayıtlı herkese "Cep telefonu konuşmalarımdan alınan adaletsiz vergi kaldırılmadıkça, iş başında olan hükümete oy vermeyeceğim. Cebimize uzanan bu ele karşıysanız siz de vermeyin ve bu mesajı tanıdıklarınıza her ayın son cuma günü siz de gönderin", kısa mesajı gönderir.
İsterseniz hemen şimdi siz de başlatabilirsiniz bu kampanyayı. Tabii mesaj göndereceğiniz kişileri, bu mesajınızdan rahatsız olmayacağından emin olacağınız tanıdıklarınız arasından seçmeye özen gösterin.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2005
AKP’li 40 vekil, işi gücü bırakmış, televizyonlardaki gelin, kaynana programlarıyla uğraşmaya başlamış. Vatan gazetesinin birinci sayfa manşetinden verdiği habere göre AKP Uşak Milletvekili Alim Tunç ve arkadaşları evlilik kurumunun kutsallığını zedelediğine inandıkları programlar için Meclis araştırması istemişler.
İyi de önemli bir noktayı unutmuyorlar mı?
Televizyonlarda bu tür programların yayınlanıyor olmasının nedeni, milletin beğenisi.
Oylarıyla AKP’lileri milletvekili seçenler de, televizyonlarda bu tür programları seyretmeyi seçenler de aynı halk...
Bu halk kendisini milletvekili seçerken doğru biliyor da, seyredeceği televizyon programını seçerken mi aciz kalıyor?
Halkı izleyeceği programı seçmeye layık görmeyen AKP milletvekilleri, tüm seçmenlerin yüzde 25’inin oyuyla seçildiler. Hakkında meclis soruşturması açılmasını istedikleri gelin-kaynana programları ise geçen yıl yüzde 40’lara varan izlenme paylarına ulaştılar.
Halkın nispi çoğunluğuyla seçilen AKP’li milletvekilleri halkın nispi çoğunluğunun seyretmek için seçtiği programları, fedakarlık, asalet gibi toplum değerlerini ayaklar altına almakla suçluyormuş.
AKP’li milletvekillerine göre oylarıyla kendilerini vekil seçen millet program seçerken ahláksızlık, sadakatsizlik ve entrikaya prim veriyormuş. Bir başka deyişle halkın seçim kriterleri düzeysizlikten, ahláksızlıktan, sadakatsizlikten ve entrikadan yanaymış.
AKP’li milletvekilleri gelin-kaynana programlarının sunucularına da tepki göstermişler. Halkın beğenisini kazanan sunucuların yerine iletişim fakültelerinden mezun olmuş, yetenekli ve bilgili gençler alınmalıymış.
Bir sonraki teklifleri de herhalde kendileri hakkında olacak. Halkın oylarıyla seçilmiş kendilerinin de siyaset bilimi fakültelerinden mezun olmuş, yetenekli ve bilgili gençlerle değiştirilmesini isteyecekler...
Aslında halkın düzeysiz seçimlerini meclis soruşturması zoruyla filan terbiye ederek değiştirmeye çalışmalarına hiç gerek yok.
Biz maymun iştahlıyızdır. Seçtiklerimizden çabuk sıkılırız. Gelin-kaynana programlarının seyredilme oranları şimdiden düştü. Giderek daha da düşecek ve bu programlar kendiliğinden ekranlardan çekilecek.
Biz seçer, biz göndeririz. Siz endişe etmeyiniz...
Cepte patates soğan borsası
Allah süpermarket yöneticilerinden razı olsun.
Bazıları borsadaki dalgalanmaları takip edebilmek için cep telefonlarını kullanıyorlar ya. Hani falanca finans sitesine üye oluyorlar ve ‘borsa öğlen seansını bilmem kaç puandan kapattı’, ‘Falanca hisse senedi şu kadar değer yitirdi’, filan diye gün boyu kısa mesaj alıyorlar...
İşte süpermarket yöneticileri de, herkesin borsada oynayacak birikimi yok, yazıktır sade vatandaşa bizim de bir hizmetimiz olsun filan diye düşünmüşler anlaşılan...
Yıllar önce büyük marketlerden üyelik kartı almak için form doldururken, hiç düşünmeden cep telefonu numaralarını da verenlere, bugünlerde gün ortasında zırt pırt kısa mesaj yağmaya başlamış; ‘Müjde havucun kilosu bilmem kaç liraya düştü’, ‘Koşun patatesteki fırsatı kaçırmayın’, ‘Soğanda büyük ucuzluk, sadece üç saat için...’
Ben de şimdi hormonsuz domates fiyatlarını kolluyorum. Yaşasın iletişim özgürlüğü...
Yazının Devamını Oku