Yurtsan Atakan

Kelebek etkisi mecliste ses getirdi

15 Şubat 2006
Bir gazete yazarı için en büyük keyif herhalde yazılarının bir şeylerin olumlu olarak değişmesine vesile olması ve yepyeni fikirleri gıdıklamasıdır. İstanbul Atatürk Havalimanı’ndaki Airport Hotel ve İstanbul Cafe ile ilgili birkaç ay aralıkla iki eleştiri yazmıştım. Bu iki işletmenin sahibi BTA’nın Genel Müdürü Sadettin Cesur ve Operasyon Direktörü İrahim Demir aradı.

Airport Hotel’i genelde övmüş, bir tek restoranındaki yemeklerden bazılarını ve şarap mönüsünü olumsuz eleştirmiştim. Mönüyü baştan aşağı elden geçirmişler, şarap mönüsünü de zenginleştirmişler. Restoranın dekorasyonunu da yeniliyorlarmış. Yenileme çalışmaları biter bitmez haber verecekler.

Birkaç ay önce yayınlanan başka bir yazımda ise İstanbul Cafe’deki uygulamayı eleştirmiştim. İstanbul Cafe’de sigara içilen bölüm servis barının hemen önünde, içilmeyen bölüm ise arkadaydı. Sigara içmeyenler yiyecek, içecek satın alıp masalarına geçmek istediklerinde sigara içenlerin arasından geçmek zorunda kalıyorlardı. Bu yanlış uygulama düzeltilmiş. Sigara içilmeyen bölüm öne alınmış, üstelik masaları da daha şık olanlarıyla yenilenmiş.

MÜYAP’ın korsan müzikle sürdürdüğü haklı savaş sırasında kimi sitelere haksızlık ettiğini vurgulayan yazım da Türkiye Bilişim Derneği’ni harekete geçirmiş. TBD Başkanı Turan Menteş’in öncülüğünde alınan karar doğrultusunda, MÜYAP tarafından haksız yere kapatıldığını düşünen sitelerin çaresizliği sona eriyor. TBD hukukçuları, kendilerine başvuran sitelerin durumunu inceleyerek, haksız bir durum tespit ettiklerinde, sitenin kapatılmasına yol açan kişi ya da kurumlara karşı dava açacaklar.

Bir başka yazımda ise kaçak cep telefonlarının izlenmesini sağlayacak sisteme değinmiştim. Cep telefonu takip sistemi için Telekomünikasyon Kurumu’nun açtığı ihaledeki güvenlik açıklarını sorgulayan bu yazım da TBMM’de yankı buldu.

CHP Antalya Milletvekili Nail Kamacı, Ulaştırma Bakanı’nın cevaplaması istemiyle TBMM Başkanlığı’na verdiği önergede soruyor:

- Yazılımın işletim sisteminin içine gömülü olması şartı aranmış mıdır? (İlgili yazımda belirttiğim ve saygın bilgisayar uzmanlarının da görüşleriyle desteklediği gibi yazılımın işletim sistemine gömülü olması büyük güvenlik açıkları taşıma riski doğurmakta).

- Bu firma (ihaleyi kazanan SAFTAŞ) tarafından telefonların dinlenmesi ve yerinin tespiti hakim kararı olmadan yapılabilecek midir? (Bahsi geçen güvenlik açığı riski olduğu sürece üçüncü kişilerin sisteme sızma tehlikesi her zaman olasıdır.)

- Firmanın verilerinin güvenliği ve kontrolü kim tarafından sağlanacaktır?

- Firmanın bu konuda başkaca deneyimi var mıdır ve ihale esnasında deneyim şartı aranmış mıdır?

Bu soruların cevabını kamuoyu adına ben de merak ediyorum. Bakalım ne cevaplar gelecek?

Polat Alemdar sanal Ahmet Yıldız gerçek

Kurtlar Vadisi Irak’taki hayali sahnelerle övünmek daha kolay herhalde ki, bir Türk gencinin elde ettiği uluslararası muhteşem başarı gündemimize giremiyor nedense...

Bir Türk gencinin geçtiğimiz hafta Yılın Genç Bilim Adamı Ödülü’ne layık görüldüğünü kaç kişi duydu Türkiye’de acaba?

Günlerdir Kurtlar Vadisi’ni konuşanların sayısı, bir Türk gencinin Yılın Genç Bilim Adamı Ödülü’ne layık görülmesini konuşanların kaç katıdır dersiniz?

Kaçıranlar için özetleyeyim... AAAS (The American Association for the Advancement of Science) tarafından her yıl verilen saygın bilim ödülüne bu yıl bir Türk öğrenci, Ahmet Yıldız layık görüldü. Illinois Üniversitesi’nde öğrenim gören Ahmet Yıldız ödülü, proteinlerin hücrelerin içinde çalışmasıyla ilgili buluşu nedeniyle kazandı. Saygın bilim dergisi Science ve General Electric Sağlık bölümü tarafından desteklenen Yılın Genç Bilim Adamı ödülünü kazanan Yıldız’ın çalışması kanser ve Alzheimer gibi pekçok hastalığın tedavisinin bulunmasında kullanılacak.

Sakarya’da doğup büyüyen, 2001’de Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nden mezun olan Ahmet Yıldız’a ödülü 18 Şubat’ta St. Louis’de yapılacak törende verilecek.

Bu arada Ahmet Yıldız’ın, hükümetin haber ajansına "YÖK beni aramadı", diye alakasız bir demeç vererek bilimi siyasete alet edenlerin tuzağına düşmesi de ayrı bir konu. Başarısına gölge düşürmüyor ama bu başarıya yakışmamış.
Yazının Devamını Oku

İnternet bu kafayla asla ucuzlamaz

11 Şubat 2006
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, İnternet erişiminin ucuzlayabileceğinin sinyallerini vermiş. Nasıl mı ucuzlayacakmış İnternet Türkiye'de... Bakanın bulduğu dahiyane çözüme göre abone sayısının artması ve yatırım maliyetlerinin azalması sonucunda İnternet ücretlerinde indirim yapılabilirmiş...

Tamam çıkmaz ayın son perşembesini bekleriz öyleyse ama benim aklım karıştı. Telekom hizmetleri Türkiye'de serbestleştirilmemiş miydi? Bu serbestleşmenin sağlanması ve özelleştirilen Türk Telekom'un pazarda tekel oluşturmasının engellenmesi için de Telekomünikasyon Kurumu adında, teorik olarak bağımsız bir kural koyucu ve denetleyici kurum kurulmamış mıydı?

Ne bu perhiz, ne bu lahana turşusu?

Yıllardır yazıyorum, Türkiye'nin İnternet altyapısı Türk Telekom'un tekelinden kurtarılmadıkça İnternet Türkiye'de ne ucuzlar ne de hızlanır... Hele hele Türk Telekom özelleştirildikten sonra hiç umut yok.

TEKEL SÜRDÜKÇE BU İŞ ZOR

Çünkü piyasa kuralıdır. Eğer bir hizmetin, bir servisin verilmesi tek bir özel şirketin tekelindeyse, o şirketin minimum yatırımla maksimum kárı elde etmeye bakması, serbest piyasada oyunun doğası gereğidir. Bu kurala uymayan şirket enayilik etmiş olur. Türk Telekom da, İnternet altyapısını tekelinde tuttuğu sürece mümkün olan en az yatırımla en fazla kárı elde etmeye çalışacaktır. Ve bunda haklıdır da.

Telekomünikasyon Kurumu'nun kurulmasının nedeni de budur. Piyasadaki hiçbir oyuncunun tekel oluşturmasına izin vermemek...

Türkiye'de İnternet'in hızlanmaması ve ucuzlamamasının tek nedeni, Türk Telekom tekelidir. Bu tekele son verilmedikçe, Türkiye'nin geleceği karanlıktır.

Peki ama Ulaştırma Bakanı, telekomun özelleştirildiği ve serbestleştirildiğinin iddia edildiği bir dönemde İnternet'i ucuzlatabileceklerini nasıl söyleyebiliyor? Ulaştırma Bakanlığı'nın görevi İnternet'in yaygınlaşmasını sağlayacak politikaları yürütmek midir, yoksa "hele bir İnternet yaygınlaşsın da bir icabına bakar İnternet'i de ucuzlatırız alim Allah" demek midir?

TAM SERBESTLİK ŞART

Ulaştırma Bakanlığı'nın görevi İnternet'i yaygınlaştırmaksa, İnternet'i ucuzlatmak için yaygınlaşmasını beklemesi mi doğrudur yoksa İnternet'in yaygınlaşması için ucuzlamasını sağlaması mı?

Yok eğer Türk Telekom artık özelleşti, biz onun uygulayacağı fiyatlara karışamayız diyorlarsa, İnternet'in ucuzlayabilmesi için yaygınlaşması gerektiğini söyleyerek özel bir şirketin savunmasını yapmalarının mantığı nedir?

Ben hiçbir mantık göremiyorum ve yıllardır söylediğimi tekrarlıyorum. İnternet'in Türkiye'de yaygınlaşmasını sağlamak hükümetin görevidir. Bunun tek yolu İnternet altyapısının Türk Telekom'un tekelinden çıkartılmasıdır. Bu da Telekomünikasyon Kurumu'nun görevidir. Hükümet ve Telekomünikasyon Kurumu elele verip telekom piyasasında tam serbestliği sağlamakla yükümlüdür. Artık özel bir şirket olan Türk Telekom'a tekel ayrıcalıkları vererek kollamak ne hükümetin, ne de Telekomünikasyon Kurumu'nun görevidir.
Yazının Devamını Oku

Kar yağınca fırınlar da tatil olsun

10 Şubat 2006
İstanbul Valisi Muammer Güler’i, kar yağışının başladığı gün okulları tatil etmediği için eleştirenler haksızlık ediyorlar. Güler’in de dediği gibi İstanbul Valisi olarak asıl görevi okulları zırt pırt tatil etmek değil, açık tutmak.

Eskiye doğru bir bakıyorum da; biz de okula gittik, bizim zamanımızda da kar yağıyordu, bizim zamanımızda da şiddetli kar yağışı nedeniyle yollar kapanıyordu. Ama okulların kar yağdı diye tek bir gün kapatıldığını hatırlamıyorum.

Üstelik bizim zamanımızda kışlar çok daha sert geçerdi. İstanbul bu kadar kalabalık olmadığı için bacalardan çıkan dumanlar şehrin göğünü kaplayıp, havayı birkaç derece ısıtmamıştı. Kar yağdı mı, bir semtten komşu semte dahi otomobille geçmek imkansız olurdu. Buna rağmen okullar tatil edilmezdi.

Diyorlar ki, şimdi öğrenciler okullarına servislerle gidiyor. Kar yağınca servisler çalışmıyor, çocuklar yollarda perişan oluyor.

İyi de bu sadece okula servisle giden öğrenciler için geçerli. Yani oturduğu semt dışında bir okulda okuyan öğrenciler için... Peki İstanbul’daki öğrencilerin kaçı okula servisle gidiyor? Oturduğu semt dışındaki bir okula devam eden öğrencilerin oranı nedir?

Öğrencilerin büyük çoğunluğu devlet okullarında okuduğuna ve devlet okullarında da herkes kendi semtine en yakın okulda okumak zorunda olduğuna göre, İstanbul’da oturduğu semt dışında bir okula devam eden öğrencilerin oranı çok düşük olmalı.

İyi de o zaman tüm okullar, az sayıda öğrencinin velisinin keyfi için mi kapatılıyor?

Özel okullarda okuyanların canı çıksın demiyorum. Ben de birçok kişi gibi özel okulda okudum. Etiler’de oturuyor, Nişantaşı’nda İngiliz Lisesi’ne gidiyordum. Etiler’in kurt inen bir köy olmaktan yeni çıktığı yıllardı.

Öyle servis filan da yoktu. Evle otobüs durağı arası 1 km’lik bir yol. Kar yağdı mı, fırtına mırtına dinlemeyip o yolu yürüyeceksin. Otobüs de Osmanbey’e kadar... Osmanbey’den okula yine bir km yürüyüş daha...

Kar yağdı okul kapandı şımarıklığı yok. Kar yağdı mı tek bir fark var, o da sabah yola bir, bir buçuk saat daha erkenden, saat 6’da çıkmak. Ki okula geç kalınmasın.

Şimdi en ufak bir kar yağışında, okullar tatil. Sonra o çocuklar eğitimlerini tamamlayıp iş hayatına atılıyorlar, bir bakıyorsunuz sulu kar yağmış, işe gelmemişler. Okuldan öyle görmüş, öyle öğrenmişler, ne bekleyeceksiniz ki?

Sarıgül’ün hakkı Sarıgül’e

Şişli Belediyesi’nin geçen hafta başlayan uygulamasının ardından "Yasak fos çıktı, Şişli yine duman altı", demiştim.

Hıncal Uluç, yasağın sulandırılmasından yakınan biz az sayıdaki yazarı (ben, Oray Eğin ve Ersan Özer), "sabırsız dostlarım" diyerek eleştirmiş. "Şişli atağı, bu ülkede bir ilk adımdır", diyor, "En uzun yürüyüşler, bir adımla başlar. Şişli bu adımı attı. Bugün sigara içilmeyen masalar boş. Yarın içilenler boş kalacak"...

Neden böyle olacağını da demokrasiyle açıklamış. Yarın insanlar daha çok sigara içilmez yer isteyecekmiş, onlara da daha çok yer ayrılacakmış.

Hıncal Uluç’un birinci eleştirisine katılıyorum. Evet, attığı adımı küçümseyerek ve bu adımı hiç övmeyerek, Mustafa Sarıgül’e gerçekten haksızlık etmiş olabilirim.

Sarıgül’ün bu ilk adımı gerçekten çok önemli ve alkışlanması gereken bir adım. İlk başta çok doğru bir kararla sigaranın kapalı mekanlarda tamamen yasaklanacağını söyleyip, sonra geri adım atmasının yarattığı hayal kırıklığıyla fazla tepki göstermişim.

Öte yandan Hıncal Uluç ikinci eleştirisinde yanılıyor. Sigarayla savaş dünyanın hiçbir yerinde insanların görünürdeki talepleriyle başarıya ulaşmadı. İnsana, insan sağlığına, insan haklarına saldıran hiçbir eylemle demokratik yoldan savaşamazsınız. Çoğunluk öyle istiyor diye, hiçbir insanın sağlığına, temel haklarına zarar veremezsiniz. Çünkü bunun adı demokrasi değil, çoğunluğun despotluğu olur.

Kaldı ki, sigara içenler değil, içmeyenler çoğunlukta. Sigaranın toptan yasaklandığı New York’ta, barların kárının arttığı gözlendi. Ama silah onların elinde olduğu, istedikleri zaman ateşleyebildikleri sürece güç sigara içenlerde olduğundan, sigaradan rahatsız olan çoğunluk bu mekanlardan uzak duruyor.

Sarıgül’ün attığı bu çağdaş adımın başarıya ulaşması, sigara karşıtlığının medyada yıllardır en büyük sözcülerinden biri olan benim de hayalim. Ve işte tam da bu nedenle, sigara yasağında attığı bu ilk adımın kısa zamanda genişletilmesini ve kapalı mekanlarda tamamen yasaklanmasını umuyorum.
Yazının Devamını Oku

Kola Turka Vadisi

8 Şubat 2006
Komplekslerin beyaz perdeye vurumu "Kurtlar Vadisi Irak" filmini seyretmedim. Kesinlikle seyretmeyeceğim de. Seyretmemiş ve asla seyretmeyecek olmam, milliyetçilik duygularını sömürerek gişe hasılatına çevirmeye çalışan bu ucuz filme gitmeme çağrısı yapmama engel de değil.

Bu arada başlık aslında "Kola" değil "Cola Turka Vadisi" olmalıydı. Adamlar "Coca Cola"yı millileştirirken "Cola"yı Türkçeleştirmeyi atlamışlar nedense. Harf sürçmesinin nedeni ondandır, kusuruma bakmayın.

Cola Turka’nın Kurtlar Vadisi Irak ile ilgisi mi ne? Çok yakından ilgili...

Medeniyet ve kültürler arası farklılıklara olan tepkisel düşmanlıkları, ticari amaçlar için kullanma akımı Serdar Erener’in "Cola Turka" için yaptığı, kendi kendine gelin güvey olup "pozitif milliyetçilik" olarak adlandırdığı ama aslında kırk yılın "ucuz milliyetçiliği"nden başka bir şey olmayan reklamla başladı.

"Cola Turka" da, "Kurtlar Vadisi Irak" da güçlünün karşısındaki ezikliğin ürünleri.

Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilimi Bölümü’nde Japonya’dan misafir öğretim üyesi olarak gelmiş bir profesörümüz vardı. İlk derslerinden birinde, "Elinizde muhteşem bir ürün var. Aranızda girişimci olmayı düşünenler varsa bu ürünle bir dünya markası yaratabilir", demiş ve bu ürünün şalgam suyu olduğunu söylemişti. 1980’lerin başıydı. "Dünyada yeni bir akım doğacak", demişti Japon profesör, "Sağlıklı besinler akımı. Şalgam suyu bu dalganın üzerine binip dünyaca ünlü olabilecek bir ürün"...

Şalgam suyunu dünyaya tanıtamadık ama elin Coca Cola’sını aldık, taklit edip kendi kendimize pazarladık.

Kurtlar Vadisi işte bu bükemediğin elin kopyasını yapıp, kendi kendini tatmin için kullanma hevesinin ürünü.

Ya reklamda dediği gibi git bir filme, iç bir Cola Turka, içindeki Turka çıksın ortaya...

Ya da yarat yaratabiliyorsan bir Türk dünya markası, at atabiliyorsan bir dünya eserine imza. O zaman içindeki Türk çıksın ortaya...

Reklamda "Turkalaştı o meşhur Amerikan rüyası", diyor ya. Aslında gidişat, Türklüğümüzün Turkalaştırılması.

Beş bıçaklısı da çıktı dünyanın sonu kaç bıçak

Gillette’in Türkiye’de daha yeni piyasaya sürdüğü vibratörlü tıraş bıçağı Mach3 Power’ı bir buçuk yıl önce deneyip, izlenimlerimi yazarken, "İki bıçaklı, üç bıçaklı derken karşımıza dört bıçaklı makinelerle çıkacak halleri yoktur diye endişelenmiyor da değildim hani", demiştim. Hemen ardından da Wilkinson’ın dört bıçaklı modeliyle tanışmış ve onu da deneyip, yazmıştım.

Çok değil daha bir buçuk yıl önce "dört bıçaklı" makinelerin çıkmasından endişe duyarken, geçenlerde Gillette’in 5, evet yanlış görmüyorsunuz yazıyla beş bıçaklı tıraş makinesi Fusion’la karşılaşınca afallayıp kaldım.

Yok henüz denemedim. Ama Wilkinson’ın dört bıçaklı Quattro modelinin ABD’de yeni çıkan titreşimli modeli Quattro Power’ı iki haftadır deniyorum. Şu kadarını söyleyeyim, tam anlamıyla harika bir tıraş ve tıraş keyfi sunuyor.

Fusion’ı dener miyim, denesem ve memnun kalsam sürekli kullanır mıyım, emin değilim. Çünkü 1971’de 20 cent’ten satılan iki bıçaklı başlıklarla çok bıçaklı yoluna çıkan Gillette’in, beş bıçaklı tek bir yedek başlığının fiyatı 3 dolara varmış durumda.

Bu nedenle Wilkinson Türkiye’nin, Gillette Türkiye gibi ağırdan almayıp elini çabuk tutmasını ve Quattro Power’ı bir an önce Türkiye’de satışa sunmasını umuyorum.
Yazının Devamını Oku

Onun adı Mualla oh ne ala ne ala

3 Şubat 2006
Yazar Elif Şafak’ın ismini yurtdışında "Elif Shafak" olarak kullanmasından yola çıkarak tartışalım demiştim. Yurtdışında yaşayan Türkler’in ya da yurtdışında popülerleşmek isteyen Türk sanatçıların isimlerini İngilizce okunuşuna göre değiştirmeleri doğru mu, değil mi?

Özellikle yurtdışında yaşayan okurlardan çok sayıda görüş geldi.

Örneğin Füsun Çağın, isminin yurtdışında "Fuzun, Fazan", soyadının "Cagin, Kajin" şeklinde okunmasından rahatsızlık duyduğunu belirtmiş.

"İnsana sanki kişiliği elinden alınıp, ucube sıfatlarla sesleniliyor gibi geliyor" diyor.

Sıkıntıyı çeken bildiğinden Füsun Çağın; Elif Şafak, Yaşar Kemal gibi yazarların isimlerini yurtdışında "Elif Shafak, Yashar Kemal" olarak kullanmasını yanlış bulmuyor.

Ancak Türkiye’de son yıllarda peydah olan Türkçe marka ya da mekan isimlerini, İngilizce okunuşlarıyla değiştiren akımı özenti buluyormuş. "Mashattan, Hersheys, Fishmekan, Laila, Hammam, Metrocity, My Village" gibi örnekleri sıralayarak, "Sanki Türkiye’de yabancılar yaşıyor ve bütün bu mekanlar onlar için yapılıyor" diyor.

Şimdi atılıp, "Siz de Medya Towers isimli binada çalışıyorsunuz, önce kendinizle dalga geçin" demeye kalkacak zekai okurlar da çıkacaktır. Çalıştığım binanın ismini biliyorum, boşuna dil dökmeyin. Binanın ismini ben koymadım. Hürriyet’in şimdiki sahipleri ve yönetimi de koymadı. Yapıldığında öyle konmuş, öyle gidiyor. Değişse iyi olur ama binaların isimlerini zırt pırt değiştirmek de ne kadar doğru bir tutum, ayrı bir tartışma konusu.

Neyse biz kendi tartışma konumuza dönelim. Okurlardan Ark Gözübüyük de,

"Yurtdışında yaşayan Türkler’in isimlerinden çeşitli tavizler vermesi hoş karşılanmalı" diyenlerden. "Ama bir yere kadar" diyor ve çok beğendiğim önerilerde bulunuyor:

- Kişi öz isminin yanına, okunuşunu yerlilere kolay anlatacak bir sözcük yazabilir. Cem yazıp yanına parantez açar ve Gem der.

- Bu yöntem mümkün değilse, isminin yerine bulunduğu ülkenin dilindeki bir ismi günlük işlerinde kullanabilir. Bunu Çinliler çok yapıyor ama sadece günlük hayatın akışı içinde, sözlü olarak. Yazışmalarda ise mutlaka gerçek isimlerini kullanıyorlar.

- İsmin yazılışı aslına en yakın şekilde olmalı. Çin devletinin hangi seslerin Latin alfabesinde nasıl yazılacağını gösteren bir rehberi var. Türkiye için böyle bir şey yok ama bizde organik olarak gelişen bir yöntem var ki, o da Türkçe harfler yerine aksak karşılıklarının kullanılması. Elif Hanım’ın soyadını Shafak değil, Safak diye yazması daha doğru olurdu.

Füsun Çağın ve Ark Gözübüyük’ün fikirlerine büyük ölçüde katılsam da, ben hálá kararsızım. Çinliler, Japonlar ya da Araplar gibi çok farklı bir alfabe kullanmıyoruz. Çok az sayıda kendine has harfle zenginleştirilmiş Latin alfabesi kullanıyoruz. Çinliler, Japonlar ya da Araplar’dan örnek göstermek yerine Fransızlar’dan, Almanlar’dan örneklere baksak daha yerinde olur gibi geliyor bana.

Örneğin İngilizce’deki okunuşuna aldırmadan Fransızlar "Françoise", Almanlar "Schröder" diye yazabiliyorlar. Einstein’ın, Spielberg’in İngilizcedeki okunuşu sorun olmuyor. Biz neden kendimizden ödün verelim ki...

Tartışmaya devam edeceğiz. Mesajlarınızı bekliyorum...

Kuşlara pasaport ve vize

Biz bu kuş gribi tehlikesini çok hafife alıyoruz. Turizme tehdit filan deyip, tehlikenin boyutunu gizlemeye çalışarak başımıza çok daha büyük işler açmanın yolunu yapıyoruz.

Hıncal Uluç ikidir "Kuş gribi bizden önce başka batılı ülkelerde de çıktı, bu ülkeler hangileri biliyor musunuz" diye soruyor. Gelişmiş batılı ülkelerde de kuş gribi salgını yaşandı ama onlarda kimse bizim gibi yaygara yapmadı demeye getiriyor.

Hıncal Uluç’un sorusunun cevabını, o daha sormadan yazmıştım. Kuş gribini bizden önce yaşayan batılı ülkeler 1999’da İtalya, 2003’te ABD, Hollanda ve Belçika’ydı...

Ama bizden çok önemli bir farkla. Kuş gribi bu ülkelerin hepsinde sadece hayvanlarda görüldü. Hiçbirinde tek bir insana bulaşmadı.

Çünkü onlarda insanlar eğitimliydi, bilinçliydi. Ülkelerinin milli eğitim politikası imam hatiplileri üniversiteye sokmanın hokkabazca yollarını icat etmeye çalışmaktan ibaret değildi.

Daha birkaç yıl öncesine kadar burun kıvırdığımız eski doğu bloku ülkelerine bir bakın. Hepsi harıl harıl okullarda, kuş gribinden korunma eğitimi veriyorlar.

Bizde ise konunun hep yanlış yanı üzerinde duruluyor. Tek konuşulan konu "Tavuk yiyelim mi, yemeyelim mi" üzerinde dönen yersiz geyik muhabbeti. İnsanda görülen ilk vakada, hastalığın sanki hasta tavukların yenmiş olmasından bulaşmış gibi yansıtılması garabeti bile bu ülkede oldu.

Tavuk tüketiminde en ufak bir düşüş olmayan batılı ülkelerde kuş gribi sadece hayvanlarda görülüyor, tek bir insana bile bulaşmıyor ama insanların belki kuş gagalamıştır diye elma yemekten kaçındığı Türkiye’de, insanlarda rekor sayıda kuş gribi görülüyor.

Ve birileri de yaşanan tüm beceriksizlikleri örtbas etmek için "Türkiye’deki kuş gribi salgını yabancı ülkelerin komplosu" gibi aşağılıkça uydurulmuş söylentileri yaymaya çalışıyor. Türkiye’ye kuş gribi virüsü gönderen ülkelerin yöneticileri, kuşların pasaportsuz Türkiye’den çıkamayacağına inanan kuş beyinlilerden ibaretti çünkü...
Yazının Devamını Oku

Yasak fos çıktı, Şişli yine duman altı

1 Şubat 2006
Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün aylardır gündemi oyaladığı sigara yasağı fos çıktı. Dağın fare doğurucağı başından beri belliydi zaten. Sarıgül’ün sigarayla ilgili vaatlerinin, sigara yasağı için ilan ettiği tarihe kadar sulanacağı beklenen bir neticeydi.

İlçedeki restoranlarda sigara tamamen yasaklanacak diye başlayan girişim, restoranlardaki masaların yüzde yirmisinin sigara içmeyenlere ayrılması gibi komedi bir kararla sonuçlandı.

Tabii öyle bir şey de kesinlikle olmayacak. Önce sigara içmeyenler için ayrılan yüzde yirmilik alan, restoranların en karanlık ücra köşelerinde, tuvalet kapısı yanında filan ayrılacak.

Sonra restoranlar sırf işi kitabına uydurmak için, eskiden kimse oturmaz diye masa filan koymadıkları alanlara depoda çürüğe çıkarttıkları masa ve sandalyeleri atıp, "Alın işte size sigara içilmez alan" diyecekler. Sigara içilmeyen masalarınız var mı, var.

Bu iş öyle barcının, restorancının mızmızlanmasını dinleyerek yapılmaz. Sigara yasağının başarıyla uygulandığı yerlere bakın, istisnasız hepsinde barcıların, restorancıların şikayetlerine kulak asılmamış olduğunu görürsünüz.

Kaliforniya’da da, New York’ta da, İrlanda’da da, İtalya’da da siyasi otorite barcıya, restorancıya yüz vermedi. Sigara yasağını hiç taviz vermeden çok kararlı ve katı bir şekilde uyguladılar. Yüzde yirmiyle, yüzde elliyle filan adam oyalamaya çalışmadılar, sigarayı masalarda toptan yasakladılar. Ağır cezalarla kimseye göz açtırmadılar. İşleyen ihbar mekanizmaları kurdular. Sigara yasağı uygulaması da buralarda, bu sayede başarıya ulaştı.

Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül gibi sırf laf olsun torba dolsun, medyaya malzeme olsun diye sigara yasağı teraneleri okuyan Fransa, Almanya, İsviçre gibi ülkelerde ise barcılar, restorancılar ve bencil tiryakiler maytap geçtiler yasaklarla.

Bu iş zaten ilçe genelinde getirilen yasaklarla altından kalkılabilecek bir iş değil. En az büyük şehir düzeyinde uygulanırsa başarılı olabilir. En iyisi de Türkiye düzeyinde uygulanması tabii ki.

Bu nedenle de medenice yemek yiyip, eğlenmek isteyen çağdaş şehirlilerin umudu Sarıgül’de filan değil, sigara yasağı konusunda kanun hazırlayan hükümette.

O yasanın uygulanabilmesi için de azıcık bile olsa sulandırılmaması gerekiyor.

Bir kere kapalı mekanlarda sigara içilmeyen bölümler ayrılması gibi bir zorunluluk asla çalışmaz. Ya sigara bu mekanlarda toptan yasaklanmalı, ya da geçiş döneminde sigara içenler için özel bölümler ayrılmalı. En doğrusu masaların tamamında sigara içmeyi yasaklamak, sigarayı sadece Amerikan bar kısmında serbest bırakmak.

Sigara içilmeyen masanın hemen arkasında sigara içiliyorsa, o masaya sigara içilmez demek dangalaklıktan başka bir şey değil.

Hele restoranda puro, üstelik de pis ama süslü taksilerdeki vanilya kokusuna benzer kokular saçan üçüncü sınıf puroları içmeyi marifet sanan özentilerin bolca olduğu Türkiye’de...

Havalimanı otelinde kar keyfi

Geçen haftaki kar, kış, kıyamet sırasında seyahate çıkmam gerekiyordu. Henüz kar fırtınası kopmamış, meteoroloji alarm veriyordu.

Uçağım kar fırtınasının beklendiği gecenin ertesi sabahının köründeydi. Her İstanbullu gibi kar fırtınası kopmuş bir gecenin sabahında İstanbul’un bir semtinden en yakın diğerine gitmenin saatler alacağını, hele havalimanına öğleden önce ulaşmanın mümkün olmayacağını bildiğimden, kara kara düşünmeye başladım. Ve derken aklıma Atatürk Havalimanı içinde bir buçuk yıl önce açılan otel geldi.

Rezervasyon yaptırdım, uçuş sabahımın bir önceki akşamüstü yola koyulup, yeni başlayan kar fırtınasını aşıp, otele vardım.

Airport Hotel’e bayıldım. En lüks otelleri aratmayacak kadar konforlu bir otel. Havaalanı pistine sıfır mesafedeki lobisi ve restoranının manzarası etkileyici.

Restoran ise orta karar. Bazı yemekleri muhteşem, bazıları ise kötüydü. Şarap listesi çok zayıf.

Otelin yadırgadığım bir başka yanı ise dış hatlar terminali ile duvar komşusu olmasına rağmen arada bir geçişin olmaması. Otelden terminale geçmek için servis aracına binip, otoyola çıkmak ve sonra tekrar havalimanı sınırlarına girmek zorunda kalıyorsunuz.

Bu gibi az sayıdaki olumsuzluğa rağmen, çok erken saatte uçuşunuzun olduğunda geceyi Airport Otel’de geçirmek, özellikle hava karlıysa aklınızın köşesinde bulunsun. Pişman olmazsınız.
Yazının Devamını Oku

İnternet medyası, klasik medyanın palavrası

27 Ocak 2006
Doğan Holding’in düzenlediği "Buluşma 2006, Trendleri Konuşma" isimli toplantıda "Yeni Medya" masaya yatırılmış. Toplantı yapılıp bittikten sonra, Sabah gazetesi yazarı Mehmet Barlas’ın yazısı sayesinde haberim oldu. Dünya medya devlerinin başkanları konuşmacı olarak katılmışlar. Çeşitli kaynaklardan edinebildiğim bilgilerden çıkardığım kadarıyla medya devlerini bir İnternet korkusu almış gidiyor. Hepsi konuşmasında, konvansiyonel medya ile İnternet medyasını karşılaştırmış.

Kimi İnternet’in tirajları, izlenme oranlarını düşürdüğünden yakınmış, kimi İnternet’in haberi yansıtma hızıyla başa çıkılamayacağını söylemiş, kimi de İnternet’in televizyon ile gazetenin alternatifi haline gelmesiyle ilgili endişelerini dile getirmiş.

Bu endişelerin tamamının neden yersiz olduğunu söylemeden önce, sekiz yıl geri gidip, 1998’de yazdığım bir yazıdan bazı alıntılar yapmak istiyorum. Bakın yeni medyayla ilgili daha o zamandan ne gibi ipuçları vermişim:

"Televizyon, radyo, gazete ve İnternet yayıncılığı öylesine içiçe girecekler ki, yalnızca İnternet erişimi olmaksızın televizyon seyretmek, radyo dinlemek ya da gazete okumak ancak çok ender durumlarda, mecburen başvurulan zevksiz bir iş olacak.

(...) Televizyonunuz açılır açılmaz otomatik olarak İnternet’e bağlanacak. Diğer yandan hem kablo hem de uydu aracılığıyla yayınları alıyor olacak. Kablolu yayında abonesi olduğunuz en az bir ’istediğin zaman seyret’ kanalı olacak. Bu kanalda yayınlanan film ve programları istediğiniz anda başlatıp aynı video seyredermiş gibi seyredebileceksiniz.

(...) Televizyonun artık pasif bir seyircisi değil aktif bir katılımcısı olacaksınız. İnternet ve televizyon evliliğinin sağladığı olanaklara göre özel olarak hazırlanmış programlar, aktif katılımınızla size özel bir hal alacaklar. Yarışma programlarına binlerce izleyiciyle birlikte aynı anda katılabileceksiniz".

Gelelim günümüze. Medya devlerinin İnternet’ten duyduğu endişe, Nielsen Başkanı Rabert McCann’in gereksiz savunmasında tavan yapmış; "Televizyon renkli bir araç, İnternet onu mahvetmeyecek"...

McCann TV’yi gereksiz yere savunuyor. Çünkü İnternet’in klasik medyaya bir tehdit olduğu, klasik medyanın icadı bir paranoyadan ibaret.

Medyanın İnternet’ten çekinmesinin neden yersiz olduğuyla ilgili tüm ipuçlarını, Habertürk’ün bir yazımdan alıntılayarak sürekli ekrana getirmesi sayesinde sağır sultanın duyduğu, "Bir gün her şey İnternet’te olacak" cümlemle vermiştim.

Erotizmle yetinmeyip illa pornografiye ihtiyaç duyanlar için iyice açayım.

İnternet sadece bir dağıtım aracı. İnternet medyası diye bir şey yok. İçinde bulunduğumuz geçiş döneminin yarattığı bir illüzyon İnternet medyası.

Gerçek olan İnternet’in her şeyi olduğu gibi tüm medya araçlarını yutacağı. Geleceğin gazetelerinin, dergilerinin, radyolarının, televizyonlarının, hepsinin İnternet’e taşınacağı... Bu kadar basit.

Bir de tabii bu taşınmanın nasıl yapılacağı var. Klasik medyanın asıl korkusu bu taşınmayı yaparken yeteneği, bilgisi ve vizyonu olmayan İnternet yöneticilerinin ellerine düşmek olmalı. Günümüzdeki duruma bakılırsa, böylesi bir endişe duymalarına hak da veririm doğrusu.

Cebimizi bu sistemle dinlemeyeceklermiş

"Topladıkları 5 YTL’lerle ceplerinizi dinleyebilirler" başlıklı yazım üzerine Telekomünikasyon Kurumu’ndan (TK) bir açıklama geldi. Bir konuda çok haklılar, yazımda üç kez iptal edilen ihalenin dördüncüsüne son anda katıldığını aktardığım madde, diğer üç ihalede de aynen varmış, dördüncüye son anda eklenmemiş.

Ancak bu maddenin şartnameye son anda eklenmemiş olması, son ihalede yüklenicilere tanınan iş teslim süresinin aşırı kısaltılmış olması ve gecikme cezasının aşırı artırılmış olması gerçeğini değiştirmiyor. Son ihaleye sadece tek bir firmanın katılması, diğerlerinin çekilmesinin başlıca nedeni de bu zaten.

TK’nın bir diğer itirazıysa, kurulacak sistemle cep telefonlarınızı dinleyebilirler demem. Diyorlar ki kurulacak sistemle cep telefonlarının ses kaydını tutmayacaklarmış. İyi de TK’ya cep telefonu dinleme görevi, Telekomünikasyon Kanunu’nca verilmiş bir görev. Eğer cep telefonu dinlemek için kurulacak sistemde, bu kurulacak altyapıdan yararlanılmayacak başka bir veritabanı altyapısı kullanılacaksa ortada ciddi bir israf var demektir.

Yazılımın çekirdeğe gömülü olarak çalışması koşulunun, sistemin güvenliği üzerindeki olumsuz etkisine getirdikleri açıklama ise doyurucu olmaktan uzak. 23 Aralık tarihli yazımda, yazılımın çekirdeğe gömülü çalışmasının yarattığı güvenlik açıklarını, bilişim teknolojilerinde saygın isimlere sahip, yetkinliği tescilli uzmanlar da onaylamıştı.

Sunset’siz suşi listesi olmaz

Hürriyet Cuma’nın En İyi On listesinin müdavim okurlarındanım. Listede üç hafta önce Türkiye’nin en iyi suşi restoranları sıralanmıştı. Ve bence bu kez jüri gerçekten çok büyük bir haksızlık yapmıştı.

Aslında konu olarak suşiyi seçmek, bence baştan hatalıydı. Çünkü Türkiye’de iyi suşi yapan restoran sayısı ne kadar zorlarsanız zorlayın 10’u asla bulamaz.

Suşinin en iyi on adresi listesine hakkıyla giren restoranlar Miyako, Mori, Udonya, Yutaka ve Ninja’dan ibaret. Diğerleri fasulyeden girmiş listeye. Ama asıl haksızlık, bence mutlaka ilk üçe alınması gereken Sunset’in listeye hiç sokulmamış olmasında.
Yazının Devamını Oku

Intel önce evin sonra işin içinde

27 Ocak 2006
"Intel inside" logosunun da gün gelip tarih olacağını kim derdi ki? Ancak Intel pazarlama iletişimi stratejilerindeki bu değişimin ipucunu aylar öncesinden, Eylül'de San Fransisko'da yapılan Intel Geliştiriciler Forumu'nda (Intel Developer's Forum) vermişti. Biz de e.yaşam okurlarına Intel'in geçirmekte olduğu yapısal değişimi "Intel artık bir platform şirketi" başlıklı analizimizle duyurmuştuk.

Intel forumda yeni stratejisinin tüm ayrıntılarını direkt olarak açıklamamıştı gerçi ama platformlar üzerinde fazlasıyla durmasından, yeni yapılanmanın yönünü açıkça görmek mümkündü.

Peki ne olmuştu da Intel böylesi radikal bir strateji değişikliğine gitmişti? Tüm bu değişikliğin nedeni Intel'in yeni icra başkanı Paul Ottelini'nin kaprisleri miydi, yoksa çok daha mantıklı nedenler mi vardı?

Intel gibi dev bir şirketi, büyük cirolar ve kárlar elde etmeye devam ederken, sonu belli olmayan, maceralı bir rotaya sokmanın alemi neydi? Intel'in adımı aslında cesurca atılmış ama zamanlaması mükemmel bir adımdı. Sektörün gidişatını ve Intel’in adımının anlamını görmek için IBM'in kişisel bilgisayar sektöründeki hezimetine bakmak yeterli.

Kişisel bilgisayar sektörü bir süredir kár marjlarının gittikçe azaldığı, rekabetin zorlaştığı bir alan haline gelmekte. IBM kişisel bilgisayar bölümünü Çin şirketi Lenova'ya satmadan önce sektörün üç büyüğü IBM, Dell ve HP idi.

Dell, sıfır araştırma geliştirme yatırımı yaparak, üstelik bununla övünerek girmişti HP ve IBM gibi iki devin arasına. IBM ise yaptığı Ar-Ge yatırımlarından beklediği dönüşleri alamamış, hiçbir buluşunu ticari başarıya dönüştürmemişti.

Dell ise sadece, kişisel bilgisayar üretimini montaj saniyiine dönüştürmüştü. Dell'in bu stratejisi nedeniyle, kişisel bilgisayara Ar-Ge yatırımı yapan ancak araştırmalarının sonuçlarını ticari başarıya dönüştüremeyen şirketler, en başta da IBM zor durumu düşmüştü. HP Ar-Ge yatırımlarını rekabet avantajına dönüştürebilmeyi becerdiğinden farklı bir kulvarda yoluna devam etti.

Ancak diğerleri için, montaj sanayiine dönüşmüş bir sektörde Çin ve diğer uzak doğu ülkelerinin ucuz iş gücü karşısında rekabet edebilmek gittikçe güçleşiyordu. Sonuçta IBM bu rekabete daha fazla dayanamadı ve kárlılığını yitiren kişisel bilgisayar bölümünü Çin şirketi Lenova'ya satarak, paçayı sıyırmaya çalıştı.

Kişisel bilgisayar sektöründeki, ucuz üretime ve sıfır Ar-Ge yatırımına dayalı bu rekabet trendi hızını artırarak devam ediyor. Sonuçta bilgisayar üreticileri Ar-Ge'den birer birer çekilirken, geleceğin ürünlerini geliştirmek biri yazılım, diğeri donanım üreticisi olan iki dev şirkete, Microsoft ve Intel'in eline kalıyor.

Bugün artık geleceğin bilgisayarlarının nasıl olacağı büyük ölçüde bu iki şirketin yaptığı Ar-Ge çalışmalarına ve endüstriyi yönlendirme şekillerine bağlı.

Ancak Microsoft ve Intel de aynı türden bir rekabetle karşı karşıya. Linux ve AMD iki şirketin sırasıyla en belalı rakipleri.

Intel'in AMD ya da henüz ortaya çıkmamış başka rakipleri karşısındaki en büyük silahı şu an için endüstri üzerindeki yönlendirme gücü ve Ar-Ge üstünlüğü.

İşte bu yüzden Intel'in henüz çok ciddi bir rakibi olmamasına rağmen çip üreticisi lideri olmayı ikinci plana atıp, platform geliştiricisi liderliğine oynaması çok mantıklı.

Gelecekte çok farklı bilgisayarlarla tanışacağız. Hemen her türlü iş için, o işin gereksinimlerine özgü, özel olarak tasarlanmış bilişim cihazları kullanıyor olacağız. Intel'in stratejisi de bu yeni platformların standartlarının belirleyicisi olmaktan başka bir şey değil, ve bunda başarılı olacağının da güçlü sinyallerini veriyor.
Yazının Devamını Oku