22 Ekim 2005
Kökeni M.Ö. 5. yüzyıla dayanan bir Kelt geleneği olan Halloween’e (kötü bir çeviriyle bizde Cadı Bayramı olarak bilinir) 10 gün kaldı. ABD’ye İrlandalı göçmenlerce ithal edilen ve toplumca benimsenen geleneksel kutlama, Kelt takviminde yılın son günü olan 31 Ekim’de kutlanıyor.
Ölülerin bu tarihte bir günlüğüne dünyayı ziyaret ettiği varsayılıyor ve ruhlarla karşılaşmaktan pek hoşlaşmayan canlılar garip kıyafetler giyerek, sokaklarda dolaştıklarında ruhları evlerinden uzak tutacaklarını düşünüyorlar. Tabii artık buna inanan pek yok ama geleneği eğlenceye dönüştürerek yaşatıyorlar.
İnternet’ten de satış yapan New York’un en büyük balo kıyafetleri dükkanı Abracadabra’ya göre bu yıl Halloween için en çok tercih edilen kostüm aksesuvarı Donald Trump peruğuymuş. Çırak programıyla daha yakından tanıdığımız New Yorklu emlak kralının orijinal saç stili, kendisi her ne kadar peruk olmadığını iddia etse de, Halloween’de ruh kaçırmak için kıyafet değiştireceklere ilham vermiş.
Donald Trump perukları sayesinde, New Yorkluları bu yıl her zamankinden daha korkutucu bir Halloween gecesi bekliyor...
Anadolu Ateşi 6 Kasım’da New York’ta
Anadolu Ateşi’nin nihayet New York yolunda olduğunu ve Ekim’de Madison Square Garden’da sahne alacağını haziran ayında yazmıştım.
Bir bakıp kontrol edeyim, gerçekten New York’ta sahne aldılar mı dedim ve Madison Square Garden’ın bilet satış bölümüne başvurdum. Gerçekten de 11 Ekim’de sahne alacaklarmış ama gösteri 6 Kasım’a ertelenmiş.
Yani Anadolu Ateşi sonunda, Broadway’den olmasa da Madison Square Garden’dan ABD’ye adımını atıyor. Bu bir Türk dans topluluğu için çok büyük bir başarı.
Gösteri gününü heyecanla bekliyor ve başarının devamının geleceğini müjdeleyen bir performans haberi almayı umuyorum.
Birinci Sertab ikinci Ruslana
Cengiz Semercioğlu bu cumartesi yapılacak Erovizyon özelde Sertab Erener birinci olmazsa şaşıralım, diye yazmış.
Ek olarak eski doğu bloku ülkelerinden oy toplayacak Ukrayna ile kapışacağını da ben ekleyeyim.
Bu savımı dayandırdığım nedenler, Semercioğlu’nunkiyle aynı. Ama Semercioğlu’nun ufak bir yanlışını da düzelteyim.
Türkler’in yaşadığı ülkelerden çok oy almaya telefonla oylama sistemine geçildikten sonra başlamadık. Cep telefonundan kısa mesajla oy verme sistemine geçilmesinin ardından başladık.
Belki inanmayacaksınız ama Türkiye Eurovision Kulübü diye bir kulüp varmış. Geçen yıl Sertab’ın İngilizce Sözlü Hafif Göbekhavası şarkısıyla birinci olmasını bu oylama yöntemine borçlu olduğunu yazmıştım. Bu ilginç kulüpten o zaman haberdar oldum.
‘Televoting’ sisteminin 1998’den beri olduğunu iddia ediyorlardı. Çeşitli kaynaklardan araştırınca, kısa mesaj ve telefonla oy verme sistemini karıştırdıklarını anlamıştım.
Erovizyon’un düzenleyicisi EBU’dan resmi cevap da istemiş ama alamamıştım. Sırf bu lakaytlık bile Erovizyon’un ne kadar gayrı ciddi bir yarışma olduğunun kanıtı değil mi?
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2005
Geçen hafta Dresden’deydim. Dresden, 1945’te müttefik bombardımanının ardından taş üstünde taş kalmamış bir şehir. Şehrin üzerine yağdırılan tam 4 bin 500 ton bomba, 25 bin sivilin hayatına mal olmuş. Yok olan ailelerin yanı sıra, tarihi bina ve kültürel eserlerin de hemen hemen tamamı tahrip olmuş.
Savaştan sonra Doğu Almanya sınırları dahilinde kalan şehrin yaraları bir ölçü de sarılsa da, eski güzelliği ve refahına kavuşması için gerekli yatırımların yapılmasına komünist rejimin öncelikleri olanak vermemiş.
İki Almanya’nın birleşmesinin ardından, şehrin yeniden inşası ve refahın yeniden kazanılması için kollar sıvanmış.
1945 bombardımanıyla yıkılan tarihi eserlerin hepsi tekrardan inşa edilmeye başlanmış.
Bu binalardan en ünlüsü Frauenkirche. 1726-1743 yılları arasında inşa edilen Almanya’nın en önemli protestan kilisesi Frauenkirche’nin harabesi 1990’a kadar anti savaş anıtı olarak ziyaret ediliyormuş.
Dünyanın dört bir yanından toplanan bağışlardan sağlanan yabancı kaynaklı finansmanla aslına sadık kalınarak, yeniden inşa edilmeye başlamış. Geçen haftaki Dresden ziyaretim, inşasının bittiği tarihlere rastlamıştı. Koca kilise, sanki 60 yıl önce hiç yıkılmamış gibi, 250 yıl önceki haliyle karşımda duruyordu.
Sevgili dost Schröeder
Dresden’i ziyaret etme amacım bilgisayar çipi üretiminde Intel’in tek rakibi AMD’nin teknoloji harikası fabrikasının açılışına davetli olmamdı.
AMD fabrikasının açılışını Almanya Başbakanı Schröeder yaptı. Biz gazetecilerin tarafsızlığımızın bir sembolü olarak, katıldığımız toplantılarda konuşmacıları alkışlamaması gelenektir. Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerine başlayabilmesinde çok büyük emeği geçen Schröeder kürsüye gelirken, geleneği filan boş verip bu büyük adamı ayakta alkışladım.
Hem yabancı sermaye hem teknoloji
Dresden şehrinin görkemli günlerine geri dönebilmesi için yıkılan tarihi eserlerin yeniden inşasıyla yetinilmiyor.
Yabancı yatırımcıları çekmek için şehre yatırım yapmak isteyenlere büyük vergi kolaylıkları ve finansal teşvik paketleri sağlanıyor. Ayrıca kurulan meslek okullarıyla, bölgeye fabrika kuracakların yararlanacağı eğitimli kalifiye iş gücü de sağlanmış.
AMD, Dresden’deki ilk fabrikasını bu avantajlardan faydalanarak 1999’da kurmuş. Eğitilmiş işgücü ve finansal avantajlar sayesinde kurduğu fabrika, dünyanın en mükemmel bilgisayar işlemcisi fabrikası seçilmiş.
Aynı avantajları kullanmaya devam etmek için de, ikinci fabrikasını yine Dresden’de kurmaya karar vermiş.
AMD’nin Dresden’de kurduğu fabrika şimdiye kadar 7 bin kişiye iş olanağı sağlamış. Bu rakamın kısa bir süre içinde 10 binin üzerine çıkması bekleniyor.
Dresden sağladığı avantajlarla sadece AMD’yi değil, başka büyük yatırımcıları da şehre çekmiş doğal olarak. Şehre fabrika ve Ar-Ge merkezi yatırımı yapan aralarında Motorola ve Siemens’in de olduğu 120 şirket var.
Dresden yatırımcı çekmedeki başarısıyla küllerinden doğan bir şehir. Ben çok etkilendim, bir gün yolunuz düşecek olursa, sizin de etkileneceğinizden eminim.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2005
Samsung'un New York'taki dünya lansmanında, Hint modeli, Çin modeli derken bizim için asıl önemli olan G. Kore modelini yeterince kaale almadığımız izlenimine kapıldım. Güney Koreli Samsung sayısal teknolojilerde dünya lideri vizyonunu benimsediği 2001'de 24.4 milyar dolar satış geliri ve 2.2 milyar dolar kár elde eden bir şirketmiş. 2004'e gelindiğinde satış geliri 55.2 milyar, kárı ise 10.3 milyar gibi inanılmaz bir rakama erişmiş.
Güney Kore şirketinin asıl büyük başarısı ise pek çok alanda pazar birincisi olmayı başarmış olmasında. Samsung bugün DRAM sektöründe yüzde 31, SRAM'de yüzde 28, Flaş Bellek'te yüzde 27, MCP'de yüzde 29, geniş ekran TFT-Likit Kristal Ekran'da yüzde 22, DDI'de yüzde 19, bilgisayar ekranında yüzde 18.7, TV setinde yüzde 9.9, CDMA cep telefonlarında yüzde 20.6 ile en büyük pazar payının sahibi.
Samsung bu başarısını araştırma-geliştirme faaliyetlerine verdiği önemle yakalamış. Samsung'un yeni vizyonu ise ev elektroniği, telekomünikasyon ve bilgisayar teknolojilerindeki birleşme eğiliminin dünya liderliğini yapmak.
Çünkü artık ev elektroniği, telekomünikasyon ya da bilişim sektörlerinin sadece tekinde başarılı olmanın yetmeyeceği bir çağa girmiş bulunuyoruz. Samsung bu yeni hedefine ulaşabilmek için sayısal teknolojileri tüm operasyonlarının merkezine koymuş. Ve Dijital-E Şirketi ismini verdiği bir modele ulaşmayı strateji olarak benimsemiş.
Şirket çeşitli iş alanlarına göre yapılandırılmış. Dijital Medya Bölümü birleşmekte olan teknolojilere odaklanmış. Sayısal TV cihazları, renkli ekranlar, DVD oynatıcılar, dizüstü bilgisayarlar, yazıcılar ve taşınabilir eğlence cihazları bu bölüm tarafından geliştiriliyor. Dijital Medya Bölümü'ne ek olarak Yarıiletken Bölümü, Likit Kristal Ekran Bölümü, Telekomünikasyon Bölümü ve Dijital Ağ Cihazları Bölümü.
Bu sonuncu bölüme çok dikkat etmek görekiyor çünkü kablosuz ağ üzerinde birbirleriyle haberleşebilen elektronik ev aletleri bu bölüm tarafından geliştiriliyor.
Ve görünen o ki önümüzdeki yıllarda, en yenilikçi ürünler biraz önce saydığım bölümlerden birincisi ve sonuncusundan çıkacak.
Her zaman söylediğim gibi İnternet her şeyi yutacak.
Başarılı olmak istiyorsak, hedeflerimizi bu gerçeğe göre çizmek zorundayız. İster kişisel kariyerimiz, ister şirket vizyonumuz, ister ulusal politikalarımız olsun, stratejilerimizi buna göre belirlemedikçe, parlak bir gelecek ummayalım.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2005
Dubai şeyhi El Maktum’a tahsis edilecek arsalar üzerinde gerçekleştirilecek projelerden birinin 650 metrelik gökdelen olduğu iddiası üzerine, tarih ve kültür zengini İstanbul’un gökdelen gösterişine ihtiyacı olmadığı, önceliğin şehrin bakımına verilmesini savunan bir yazı yazmıştım. Tam da Başbakan Erdoğan’ın Dubai şeyhinin yapacağı yatırımları eleştirenleri ‘sermaye ırkçılığı’ yapmakla suçladığı güne denk düştü.
Asla sermaye ırkçısı filan değilim. Türkiye’ye akacak sermayenin kaynağı İsrail olmuş, Birleşik Arap Emirlikleri olmuş umurumda değil. Yabancı sermaye yeter ki gelsin ama adabına uygun olarak gelsin.
Yazımda Dubai’yi suni bir cennet olarak tanımlamıştım. Suni cennetlere de karşı değilim. Farklı çekim merkezleri yaratmak için Türkiye’nin çeşitli yerlerinde de suni cennetler görmek isterim. Örneğin Güneydoğu’da bir Las Vegas yaratılabileceğini düşünürüm.
Tüm bunlar, İstanbul’a yapılması öngörülen yatırımın eleştirilecek hiçbir yanı yok demek de değil.
Yabancı yatırımcıya İstanbul’daki eşi benzeri olmayan, değerli arsaları bir takım binalar yapması için tahsis etmekle, şehir dışındaki bataklık araziyi fabrika kuracak bir yatırımcıya tahsis etmek arasında fark var.
Ayrıca yatırım olarak bina dikmekle, fabrika kurmak arasında da fark var.
Dubai şeyhinin turizm ve bilişim sektörlerinin uzmanı olarak gösterilmeye çalışılması da çok anlamsız.
Dubai turizmi birkaç şatafatlı otel ve bu otellerin teorik olarak gayrımüslümler için açık tutulan barlarına takılan Asya ülkelerinden gelmiş kadınlardan ibaret.
Bilişimdeki uzmanlıkları ise akıllıca davranıp sağladıkları vergi avantajları sayesinde, yabancı bilişim devlerini bölge ofislerini Dubai’de kurmaya ikna etmekten ileri gitmiyor.
Bir de işin ağrıma giden bir yanı daha var.
Şöyle bir tam sayfa gazete ilanı düşünün. Tepesinde ‘Yaşam kültürünüzü değiştirmek için geliyoruz’, diye yazsın. Alt köşesinde de ‘USA International Properties’...
Nice köşe yazarımız bu kuruluşa haddini bildirmeye girişirdi değil mi?
Günlerdir gazetelerde buna benzer bir ilan yayınlanıyor. Tepesinde ‘Alışveriş kültürünüzü değiştirmek için geliyoruz’, ‘Misafirperverlik anlayışınızı değiştirmeye geliyoruz’ gibi patavatsız laflar ediliyor. Alt köşesinde ‘Dubai International Properties’ imzasıyla yayınlanıyor. İstanbul’a 5 milyar dolar yatırım yapacak şeyhin şirketinin imzası bu.
Suni cennetlerin zevksiz bir örneği olan Dubai’nin mimarının, İstanbul gibi bir tarih ve kültür merkezine, sırf para getiriyorum diye bu şekilde dalması uygunsuz kaçıyor.
Sermaye ırkçılığıyla filan alakası yok, maruzatım bundan ibarettir.
Çisil Sohodol’un eşi Cem Özer’i küçük gördü
Birisini eleştirirken ismini anmadan eleştirerek, aklınca küçük görmeye kalkışmak köşe yazarları arasında çok moda.
Çisil Sohodol’un kocası geçen gün Kelebek’te kendisine gelen bir açıklama mektubunu yayınladı. Mektubun göndericisinden ‘Nurgül Yeşilçay’ın eşi’ diye bahsediyordu. İsmini anmayarak küçük görmeye çalıştığı kişi, Türkiye’nin en usta oyuncularından Cem Özer’di.
Yapmayın sevgili meslektaşlarım. Başarısı tescilli insanları, ismini anmayarak küçültemezsiniz. Tam tersine kendinizi küçültmüş olursunuz.
Şimdi haklı olarak soranlar vardır, Çisil Sohodol’un eşi kim diye... Sıkıştırdınız, söyleyeyim; Ali Atıf Bir...
İstifa kapasitesi
Galatasaray İkinci Başkanı Ergun Gürsoy, birlikte katıldıkları TV programında kendisini istifaya davet eden Gökmen Özdenak’a, ‘kapasiten beni istifaya davet etmeye yeterli değil’, diyerek ateş püskürüyordu.
Birisini istifaya davet etmek için gerekli kapasite nasıl ölçülür bilemiyeceğim. Ama istifayı gerektiren durumun ölçüsü evrensel. Başarısız olana istifa etmek düşer.
Ergun Gürsoy, defalarca gol kralı olmuş Gökmen Özdenak’ın kapasitesini nasıl ölçtü, akıl sır erdiremedim ama Gürsoy ‘her alanda Fenerbahçe’nin gerisine düştük’ diye itiraf ederek, kendi yönetici kapasitesini kendi kendine ölçmüş olduğunu göstermişti zaten.
Peki hálá neden istifa etmiyor, o da ayrı bir muamma...
THY’de şarap ustaya emanet
THY’nin git gide kötüleşen servisini hep eleştiriyordum. Özellikle şarap servisine önem vermemesini, yabancı havayollarının çok gerisinde kalmasını, niteliksiz şarap servis etmesini ve yetersiz stokla uçmasını eleştirmiştim.
THY şarap ve içki servisi konusunda önemli bir adım atarak, Gusto dergisi Yayın Yönetmeni ve Milliyet yazarı Mehmet Yalçın’dan danışmanlık almaya başlamış.
Mehmet Yalçın sayesinde THY’nin ikramında sıçrama yaşanacağına eminim. İlk THY uçuşumun ardından, izlenimlerimi de yazacağım.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2005
Eskiden, büyükbaş hayvanların saray bahçelerinde cirit attığı yıllarda, pratik bir temizleme yöntemi olarak bu hayvanların pisliklerinin üzerine tüy dikerlermiş. Pislik kuruyunca da kolayca toplarlarmış. Tarihinden gelen zarafeti algılayamayan belediye başkanlarının öncülüğünde, hep beraber kir içinde bıraktığımız İstanbul’a 650 metrelik gökdelen dikme projesi, bana hemen bunu çağrıştırdı.
Hikáyeyi biliyorsunuz... Dubai velihat prensi olan şeyhe verilen avanta arsalar üzerinde gerçekleştirilecek projelerden birinin 650 metrelik gökdelen olduğu iddia ediliyor.
Dikey yapılanma modası batıda çoktan geride kaldı. Artık sadece Malezya, Tayvan, Çin gibi kompleksli ülkeler birbirinden yüksek gökdelen projeleriyle amonyak yarıştırıyorlar.
Gökdelenlerin batıda hızla demode olması boşuna değil. Sanayileşme çağı olan geçen yüzyıl, merkezileşmeyi gerektiriyordu. Hızla büyüyen şirketler, dev yönetim merkezlerine ihtiyaç duyuyordu. Ticaret farklı şirketlerin birbirlerine yakın olmasını gerektiriyordu. Fabrikalar, hammade merkezlerinin yakınında olmak zorundaydı.
Bilgi Çağı’nda ise mesafeler anlamını yitirdi. ABD’nin bir kasabasındaki ev ofisinde çalışan eleman, Hindistan’daki iş arkadaşıyla ortak bir proje üzerinde kolaylıkla çalışabiliyor. Hammaddesi bilgi olan şirketler, üretim merkezlerini dünya üzerine dağıtabiliyor.
Dünyanın en büyük şirketi olan Microsoft’un merkezi koca bir gökdelende değil, bahçeler arasına yayılı iki, üç katlı kampüsler üzerinde. Üretim ve ürün geliştirmenin çok büyük bir bölümü dünya üzerine yayılı ofislerde gerçekleştiriliyor.
Dubai’li şeyhin Dubai’ye 800 metrelik gökdelen dikme hevesini anlarım. Dubai zaten çöl üzerinde kurulu, hiçbir çekiciliği olmayan, estetik yoksunu bir şehir. Çekim merkezi olabilmek için tek şansı var, banal zevklere hitap edecek yapay süslerle donatılmış suni bir cennet yaratmak. Bunu da başarmışlar doğrusu...
Ama İstanbul öyle değil. Kokonalara hitap edecek şatafatlara ihtiyacı yok. Binlerce yıllık bir tarihi ve kültürü var. Doğal güzelliklerinden artık pek eser kalmamış olsa da, köklü tarihinden kalmış sayısız eser barındırıyor. Bu eserler de pislik ve kaos içinde can çekişiyor ama çoğu hálá yaşıyor.
İstanbul’un tek eksiği, bu pisliğin üzerine tüy dikme işini Dubai şeyhine ihale edecek değil, şehri pislik ve düzensizlik içinden çıkartacak bir yönetim...
Şantaj serbest
Geçen yıl ünlü bir tiyatro oyuncusuna şantaj yapan Burcu Mercan bir yıl hapisle cezalandırıldı. O da ertelendiği için şantajcı hapse hiç girmeyecek.
Yeni ceza kanununda böyle öngörülmüş. Kanunun mimarı AKP kim bilir ne düşündü ki, şantajcıyı adeta teşvik eden bir kanun yapmış.
Zinayı suçtan saymayı ertelemek zorunda kaldılar ya, zinacıları şantaj yoluyla mı yola getirmeyi amaçladılar acaba?..
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2005
Usta yazarın ustalığı, gündemdeki bir konuya orijinal bir bakış açısı getirebilmesinden belli olur. Hıncal Uluç’un, herkesin AB’yle ilgili yazdığı bir günde, kimsenin değinmediği bir konuyu yazarak yine ustalığını konuşturduğu 5 Ekim tarihli ‘AB’ye AKP mi giriyor acaba?’ başlıklı yazısını (tinyurl.com/e3efx) okumanızı tavsiye ederim.
AB’ye giriş maceramızın, Uluç’unki kadar orijinal olmasa da üzerinde pek durulmayan bir başka yanına değineceğim.
Siyaset biliminde, iki yabancı halkın birlikte yaşamaya başlamasının, halkları birbirine yakınlaştırıcı, kaynaştırıcı etkisi olduğu kabul edilir. Halklar arasında kurulan sosyal ve ekonomik ilişkilerin, dostluğu artıracağı varsayılır.
Türk işçileri 40 yılı aşkın bir süredir Avrupa’nın her yerine yerleşmiş durumdalar. Normalde bu durumun Avrupalılar’ın Türkleri daha fazla benimsemesine yol açması gerekirdi.
Ama tam tersi yaşanıyor. Türklerin en fazla yaşadığı ülkeler aynı zamanda halkları Türkiye’yi Avrupa’da görmeyi en az isteyen ülkeler.
Türklerin en fazla yaşadığı ülkeler olan Avusturya’da halkın sadece yüzde 10’u, Almanya ve Fransa’da ise yüzde 20’si Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyor. Türklerin daha az olduğu ülkelerde ise destek yüzde 50’lerin üzerine kadar çıkıyor.
Tam üyeliği hedefliyorsak, halkının sadece yüzde 10’u Türkiye’nin üyeliğine olumlu bakan Avusturya’ya kızmakla bir yere varamayacağımızı görmemiz gerekiyor.
Suçu Avrupa’da yaşayan Türklerin üzerine atmanın, bizi kötü temsil ettiklerinden yakınmanın da alemi yok. Avrupa’ya akın eden ilk nesil işçiler, Türkleri Avrupa’ya yanlış filan tanıtmadılar. Neysek onu temsil ettiler.
Hem kendi eğitimsizlikleri, hem gittikleri ülkelerin kendilerini geçici misafir olarak görmeleri nedeniyle içlerine kapandılar, uyum göstermekte zorlandılar. İki halk, bu nedenlerden dolayı kaynaşmakta zorlandı, birbirine hep şüpheyle baktı.
Ama artık bu zorluklar geride kaldı. İlk nesil az da olsa uyum sağlamayı başardı. Daha da önemlisi ikinci ve üçüncü nesil çok büyük ölçüde uyum sağladı.
Avrupa’da yaşayan Türkler artık Türkiye ortalamasından çok daha fazla Avrupalı. Kendilerine Alamancı diye burun kıvıran burjuva entellerinden hem eğitim, hem kültür olarak çok daha ilerideler.
Bir zamanlar bizi Avrupa’ya yanlış tanıtmakla suçladığımız göç etmiş vatandaşlarımız, bugün artık Avrupalılar’ın Türklerle ilgili kuşkularını dağıtmaktaki en büyük kozumuz.
O yüzden biz artık kendimize bakalım, kendimizi nasıl medenileştirebiliriz onu düşünelim.
Takkeyi önümüze koymak yerine, Avrupalı bizi yanlış tanıyor, imajımızı düzeltecek kampanyalar yapalım yeter diye düşünürsek; değil 15 yıl, 100 yıl sonra da avucumuzu yalarız, bin yıl sonra da...
Mahalle takımı deyince alınmaya mahal yok
‘Galatasaray’ın beceriksizliği mahalle takımlarını kurtaramadı’ başlıklı yazım Fenerbahçelileri ve Beşiktaşlıları kızdırmış. Sen takımımıza nasıl mahalle takımı dersin diye hesap soran mesajlar yağdırdılar.
Alınmayın canım bu kadar. Siz hiç farklı takımlardan arkadaşlarınızla böyle karşılıklı takılmalarda bulunmuyor musunuz? Espirili bir takılma bu sadece. Bu tip espriler nedeniyle ne Galatasaray’ın annesinin liginde oynayacağı var, ne Fenerbahçe, Beşiktaş ya da herhangi bir takımın gerçek mahalle takımı olacağı.
Futbol seyirlik, eğlencelik bir oyun. Futbolcular milyar dolarları götürecek, yöneticiler iktidar olma egolarını tatmin edecek diye ne fanatik olmaya gerek var, ne asabını bozmaya, ne de nezaketi yitirmeye...
Mercan’sa sek geçerim
İçki sektöründeki serbestleşme sonucunda piyasaya bir sürü yeni rakı markası girdi. Hemen hemen hepsini tattım. Tekel’in Yeni Rakı’sı ve Tekirdağ’ı ile aşık atabilecek birine rastlayamadım.
Taa ki, Tariş-Tat’ın yeni piyasaya sürdüğü Mercan’ı deneyinceye kadar. Mercan’ı suyla karıştırarak içtiğimde Tekirdağ’a yakın bir doyum aldım. Ama yine de sofrada ikisi birden varsa Tekirdağ’ı tercih ederim.
Suyla, buzla filan karıştırmadan sek içildiğinde ise Mercan’ın tek rakibi Tekirdağ Altın. Mercan bence, aslan sütünü aslan gibi sulandırmadan, bulandırmadan içenlerin favorisi olacak.
Aralarında bu işin üstadı Vefa Zat’ın da olduğu uzman bir kurulun tadım denemelerinden alınan sonuçlarla geliştirilen bir rakıdan da bunu beklerdim.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2005
<B>F</B>ilm yapım şirketlerimizden birinin yeni bir teknoloji ithal ettiğinden şüpheleniyorum. Saray Halı reklamında Mehmet Ali Erbil, Taç Linens reklamında Hümeyra, Arow terlikleri reklamında Şenay Akay, filmlerdeki farklı rolleri tek başlarına oynuyorlar. Mustafa Sandal da son klibinde aynı anda onlarca farklı görüntüsüyle geliyor ekranlara.
Öte yandan gazetelerde de köşe yazısında büyük fotoğraf kullanarak, okurun fokusunu kapmak moda. Bazıları da hep kendini öne çıkarmakla meşgul. İki akımı birleştiren bir denemeyi de ilk ben yapayım dedim. Nasıl olmuş?
Kabiliyetsiz ünlü Ata mı
Ata ve Semra Hanım dramı, ikilinin popülaritesi sayesinde, savsaklamaya alıştığımız pek çok konunun derin bir şekilde sorgulanmasına yaradı.
Ata’nın kuşkulu ölümünün ardından gündemdeki her konuyu, herkesin aklına gelebilecek ilk sığ fikirle yorumlamaktan fazlası elinden gelmeyen kimi köşe yazarları, TV’lerdeki şovları suçladılar.
Bu programlar sayesinde ünlenenleri, kabiliyetsiz ünlüler olarak damgaladılar. Medyadan elde edilen şöhretin sabun köpüğü şöhret olduğunu buyurdular.
Acılı bir annenin, ‘Ata’yı şehit verdim’, sözünü dillerine doladılar. İdrak kapasitelerinin; TV dizisindeki karaktere kızıp sokaklara dökülen hamamcılar, fırıncılar, hemşireler, overlokçular, düz ütücüler kadar olduğunu ispatladılar.
Ata’ya yönelttikleri suçlamaların her birini aslında aynaya baksalar kendilerinde görecekler. Ata, medya sayesinde şöhret oldu diyen yazarların tamamı kendileri de medya sayesinde şöhret olmuş kişiler.
Ata hiçbir marifeti olmadan şöhret oldu diyenlerin büyük çoğunluğu, tek bir marifeti olmayan, köşeleri ellerinden alınsa attan düşüp uyuz eşeğe binebileceği şüpheli, zat-ı muhteremler... Tek vasıfları parlatılıp ünlendirilmiş olmaları.
Bu kişileri eleştirdiğim sanılmasın. Bilakis ünlü olmanın, kendi başına bir vasıf olduğunu düşünüyorum. Eleştirdiğim nokta, kendilerinin de tek vasfı ünlü olmak olan bazı köşe yazarlarının, Ata gibi gerçek yaşam şovu ünlülerini vasıfsız olmakla eleştirmeleri.
Bunlar bir de Ata gibilerin ünlerinin sabun köpüğü gibi olduğunu, elde ettikleri haksız şöhret altlarından kayıp gidince, bunalıma girdiklerini iddia ediyorlar.
Ata’nın Haftalık dergisinde yayınlanan son söyleşisi, hiç de ruhi dengesi bozulmuş bir insan profiline uymuyordu. Gayet aklı başında şeyler söylemiş, kendisini eleştiren köşe yazarlarınınkilerden çok daha tutarlı fikirler öne sürmüştü. Söyleşiden edindiğim izlenim, bende uyuşturucudan çok cinayete kurban gitmiş olma olasılığının daha yüksek olduğu kuşkusunu uyandırdı.
Şöhreti elinden kaydığı için bunalıma girdiğini söyleyenler, Ata’nın şöhretini yitirmemiş olduğunu da unutuyorlar. Kuşkulu ölümüne kadar Semra Hanım’la birlikte o program senin, bu program benim ekrandan hiç eksik olmadıklarını es geçiyorlar.
Belki de kendileri bu kadar çok ekrana çıkamadıkları ve asla çıkamayacakları için kıskanıyorlardır, kim bilir?
GS’nin beceriksizliği mahalle takımlarını kurtarmadı
Fenerbahçeli Emre Aköz, Galatasaraylılarla takılmış; ‘Annenizin ligi size yeter de artar...’
Galatasaray, tarihindeki en beceriksiz yönetim yüzünden tarihinin yüz karası yıllarını yaşıyor, doğru. Ama bu Avrupa Şampiyonu ünvanını elinden almaz. Hele hele, mahalli ligleri dışında tek bir şampiyonlukları olmayan Fenerbahçe ya da Beşiktaş’ı mahalle takımı olmaktan hiç kurtarmaz.
Siz önce mahali liginiz dışında da bir başarı elde edin, ondan sonra dalganızı geçersiniz...
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2005
Computer Associates’ın (CA) geçen hafta İstanbul’da gerçekleştirdiği "CA Day"in konuk konuşmacısı Prof. Dr. Deniz Gökçe’ydi. CA yurtdışındaki toplantılarında yaptığı gibi Türkiye’de de bilişim dışından, renkli ve tanınmış bir konuşmacı seçmiş.
Deniz Gökçe, CA Günü’nde Türkiye ekonomisinin son birkaç yıllık performansı ve yakın geleceğiyle ilgili beklentileri özetleyen bir konuşma yaptı. Türkiye ekonomisinin son beş yıldır çok olumlu bir gelişme içine girdiğini ve bu olumlu gidişatın devam edeceğini gösteren rakamlar sundu.
İşsizlik rakamlarına hiç değinmeyip, çok pembe bir tablo ortaya koydu. Bu pembe tablonun iki yıllık Derviş, üç yıllık AKP yönetiminin sayesinde olduğunun da sık sık altını çizdi. Türk halkının artık ekonomiyi siyasetin önüne geçirmesi ve oyunu ona göre vermesi gerektiğini de birkaç kez tekrarlayarak, her ne kadar siyasi içerikli değil ekonomik içerikli bir konuşma yaptığını iddia etse de, bol bol AKP propagandası yaptı.
Soru, cevap, yorum bölümünde itiraz ettim. Ekonominin siyasetin önüne geçmesi gerektiğini söylemesine rağmen, ekonomideki beş yıllık olumlu performansı AKP hükümetinin yönetimine bağlamasının siyasi bir söylem olduğunu söyledim. Çünkü herkesin bildiği gibi Türk ekonomisi beş yıldır IMF tarafından yönetiliyor.
AKP hükümeti ise IMF tarafından verilen kararların, uygulamasını yapıyor. Tamam belki uygulamada başarılı ama uygulamada başarılı olmakla yönetimde başarılı olmak farklı şeyler.
Deniz Gökçe bu yorum üzerine tartışmayı farklı bir alana çekmeye çalıştı, telekomünikasyon sektöründen bahsetmeye başladı. Herhalde karşı çıkacağımı düşünüyordu ki, Türk Telekom’un satışına karşı olup olmadığımı sordu.
Karşı olmadığımı ama Türk Telekom’un satılıp satılmamasının aslında o kadar da önemli olmadığını, asıl önemli olanın serbestleşme olduğunu, ama bu konuda da hükümetin tek bir adım dahi atmadığını söyledim.
Deniz Gökçe’nin konuyu Türk Telekom’a getirmesi tesadüf değildi. Konuşmasını yaptığı tarihte, Akşam gazetesindeki köşesinde üç gündür üst üste Türk Telekom’un satışıyla ilgili yazıyordu.
İnternet üzerinden telefon konuşması yapmaya olanak veren "voice over IP" teknolojisindeki gelişmelere dikkat çekerek, Türk Telekom’un değerinin hızla düştüğünü iddia ediyor ve TT’nin ucuza gittiğini söyleyenleri ağır bir dille eleştiriyordu.
Gökçe’ye göre VOIP, Türk Telekom gibi klasik telekom operatörlerinin değerini hızla düşürmüştü ve bunu görmek için Economist filan gibi yabancı dergileri okumak yeterliydi. Ama "bizim gerzek solcular" yabancı dergi bile okumadıklarından, TT ucuza gitti diye yersiz yere yaygara yapıyorlardı.
Gökçe’ye bu yazılarını hatırlattım ve VOIP’nin zanettiği gibi TT’nin değerini düşüren bir etken olmadığını, bilakis veri taşıma tekeli TT’nin elinde olduğu için değerini artırdığını söyledim. Bunun nedenin de serbestleşmenin yapılmaması olduğunu anlatmaya çalıştım.
Konuyu bu sefer de spora ve spor yazarlarına kaydırdı ama söylediklerimi anladığından eminim. Sonraki günlerde yazılarında VOIP ve TT’nin değerine bir daha değinmedi. Bakalım ilerde değinecek, serbestleşmeyi de özelleştirme kadar savunacak mı?
Ben sanmıyorum, ya siz?
Yazının Devamını Oku