Gazetecilik mesleğine 1987 yazında, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki son yaz tatilimde Cumhuriyet Gazetesi’nde yaptığım 1,5 aylık stajla başlamıştım.
Hasan Cemal’in gündemdeki anı kitabı ‘Cumhuriyet’i çok sevmiştim’i okurken, 1987 yazıyla ilgili sayfalara geldiğimde ilgim de doğal olarak arttı. Meğer ben gazeteci olma hayaliyle saf saf gelip giderken, gazetede ne fırtınalar kopuyormuş. Cumhuriyet gibi imza cimrisi bir gazetede 1,5 aylık staj döneminde 10 imzalı haberim yayınlanacak kadar gazeteciliği öğrenmişim ama gazetecilikte yükselmek için asıl gerekli olan eğitimi kaçırmışım.
Nedir benim eksik yanım diye 18 yıldır düşünüp durmam boşunaymış. 1,5 aylık staj döneminde haberle filan uğraşacağıma, kulislere dalıp, işin inceliklerini öğrenip pratik yapsaymışım keşke.
O yüzden Hasan Cemal’in kitabı ilaç gibi geldi. Hatmedip, açıklarımı hızla kapatmaya çalışıyorum. Hasan Cemal’i gizli gizli anı tutup, sonradan yayınladığı ve objektif olmadığı için eleştirenleri ise anlayamıyorum.
Anı kitaplarının azlığı Türkiye’nin önemli sorunlarından biri. Batılı ülkelerde mesleğinde başarılı olup da anı kitabı yayınlamayana pek rastlanmaz. Bizde ise tam tersi.
Halbuki başarılı insanların anıları, mesleğe yeni atılanlar için bulunmaz bir başvuru kaynağı. Kitaba dönüştürülerek gelecek kuşaklarla paylaşılmayan anılar, deneyimlerin çöpe gitmesi demek. Anı kitapları bilgi toplumuna geçişte, en az bilişim teknolojileri kadar önemli.
Anı kitabı ne kadar subjektif yazılmışsa, deneyimlerin aktarımında da o kadar başarılı olur. Bir insanı anılarını subjektif yazdı diye suçlamak kadar abes bir şey yok. Adı üzerinde, anı... Adam anılarını yazıyor, bilimsel makale değil.
Cemal’in kitabı, eskiden doğal karşılanan bazı şeylerin, artık ne kadar garip ve çağdışı bulunduğu gözler önüne sermesi açısından da ilgi çekici.
Örneğin kitapta, kurşun harflerin eritildiği potalardan sızan zehirli dumanlar arasında çalışılan bir ortamdan bahsediliyor. Daha da ötesi, zehirli duman yetmezmiş gibi kanserojen hazinesi potaların üzerinde pastırma pişirilip, yenirmiş.
Bunları okurken, 15 yıl sonra yazılacak bir anı kitabındaki gazete ofisi tasvirlerini okuyacak gençlerin ne düşüneceğini hayal ettim. İnsanların 2000’li yılların başlarında sigara dumanı altında çalışmak zorunda bırakıldığını öğrendiklerinde, kimbilir bize ne kadar acıyacaklardır.
Yıldırım Mayruk’un modası mı geçiyor
Sema Şimşek’in Yıldırım Mayruk’un defilesinde giydiği giysi, Kanal D ana haber bülteninde Deniz Akkaya’nın 2000’de yine Yıldırım Mayruk’un defilesinde giydiği kıyafetle karşılaştırılarak sunuldu.
İki mankenin sergilediği kıyafetlerin ortak yönü belden üzerini çıplak bırakan kıyafetlerde, tene yapışık olarak duran yaprakların kullanılmasıydı. Şimşek’in kıyafetinde, Akkaya’nınkine göre daha fazla yaprak kullanılmıştı. Kanal D’de yayınlanan haberde bu farkın Sema Şimşek’in, Deniz Akkaya kadar cesur olamamasından kaynaklandığı iddia edildi.
Doğru mu, yanlış mı tartışılır. Eğer doğruysa bu idiada Yıldırım Mayruk’un modacılığına da bir gönderme var. Çünkü hiçbir gerçek modacı, defilesinde sunacağı kıyafeti kıyafeti taşıyacak mankenin kaprisine göre çizmez.
Defile görüntülerini TV’den izlerken bir şey daha dikkatimi çekti. Ünlü modacının Gümüşsuyu’ndaki atölyesinde gerçekleştirdiği defileyi izleyenlerin kıyafetleri, modadan pek bihaber bir seyirci kitlesi görüntüsü veriyordu. Yoksa Kanal D Haber, yorumunda haklı mı diye düşünmeden edemedim.