11 Mart 2006
HP yeni sayılabilecek İcra Başkanı Mark Hurd’la birlikte çizdiği rotasının önemli bir ipucunu Orlando’da yapılan fotoğrafçılık fuarı PMA 2006’da verdi. HP, fuarda tanıttığı sayısal fotoğraf makinesi modelleri ve yazıcılara ek olarak duyurduğu sayısal fotoğraf baskı kulübesi Photosmart Express Station’la sayısal fotoğrafçılığın her alanında en az bir ürünüyle var olduğunu kanıtlayarak, fotoğrafçılığa şirket olarak ne denli önem verdiklerini göstermiş oldu.
HP’nin yeni ürünü kullanıcılara, sayısal fotoğraf makineleriyle çektikleri fotoğrafları kendi kendilerine ya da dükkan sahibinin de yardımıyla albüm, anı kitabı gibi farklı formatlarda basma olanağı veriyor.
Photosmart Express Station ile HP, dijital fotoğraf makineleri, ev foto yazıcıları, profesyonel foto yazıcıları, fotoğraf kağıtları, fotoğraf mürekkepleriyle var olduğu sayısal fotoğrafçılık pazarında, yer almadığı tek noktayı da doldurmuş oluyor.
Bu da HP’nin yeni İcra Başkanı Mark Hurd’un, HP’nin borsadaki yatırımcılarının arzu ettiği gibi HP’yi çok güçlü olduğu bir alan olan sayısal baskı pazarında daha da güçlendirmeyi arzuladığını ortaya koyuyor.
Hatırlanacağı gibi HP’nin eski başarılı İcra Başkanı Carly Fiorina, borsa yatırımcılarının kısa dönemli kár beklentilerine göre raporlar hazırlayan analistlere kurban edilmiş, yerine bir süre sonra NCR’ın başarılı yöneticisi Mark Hurd getirilmişti.
Fiorina’nın kovulduğu ancak yerinin henüz doldurulmadığı günlerde, yani hemen hemen bir yıl önce Hürriyet e.yaşam’da durumu eski ekonominin zaferi olarak yorumlamış ve şöyle demiştim:
"Carly Fiorina işinde çok başarılıydı. Basit bir bilgisayar yazıcısı firmasını alıp, birkaç yıl içinde dev bir bilişim şirketi yaptı. Cirosunu katlayarak artırdı. HP’yi çoğu bilişim şirketinin topu attığı, atmasa da patlatıp yamattğı 2000 krizinden büyüyerek çıkarttı. HP’yi yılların IBM’iyle yarışacak büyüklüğe getirdi. HP markasını teknoloji ve yenilik denince akla gelen ilk markalardan biri yaptı. IBM’i PC’de pes ettirdi, HP’yi teknolojik üstünlüğün simgesi haline getirdi.
Tek başaramadığı şirketin kárlılığını artırmak oldu. HP hisselerinin değeri borsada, Carly Fiorina göreve geldiği günden itibaren sürekli değer yitirdi. Carly’nin ipini çeken de, ipi çekildikten sonra ardından ABD medyasına tef çaldırtan da bu oldu; HP hisselerinin borsada değer yitirmesi... Borsada, yani eski ekonominin son kalesinde"...
Kısacası Carly Fiorina ABD’nin yeni ekonomiye geçmesinin önündeki baş belası, eski ekonominin yılmaz savaşçıları analistlerin kurbanı olmuştu.
Carly Fiorina’nın yerini kimin dolduracağı belli olmadığı için HP’nin geleceğiyle ilgili bir yorum yapmamıştım. Mark Hurd geldikten sonra da, yeni stratejinin ilk önemli ipucunu bekledim.
Beklediğim önemli ipucunu Orlando’da katıldığım fotoğrafçılık fuarında buldum.
Ve yeni ekonomide tek bir doğrunun olmadığını, birden fazla doğrunun olabileceğini bir kez daha görmüş oldum.
Hurd’un HP’yi, Fiorina’nın hedeflediği gibi elektroniğin her alanında lider yapmak olup olmadığının göstergeleri henüz ortada yok. Bugüne kadarki icraatleri en azından tersine bir yoğunlaşmaya da işaret etmiyor.
Ancak HP’yi süpermarketlere kadar taşıyabilecek bir ürün olan Photosmart Express Station, artık HP bu alanda daha ne yapabilir ki dedirten sayısal fotoğrafçılık pazarında bile yenilikçiliğin sonunun olmadığını gösteriyor.
Peki HP, yeni ekonominin güçlü bir oyuncusu olmayı hedeflemeye devam edecekse sayısal fotoğrafçılık alanında daha da ne mi yapabilir?
Sayısal fotoğraf makinelerinde pes etmeyip, fotoğrafçılıkta geçmişten gelen güçleriyle çok güçlü gözüken rakiplerine ter döktürtecek modellerle karşımıza çıkmasına ne dersiniz?
PMA 2006’da duyurduğu yeni fotoğraf makinesi modellerinin özellikleri, HP’nin bu konuda da doğru yolda oldoğunu ortaya koyan ipuçları veriyordu. Özellikle de sayısal fotoğrafçılık alanında kullanılmak üzere geliştirdiği yepyeni yazılımlarıyla...
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2006
THY’nin ödül bilet uygulamasındaki olumsuz gelişmeleri eleştirdiğim yazının ardından okurlardan aynı dertten mustarip olduklarını anlatan mesajlar aldım. Bursa’dan H. Avni Çetek, yazımın ardından THY’den cevap gelip gelmediğini soruyor.
Yazıdan önce THY’nin basınla ilişkiler bölümünden, telefona çıkan bayanın ısrarlı direnci sonucunda bilgi alamamıştım. Yazının ardından THY Basın Müşaviri Dr. Ali Genç ile görüştük.
Yazımda iki kişilik İstanbul-New York ödül bileti için 465 YTL ücret kesildiğini, bunu hem gazeteci olarak basınla ilişkiler kanalıyla, hem de sade bir vatandaş gibi THY satış hattından sorguladığımı ve alınan ücrette bir hata olmadığı cevabını aldığımı yazmıştım.
Meğer THY’nin farklı kanallarından üç kez doğrulattığım ücret yanlış alınmış. THY fazladan kesilen 76 YTL’yi geri ödeyecekmiş.
THY’nin İstanbul-New York uçuşlarında ücretli biletlere uyguladığı 233 YTL’lik vergi; 29,70 dolar ABD, 15 YTL DHMİ ve 90 avro yakıt sigortası harcından oluşuyormuş. Ancak ABD vergisi olan 29,70 dolarlık kesintinin ödül biletlerden alınmaması gerekiyormuş.
Dr. Ali Genç, İstanbul-New York ödül biletleri için diğer havayollarının uyguladığı ücretleri de aktardı. Lufthansa 246, British Airways ve Air France 175, KLM 200, Emirates 122 Avro, Delta ise 60 dolar alıyormuş. Genç, Delta’nın uygulamasının istisnai bir durum olduğunu, THY’nin ücretlerinin diğer havayollarınınkine göre avantajlı olduğuna dikkat çekiyor.
Okurların THY’den yakınma nedenleri ise bazen aynı, bazen farklı...
New York’tan Scott Uysal, geçenlerde New York’a kar fırtınası nedeniyle gecikmeli olarak inen ve pistte ters dönen THY uçağının yolcularındanmış. "Olabilir, olağanüstü hava koşulları nedeniyle yaşanmış bir gecikme ve kazadır", diyor ama havalimanında kendilerini karşılayan tek bir THY personeli olmamasına isyan ediyor. Uçaktakileri karşılamaya gelenler ise, uçakla ilgili bilgileri rakip havayollarının temsilcilerinden alabiliyorlarmış ancak.
Söke’den Efgan Oturgan’ın ödül bileti almak istediğinde uğraşmak zorunda kaldığı bürokrasi, Aziz Nesin’in hikayelerine taş çıkartacak cinsten. Burada yazmakla özetlenebilecek gibi değil. Aydın’da oturan bir müşteriden ödül biletini alabilmesi için başka bir şehirdeki THY ofisine gelmesinin istendiğini aktarmakla yetineyim...
Amsterdam’dan Orhan Çakaloz, 180-200 avroya ücretli bilet bulunabilen bir hat olan Amsterdam-Türkiye ödül bileti için 150 avro ödemiş. Ocak ayında ücretli olarak aldığı bilete bakmış, kesilen vergi sadece 71,23 avro...
ABD’de yaşayan İnayet Dumanlı, THY’nin birikmiş milleriyle ücretsiz bilet bulamadığından ve yer bulamadığı için kullanamadığı millerinin bir süre sonra yanmasından yakınıyor.
Beyhan Şekerci, İstanbul-New York seferine beş ay öncesinden bile normal milden bilet bulamamaktan şikayetçi.
Dr. Ali Genç, eskiden sadece altı ay öncesinden yapılabilen rezervasyonların artık bir yıl öncesinden yapılabilmesine olanak tanıyan yeni bir uygulamaya başladıklarını söylüyor. Bu uygulama sayesinde üyeler ödül bileti için daha kolay yer bulabileceklermiş.
Ayrıca THY’nin SkyTeam, Star Alliance gibi birçok havayolunun ortak olduğu uluslararası bir mil programına dahil olması için de görüşmelerin sürdüğünü, yakında böyle bir üyeliğin gerçekleşmesinin beklendiğini söylüyor.
Sanem Çelik ölmedi Aliye’yi öldürdü
Dizi karakteri Aliye ile oyuncu Sanem Çelik’i birbirine karıştırmayalım diyenler fena halde saçmalıyorlar.
Sıradan bir oyuncuyu sanatçı yapan, karakter yaratmadaki başarısıdır. Ne kadar başarılı bir sanatçı olduğu ise farklı karakterleri yaratabilme becerisiyle belirlenir.
Sanem Çelik ile Aliye’yi, entelektüel görünümlü sığ düşüncelerle birbirinden ayıramazsınız. Siz ne kadar ayırmaya çalışırsanız çalışın, izleyici ayırmayacaktır.
Seyircinin film karakteri ile oyuncusunu birbirinden ayıramayacak olmasının nedeni de Sanem Çelik’in sanatçılığındaki olağanüstü başarıdan başka bir şey değil.
Aliye, Sanem Çelik’in ilk yarattığı karakter değil. Sonuncusu da olmayacak. Ama Aliye artık öldü. Türkiye’nin en iyi oyuncusu Sanem Çelik ise yepyeni karakterler yaratarak sanat yaşamını sürdürecek.
Yeter ki, dizi karakteri ile oyuncuyu birbirinden ayırmanız gerekir diyenlerle, sanatçı özel yaşamıyla topluma örnek olmalıdır diyenlerin aynı ölçüdeki saçmalamalarının gazına gelip, medya karşısındaki soğukkanlı, sanatçı duruşunu bozmasın.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2006
Zaman yolculuğu yapmak açısından bereketli bir haftadaymışım anlaşılan. İlk zaman yolculuğumu geçen yazımda da yazdığım gibi Tokyo-Atlanta arası uçuşunda yaptım. Saat farkından dolayı Tokyo’da 16:30’da bindiğim uçaktan Atlanta’da aynı gün 14:30’da indim.
İkinci zaman yolculuğunu ise Orlando’da, Universal Studios’un eğlence parkında yaşadım. Ve bu eğlenceli zaman yolculuğu, hayatımda yaşadığım en etkileyici gösterilerden biriydi...
Masal ve eğlence dünyası Orlando’ya en son altı yıl önce gitmiştim. Walt Disney World’ün içinde bir otelde kalmıştım ve vaktim biraz daha müsait olduğundan dev eğlence parklarından üçünü gezme fırsatı bulmuştum. Özellikle Epcot’a bayılmıştım. Üç yaşından önce ziyaret eden her çocuğun zeka katsayısında beş, on puanlık bir artış yapabilecek kadar uyaranlarla dolu bu parkın, Türk çocuklarından çok uzak olmasına hayıflanmıştım.
Bu kez Universal Studios kompleksinin içinde bir otelde kaldım ve vaktim de çok dardı. Sadece bir öğleden sonram boştu. Onu da Universal Studios Eğlence Parkı’nda geçirdim. Park içindeki etkinliklerden yarısından azına katılabildim.
Metroda depreme yakalandık
San Fransisko’da bir depremin canlandırıldığı gösteri gerçek gibiydi. Depreme aslına uygun olarak kurulmuş metro istasyonunda, metro treninin içinde yakalandık. Sarsıntı inanılmaz derecede gerçekçiydi. Duvarlar döküldü, tepemizdeki tavan yıkıldı, istasyonun üzerinden geçen yol istasyonun içine çöktü ve yoldan geçen patlayıcı madde yüklü tanker üzerimize yuvarlandı. Raylar yuvalarından kurtuldu, yılan gibi kıvrıldı, karşı yönden gelen bir tren raydan çıkıp üzerimize fırladı. Okyanus suları istasyon merdivenlerinden sel olup hücum etti.
Jaws’ta, filmdeki dev köpekbalığı bindiğimiz bota saldırdı. Men in Black’te altışar kişilik araçlarla içinde gezdiğimiz fütüristik tünellerde, elimizdeki ışın tabancalarıyla uzaylı avladık, vurduğumuz her yaratıktan puan kazandık. Twister’da dev bir hortumun gücünü birkaç metre yakınından hissettik, rüzgarını yüzümüzde hissettik. ET macerasında beklemekten sıkılıp kuyruğundan çıktık.
Terminator’da üç boyutlu film teknolojisinin yakaladığı gerçekliğe şahit olduk. Bu teknoloji ile filmin tam anlamıyla içine girdik, üzerimize doğru gelen uçan robotlardan film olduğunu bilmemize rağmen kafalarımızı eğerek kaçınmaya çalıştık.
Hepsi iyiydi, güzeldi, hatta muhteşemdi de Back to the Future (Geleceğe Dönüş) uçuşu sanki gerçekten gelecekten günümüze gelmiş bir şovmuşçasına olağanüstünün üstünün üstüydü.
Dinazorun midesine indik
Dört duvarı, tabanı ve tavanı sinema perdesiyle kaplı yedi katlı, on apartman büyüklüğünde bir binanın tüm iç hacminin dev bir sinema salonuna dönüştürüldüğünü hayal edin. Ve siz bu dev mağaranın içine, zaman yolculuğuna çıkan bir otomobille yedinci kattan dalıyor, uçuyor, uçuyor, zaman içinde dolaşıyorsunuz.
Kah buz çağında nefes kesen bir manzaranın içinde uçuyor, kah tarih öncesi çağlara gidip dinozorların etrafında geziyor, hatta otomobilinizi yutmasıyla bir dinozorun midesine inip, dışarı fırlatılıyorsunuz.
Anlatılacak gibi değil. Biri bu gösteriyi Türkiye’de kursa keşke...
Cola Turka Vadisi’ne Ülker’den açıklama
Açıklama hakkını olur olmaz kullanmaya çalışmak moda oldu. Ülker geçenlerde yayınlanan "Cola Turka Vadisi" başlıklı yazım üzerine bir açıklama göndermiş.
Diyorlar ki, "Öncesinde bir film eleştirisi olarak algılanırken, giderek sayın yazarın siyasi görüşleri çerçevesinde kuşkusuz tartışma konumuz olmayan görüşleri yanında, alakamız olmayan bir filmle alakalandırılmaya çalışılarak ’Cola Turka’ markasını hatalı değerlendirmelere yol açmaktadır".
Yazımın konusu bir film eleştirisi değil, milliyetçi duyguları satışa dönüştürme amacıyla kullanmaya çalışma trendini, gündemdeki bir film ve bu trendin ilk örneği bir reklam filmden yola çıkarak eleştirmekti. Dolayısıyla Cola Turka’nın reklam filmi, yazının konusuyla yazının başlığından itibaren bire bir ilgiliydi.
"Cola Turka bir ezilmişliğin değil, bir güvenin eseridir", diyorlar. Olabilir. Benim de itirazım bir ezikliğin eseriymiş gibi takdim ettiğini düşündüğüm reklama zaten.
Açıklamaya göre "Her reklam stratejisi elbette ki eleştirilebilir"miş. "Ancak", diyorlar, "Cola Turka reklamlarının genelde aldığı eleştirilerin parlak, müsbet ve etkileyici olduğunu ve uzun süre konuşulduğunu değerli yazarın da hatırlayacağını düşünüyoruz".
Ben de Ertuğrul Özkök’ün 15 Temmuz 2003 tarihli "Bu pozitif değil kaba milliyetçiliktir" başlıklı yazısı dahil basında yayınlanmış sayısız eleştiriyi hatırlatmak isterim.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2006
Tokyo seyahatimin tek günlük, ilk izlenimlerimi geçen hafta yazmıştım. Şu anda Orlando, Florida’dayım ve sizler bu yazıyı okurken San Fransisco’da olacağım. Tokyo maceram tam altı gün sürdü. Gündüzlerin çoğu toplantılarda, akşamlar ise birbirinden ilginç, geleneksel Japon restoranlarında geçti.
Tokyo şehri ve Japon kültürü o kadar farklı ve benzersiz ki, 12 saatlik bir yolculuğun ardından ABD’ye ayak basınca bile sanki kendi vatanıma ayak basmış gibi hissettim. Zaten Japonya-ABD yolculuğu kelimenin tam anlamıyla bir zaman yolculuğuydu. Aradaki saat farkından dolayı, Tokyo’da cumartesi günü 16:30’da bindiğim uçaktan Atlanta’da yine cumartesi günü 14:30’da indim.
Tokyo’da insanların nezle kapmamak için değil, nezle bulaştırmamak için yüz maskesi takarak dolaştıklarını geçen hafta yazmıştım. Başkalarına saygı, Japonların en göze çarpan, üstün özelliği.
Servis sektöründe çalışan kimse bahşiş kabul etmiyor. Israr edecek olursanız çok utanıyorlar. Japonların bu kuralını öğrenene kadar iki kez tongaya düştüm. İlkinde, bahşişim bavullarımı odaya taşıyan otel görevlisi tarafından geri çevrildi. İkincisinde ise bir restoranda... Öğle yemeğimi yedim, hesabı ödedim ve bir miktar bahşiş bırakarak, garsonu beklemeden çıktım. İki, üç blok kadar yürümüştüm ki, garson arkamdan seslenerek yetişti. Hesabı bıraktığımı görmedi, ya da eksik hesap bıraktım herhalde diye endişelendim. Meğer bıraktığım bahşişi, "Fazla para bıraktınız", diye yetiştirmiş peşimden.
Açık havada sigara yasağı
Japonlar, Tokyo’da sokakta, açık havada bile sigara içmiyor. Nüfusun yüzde 40’ı gibi çok büyük bir kısmının sigara tiryakisi olduğu bir ülkede, sokaklarda sigara içilmemesinin nedeni yasaklar değil (sokakta sigara içmeye ceza da uygulayan Chiyoda-ku mahallesi hariç), insanların birbirine olan saygısı.
Sokaklarda, parklarda sigara içenler için yerde beyaz çizgilerle çevrelenen, küçücük, özel alanlar ayrılmış.
Sigara içmek çoğu restoranda serbest ve pek azında sigara içilmeyen özel bölümler var ama tiryakilerin büyük bölümü buralarda bile pek sigara içmiyorlar. Altı gün boyunca gittiğim 10’un üzerindeki restoranın hiçbirinde sigara dumanından rahatsız olmadım en azından.
Tokyo’da sokaklar çok temiz. Kimse yere çöp atmıyor. 2005’teki sarin gazı saldırısının ardından tüm çöp kutularının kaldırıldığı metro istasyonlarında bile yerlerde tek bir çöpe rastlamak mümkün değil.
Japonya’daki Japonlar, batılı ülkelerde görmeye alıştığımız Japon turistlerin çizdiği karakterden çok farklı. Paris’te ya da New York’ta elinde fotoğraf makinesi ya da video, önüne gelen her yeri görüntüleyen Japonlar yerine Tokyo’da rollerin değişmesi, elinde fotoğraf makinesiyle gördüğü her şeyin fotoğrafını çekenlerin batılılar olması çok doğal tabii de, başka farklılıklar da var.
Örneğin Japon turistler gittikleri ülkelerde en lüks markaların mağazalarındaki ürünleri, çekirge sürüsü gibi tüketmeleriyle ünlüdürler. Tokyo’da da lüks markaların mağazaları var, ama Japonların asıl hücum ettikleri giyim mağazaları biraz daha farklı burada.
Tokyo’ya özgü bu alışveriş trendinin en iyi örneği Shibuya’daki 109 isimli, dokuz katlı mağaza. Sırf kadın giyim markalarının bulunduğu dev alışveriş merkezini dolduran yüzlerce mağaza arasında tek bir lüks marka yok. Karınca sürüsü gibi katlar arasında dolaşan Japon gençliği bu fazla tanınmayan markalar arasından seçtikleri giysilerle, kendi stillerini yaratıp, Japon modasına yön veriyorlar.
Tokyo’nun ruhunu yakalamak için en uygun noktalardan biri de 109’un hemen yakınında. Shibuya tren istasyonunun çıkışında beş, altı caddenin kesiştiği bir meydan var. Meydan o sokaktan bu sokağa geçen, kimisi kesişen yaya geçitleriyle dolu. Her birkaç dakikada bir tüm yaya ışıkları aynı anda yeşile dönüyor ve yüzlerce insan aynı anda, meydanın farklı noklarından farklı noktalarına doğru yaya geçitlerini dolduruyor.
Bir anda içiçe geçen insanların görüntüsünü seyretmek için en iyi yer de meydanın karşısındaki Starbucks’ın ikinci katı. Bizde fazla ilgi görmeyen, muhteşem "Lost in Translation" filminde Scarlett Johansson’ın Tokyo’nun ruhunu yakaladığı mekan da, tam Starbucks’ın ikinci katı...
Otel yerine Visa’ya
Batılı ülkelerde görmeye alıştığımızın aksine Japonların büyük çoğunluğu İngilizce bilmiyor. Buna taksi şoförleri de dahil.
Bir gün otele dönmek için taksiye bindim. İlk şaşkınlığımı kapının otomatik açılması ve kapanmasıyla yaşadım. Taksilerin büyük çoğunluğunda kredi kartı geçtiğini biliyordum ama yanımda Japon Yen’i olmadığından, emin olmak için "Kredi kartı geçiyor mu", diye sordum. Şoför anlamayınca "Visa? Visa okey?" diyerek kredi kartını gösterdim.
"Ha, ho, hı, Visa, ohkey", diye onaylayınca otelin adını söyledim, ona da "ohkey", dedi. Yola çıktık. Gittik, gittik, sonunda bir binanın önündü durdu; "Visa, Visa, ohkey", demez mi? Burası da neresi, otelime hiç benzemiyor derken, meseleyi çözdüm. Adam beni getire getire, Visa’nın Tokyo şubesine getirmiş...
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2006
Tekstilciler kan ağlıyormuş.Küreselleşen dünya ekonomisinde artık rekabet edemiyorlarmış, batmanın eşiğindelermiş.Diyorlar ki, aman hükümet bize destek versin. Vergileri düşürsün, aşırı değerlenen Türk lirasını devaüle etsin. Ve daha neler... Tekstilcilerin içine düştüğü duruma baktıkça, Hint modeli, Çin modeli diye tutturan Türk yazılımcıları geliyor aklıma.
Diyorlar ki, hükümet bize destek versin. Vergileri düşürsün, teknoparklar kursun. Biz de Hindistan'la, Çin'le rekabet edebilir hale gelelim.
Oldu peki. Emriniz başımızın üstüne. Ama sonra ağlamak yok. Tekstilciler gibi Çin'le, Hindistan'la bu koşullarda bile rekabet edemiyoruz, aman bize daha fazla cukka diye tutturmayın. Hoş siz şimdi söz verseniz bile, perşembenin gelişi çarşambadan belli olur. Bu kafayla varacağınız nokta tekstilcilerle aynıdır.
DEVLET DESTEĞİYETMEZ
Hani şimdi Turgut Özal'ın oportünizmi (fırsatlardan yararlanmasını bilme), vizyonerlik olarak anılıyor ve tekstil sektörünü ihya edip, paraları Paşa'da filan savurup, ev almadan lüks otomobil alan tekstil zenginleri yarattı ya 1980'lerde... Yazılım sektörümüzün bizim başımız kel mi, diye ağlaması da bu yüzden. İstiyorlar ki, Tayyip Erdoğan da oportünistliğini biraz onlardan yana da kullansın ve sektörü ihya etsin...
Yok öyle yağma... Türk yazılım sektörü de, kendi yağıyla kavrulmak zorunda. Tamam Teknopark'lar da kurulabilir ve bazı vergi avantajları da verilebilir ama dünyaya açılmak, dünya pazarlarında rekabet gücünü sahip olmak istiyorlarsa çözümün devletin bu tip desteğinde olmadığını görmeleri gerekir.
Bunun için de Türk tekstil sektöründen ders almaları gerekir.
Türk tekstil sektörü 1980'lerin geçici ortamını heba ederek kullandı. Dünya markalarına fason üretim yaparak kazandığı kolay paranın devamlı olduğunu sandı. Dünya markaları yaratmak için en ufak bir çaba harcamadı.
Mavi'yi dışarıda tutuyorum. Bir tek Mavi bu tuzağa düşmedi ve yurtdışında kendi markasını yarattı. Bu sayede de paşalar gibi ayakta.
İÇPAZARIKAPTIRMAYIN
Sonuçta o rüzgar geçti, işgücü Türkiye'de doğal olarak pahalandı ve işgücünün ucuz olduğu uzakdoğu ülkeleri pazara girip, Türkiye'yi fason tekstil imalatı pazarından şutladı.
Yazılım sektöründe de olacaklar aynı. Çünkü Türkiye yazılım sektörünü, dünya pazarlarında rekabetçi kılacak hiçbir koşul yok Türkiye'de. Hindistan ve Çin bu pazarda başarılı çünkü nitelikli işgücü bile ucuz oralarda. Türkiye'nin fason yazılım pazarında asla bu ülkelerle rekabet edebilmesi mümkün değil.
Türk yazılım sektörü, Türkiye'ye özgü yazılımlar üreterek sadece ve sadece iç pazarda başarılı olabilir. İç pazarı yabancılara kaptırmaması için alınacak önlemlere tamam, Hükümetin bu konuda adım atması şart.
Ama Türk yazılım sektörünün dünya pazarlarında var olabilecek güce gelebileceğini kimse, boşuna hayal etmesin. Bu boş bir hayal...
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2006
Benim bile alışık olmadığım çok uzun bir yolculuğun ardından Tokyo’ya ayak bastım. Ve işte bu ayak basışımdan itibaren geçirdiğim bir tam günde edindiğim ilk izlenimler...
Aslında uçağın yüzde sekseninden fazlası Japon yolcular tarafından doldurulduğu için aktarma yaptığım Paris’ten beri Tokyo’da sayılırım, ama neyse... O kadarını karıştırmayın şimdi.
Japonya Türkler’den vize istemeyen ender ülkelerden biri. Ama bir Türk olarak burada da başımın dertten kurtulacağı yok. Diğer ülke vatandaşları pasaport kontrolünden kolayca geçerken, ben takılıyorum.
Dikkatimi çeken ilk şey, Japonlar’ın takındığı aşırı nezaket tavrı. Pasaport memuruyla konuşurken yanımıza gelip beni içerlerde bir yerlere davet eden memurun tavrındaki nezakete de diyecek bir şeyim yok...
Zaten çok da uğraştırmayıp, davet mektubu olarak gösterdiğim, uydurmasyonu da kolayca yapılabilecek bilgisayar çıktılarının fotokopisini almakla yetiniyor ve geçmeme izin veriyor.
Japonlar’ın ikinci tersliği ile de taksiye bindiğimde karşılaşıyorum. Japonlar, tıpkı İngilizler gibi ters millet; otomobilleri sağdan direksiyonlu, trafik de soldan akıyor... Aslında bunun için tersliği Japonlar’a ya da İngilizler’e mal etmek yanlış olur. Çünkü tüm dünyada sağdan direksiyonlu otomobil kullanan ülkelerin toplam nüfusu, soldan direksiyonlu otomobil kullanan ülkelerinkinden kat, kat fazla. Yani asıl ters olan biziz.
Otele vardığımızda, Portekizli halkla ilişkiler uzmanı el çantasını, havalimanında hatırlamadığı bir yerde unuttuğunu fark ediyor. Ama sorun değil. Çünkü Japonya’da herhangi bir şeyi kaybetmeniz mümkün değil. Neyi, nerede unutursanız unutun, size geri gelmesi çok büyük bir olasılık. Nitekim halkla ilişkilercinin çantası da, o günün akşamı otele geliyor. Üstelik sıkı sıkıya paketlenmiş olarak...
O gece gruptaki gazetecilerden biri de dijital fotoğraf makinesini gittiğimiz restoranda unutuyor. Makinenin peşinden gelip, kendisini bulması sadece birkaç saat alıyor.
Ama en değerli şeylerin bile kaybolmadığı, çalınmadığı Japonya’da dikkatimi çeken bir şey daha var. Hangi binaya, hangi restorana, hangi otele, hangi işyerine giderseniz gidin kapıda bir şemsiye rafı var. Ve bu şemsiye rafları özel bir asma kilit sistemiyle donatılmış. Para dolu çantaya, dijital fotoğraf makinesine tenezzül etmeyen Japonlar, demek şemsiyelere kalk gidelim yapmaktan çekinmiyorlar. Yeter ki yağmur yağsın ve şemsiye almayı unutmuş olsunlar...
Tek bir günlük Tokyo deneyiminde gözüme çarpan bir diğer ilginç görüntü ise sokaklarda yürüyen Japonlar’ın hemen hemen onda birinin ağız ve burun maskesi takması. Önce maskeyi hava kirliliğine karşı taktıklarını sanıp, "İstanbul’a gelseler herhalde NASA’ya özel astronot kıyafeti sipariş edecekler" diye düşündüm.
Sorup soruşturunca işin aslının bambaşka olduğunu öğrendim. Meğer maskeleri nezle ve grip virüsüne karşı takıyorlarmış. Ama kendilerine bulaşmasın diye değil... Tam tersine kendileri nezle olduklarında, hastalıklarını başkalarına bulaştırmamak için...
Sony’nin Avrupa basınını çağırdığı toplantının tek Türk davetlisi olarak bulunduğum Tokyo’da, ilk gün ziyaret ettiğimiz yerlerden biri de Japonya’nın en büyük TV kanalı NHK’nin merkez binasıydı. Burada Japonya’nın en büyük kapalı stüdyosu olduğunu söyledikleri mekanı da gösterdiler bize. Türkiye’de katıldığım TV programlarından biliyorum, bizde daha büyük TV stüdyoları da var.
Bizdekilerle, Japonya’dakinin farkı ne tür yayınlar için kullanıldıklarında...
Biz gittiğimizde, Japonya’nın en büyük TV stüdyosuna 80 kişilik bir filarmoni orkestrası kurulmuştu. Sabahın 9’undan beri oradalarmış ve çekimlerin akşam 9’da bitmesi bekleniyordu. Stüdyoyu ziyaret ettiğimiz Salı günü 12 saat sürmesi beklenen çekim, Cumartesi günü yayınlanacak topu topu 30 dakikalık bir program için yapılıyordu.
Türkiye’de bırakın otuz dakikalık bir filarmoni konseri yayınını, dünyanın en ünlü orkestra şefinin İstanbul ziyaretine beş dakikalık video kaseti harcayanları topa koyarlar...
İki apartman arası mezar
Tokyo çarpık kentleşmiş bir şehir. Kimi yerlerinde geleceğin şehirlerinden birinde olduğunuzu hissettiren üstün mimari örnekleriyle karşılaşırken, kimi yerlerinde çok çirkin, bakımsız, gecekondu bozması evlerin arasında buluyorsunuz kendinizi. Laz apartmanlarına bile rastalamak mümkün Tokyo’da... O kadar tıkış tıkış bir şehir ki, insanlar çok küçük apartman dairelerinde yaşamak zorundalar. Ama bu sıkışıklığa rağmen şehrin göbeğinde, iki apartman arasında mezarlık olarak kullanılan arazilere rastlamak da mümkün. Kendilerine yaşayacak alan bulamayan adamların ölülerine bu kadar yer ayırıyor olması şaşırtıcı doğrusu.
Sarıgül denetime Cevahir’den başlasın
Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün iyi niyetli girişimi sigara yasağının, top yekün bir sigara yasağı getirmediği için zor uygulanacağını daha önce yazmıştım.
Sarıgül’ün uygulamaya koyduğu sigara yasağı alkışlanması gereken, medeni bir adım. Benim endişem sigarayı hemen top yekün yasaklamak yerine, restoranlarda masaların yüzde yirmisini sigara içmeyenlere ayırmayı şart koşan geçiş dönemi anlayışını istismar edeceklerin sayısının çok olacağıydı.
Çünkü Türkiye’de insanların alışageldiği davranış, sigara içenlerin içmeyenlere saygı göstermesi değil içmeyenlerin içenlere katlanması. Arkadaş grubu içinde sigara içen biri mi var? O sigara içen kişinin içmeyenlerin yanında sigara içmemeye özen göstermesi beklenmez de, içmeyenlerin ona katlanması beklenir. Dolayısıyla içen ve içmeyenlerden oluşan bir grup restorana gittiğinde, sigara içenlerin içmeyenler üzerinde kurduğu despotizm yüzünden sigara içilen bölümde oturmayı tercih eder... Bu nedenle de sigarayı restoranlarda tamamen yasaklamadığınız sürece, sigara içilmeyen masaların doluluk oranının düşük olması ve zamanla işletmecinin bu masalardaki kuralları laçkalaştırması, restoranın en ücra köşelerine taşıması kaçınılmaz olur.
Mustafa Sarıgül, sigara yasağını çok sıkı denetleyeceklerini söylüyor. İlk denetleyeceği yeri ben söyleyeyim; Cevahir Alışveriş Merkezi.
Hani alışveriş merkezlerinde sigara tamamen yasak olacaktı?
Tamamen yasaklanması bir yana, Cevahir’in yemek katında yüzde 20 kuralına bile uyulmuyor.
Sigara içilmeyen masalar birkaç taneden ibaret. Üstelik yemek satılan yerlerin hemen yanı başındaki masaların tümünde sigara serbest olduğundan, sigara içmeyenler yemeklerini dumanaltı olarak almak zorunda kalıyorlar. Daha da traji-komiğini gözümle gördüm, Bereket Döner’de siparişi alan eleman bile fosur fosur sigara içerek servis veriyordu.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2006
Türk Hava Yolları’yla uçup, Garanti Bankası’nın kredi kartıyla alışveriş yaptıkça kazanacağınız puanlarla bedava uçak bileti almayı mı bekliyorsunuz? Daha çok beklersiniz. Geçen gün birikmiş millerimle ödül bileti almaya kalktım da, THY’nin Miles&Miles programıyla hep beraber enayi yerine konulduğumuzu öğrenmiş oldum. Meğer THY ücretsiz ödül bileti dediği biletlerden vergi adı altında kestiği ücretleri öyle bir artırmış ki, ücretsiz uçacağım diye düşünürken neredeyse paralı biletle aynı fiyata uçuyorsunuz.
Son iki yıldır çok mecbur kalmadıkça THY ile uçmuyorum, ama THY’nin kadrolaşmaya kurban edilmediği yıllarda birikmiş 100 bin milin üzerinde puanım vardı. THY uçaklarında ücretsiz bilet kontenjanı her ne hikmetse hep dolmuş çıktığından bir türlü kullanmak nasip olmamıştı. THY’nin programında üç yıl kullanılmayan miller yandığı için inat ettim beş-altı ay sonrasına da olsa, gitmeyi düşünmediğim bir şehre de olsa, hangi uçuşta yer bulursam alacağım dedim. Telefonu açıp karşıma çıkan THY müşteri temsilcisine her uçağı tek tek kontrol ettirmeye başladım. Kısmet New York’aymış. Uzun bir uğraş sonucunda dört ay sonrasının, hafta ortasına denk gelen garip günlerinde kendim ve eşim için New York uçağında iki yer ayırtabildim.
Buna da şükür, ya Dubai çıksaydı diye sevinmedim değil doğrusu... Ama geçenlerde iş için Las Vegas’a uçarken, hazır havalimanına gelmişken bedava biletlerimi de kestireyim diye THY satış bankosuna uğradığımda buruk sevincim kursağımda kaldı.
Havayollarının ödül biletlerde adettendir, havalimanı vergileri yolcudan kesilir. Daha önceki deneyimlerimden dolayı kırk, elli dolarlık bir vergi kesintisine hazırım. Ama satış görevlisi "Borcunuz 465 YTL (465 milyon TL)", deyince kulaklarıma inanamadım.
"Havalimanı vergileri bu kadar artmış olamaz, nedir bu soygun mu, bunun nesi ödül bileti", filan desem de anlatamadım. Nuh dedi, peygamber demedi, adam başı 233 milyon TL’yi havalimanı ücreti diye kesti.
465 milyonu paşa paşa ödeyip ücretsiz biletlerimi aldım. Aldım ama pes etmedim. Biraz içimdeki belki bir yanlışlık olmuştur, fazla para kestiklerini anlayınca geri ödeyecekler saf düşüncesiyle, daha çok da beni ücretsiz bilet diye kerizlediler bari vatandaşı uyandırmak için bilgi alayım düşüncesiyle THY’nin basınla ilişkiler bölümünü aradım.
THY’den basınla ilişki kurmak, basını bilgilendirmek için maaş alan görevlinin uygulamadan haberi bile yok. Önce yok o kadar olmaz, sisteme girdiğimde çok daha düşük bir ücret gösteriyor diye tutturdu. Israr edince teyit edip sizi arayacağız dedi.
Sıradan bir müşteri gibi rezervasyon bölümünü aradım. İstanbul-New York uçuşundan ne kadar vergi kesiyorsunuz diye sordum. 80-90 dolar cevabını alınca, benden kesilen ücreti söyledim. Araştırıp döneceğiz dediler.
Basınla ilişkiler bölümü aramadı ama rezervasyon bölümü hemen aradı. "Yanlışlık yokmuş" dedi, "Sistemde yanlış gözüküyormuş, sizden doğru ücret kesilmiş".
Basınla ilişkileri tekrar aradım. Ah arayacaktık, vah arayacaktık dedikten sonra onlar da yanlışlık olmadığını, alan vergisi olarak artık bu miktarda ücret kesildiğini söylediler. Alan vergisinin bu kadar yüksek olamayacağını, kesintinin tam olararak ne için yapıldığını sordum. Cevap aynı, "Araştırıp ararız"... Sonuç da aynı, ne arayan var ne soran...
Delta Havayolları’nı arayıp, İstanbul-New York ödül bileti için üyelerinden toplam ne kadar ücret aldıklarını sordum. 38 dolar alıyorlarmış. Teyit etmek için müşteri olarak aradım ve ödül rezervasyonu yaptım, sonuç benzer çıktı, "40 dolar"...
Nerede THY’nin kestiği 263 YTL, nerede Delta’nın talep ettiği 52 YTL?
Üstelik Delta’nın Sky Team isimli mil programı, THY’nin Miles&Smiles programına başka her açıdan da fark atıyor.
Delta’nın programında Sky Team üyesi Air France, Alitalia, KLM gibi onlarca havayolu daha var. Bu havayollarıyla uçtuğunuzda da mil kazanıyorsunuz ve ödül biletlerinizi bu havayollarında da kullanabiliyorsunuz. Dolayısıyla ödül biletiyle dünyanın uçamayacağınız şehri yok gibi. THY’de ise sadece THY’nin uçtuğu kısıtlı şehirlere ödül bilet alabiliyorsunuz.
Delta’da yılda 75 bin mil uçtuğunuzda Platin, THY’de yılda 80 bin mil uçtuğunuzda Elite Plus statüsüne geçiyorsunuz. THY’nin Elite Plus statüsü iki uçuş için ücretsiz sınıf yükseltme hakkı dışında en yüksek üyelik statüsüne layık olabilecek hiçbir avantaj sunmazken, Delta’nın Platin üyesi olduğunuzda her uçuşunuz iki kat mil kazandırıyor, yılda altı uçuş için ücretsiz sınıf yükseltme hakkı veriyor. Ödül bilet almaya kalktığınızda, THY’deki gibi yer yok bahanesini duyma olasılığınızın çok düşük olması da cabası.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2006
Futbolla ilgili yazdığımda bile "Kola Turka Vadisi" başlıklı yazıma aldığım kadar yoğun ve fanatik içerikli mesaj almamıştım. Fanatiklikte futbol seyircilerini bile sollayan Kurtlar Vadisi seyircilerinden Sadin Biber’e göre yazımın ana fikri "Bırakın vatanımızı alsınlar"mış. Onlarla baş edecek gücümüz olmadığını, bükemediğimiz eli öpmemiz gerektiğini söylüyormuşum.
S.S.S Gülen de gerçeklerle hayali senaryolar vasıtasıyla savaşılabileceğini savunanlardan. "Bu bir film olsa bile intikam aldık o iğrenç petrol canavarlarından. Ve ben bu intikamın alınışına iki kez sinemaya giderek ve o filmi izleyerek şahit oldum", diyor. Gülen’e göre hayali senaryolarla intikam alınamayacağını düşündüğüm için Türklüğümden şüphe edilmesi gerekirmiş. Ama o bir Türk genciymiş.
Osman Sümer ise filmi ucuz milliyetçilik olarak nitelememe takılmış, "Türk sinema tarihinin en çok para (10 milyon USD) harcanan filmi olduğunu bilmiyorsunuz herhalde", diyor. Özür dilerim, lafımı geri alıyorum. Kurtlar Vadisi Irak, ucuz milliyetçiliğin en pahalı örneği imiş meğer.
Ümit Salih Çakar; Kurtlar Vadisi, Cola Turka, Coca Cola ve şalgam suyunu aynı yazıya nasıl soktuğumu merak etmiş. Filmin ucuz milliyetçilik yaptığına o da katılıyor. "Fakat sizin bunu bir firma ismi ile dejenere edip karalamaya çalışmanız aynı ucuz kalem tacirliği değil midir", diye soruyor. Aşk olsun. Ürününü satmak için milliyetçi duyguları alet etmek, üstelik bunu "pozitif milliyetçilik" diye etiketlendirmeye çalışmak ucuzluk olmuyor da, eleştirmek mi oluyor?
Kadir Demirakça’ya göre film gerçekleri yansıtıyormuş. "Çok kabiliyetiniz varsa buyrun siz bir film çevirin de görelim", diyor. İyi fikir, ne diyeyim. Kadir Demirakça’ya da köşe yazısı yazıp, yayınlatmasını tavsiye ederim.
Seyit Koçberber, "Kurtlar Vadisi ile ilgili daha çok yazarsanız, reytinginiz artar. Akıl vereyim", diyor. Öğüdünü tutuyorum...
Taner Okutan, filme gitmeyecek olmama çok üzülmüş. "Çok umrumda olduğu için şimdi biz n’aparız", diye düşünüyormuş. Umrunda olmadığı için de oturmuş bir mesaj yazmış ve göndermiş.
V. Günal’ın derdi maaşımın, Kurtlar Vadisi dizisinin yayıncısı Kanal D’nin bu diziden elde ettiği paralarla ödenip ödenmediği... Vallahi haklısınız Günal Bey (Hanım?) de, filmi övmeye kalksam bu sefer de yalaka demeyeceğinize söz verir misiniz?
Semih Dinçel de benim gibi filme gitmeyeceklerdenmiş. "Ama", diyor, "Türk halkının gururunu okşayacak bu tip filmlere ihtiyacı vardır". Dinçel, Türkiye’de hükümetin bazı yetkililerinin filme sahip çıkan açıklamalarını tuhaf karşıladığını da ekliyor.
Eleştirilerden çok örnek verdim, yazıyı beğenenler arasından da sadece iki örnek vereyim.
Giresun’dan Gülsevim Özocak, "En güzel Kurtlar Vadisi yazılarından birini yazdınız", diyor, "Çok güzel, özgün fikirler, mizahi anlatım"...
Begüm Şahin de yazıyı beğenip, tebrik edenlerden. "Komplekslerin beyaz perdeye yansıması" tabirine bayılmış. "Bu film ile neyi ispatlamaya çalışıyorlar, neyin intikamını almaya çalışıyorlar, çok komik", diyor. Filmin galasına devlet erkanının gösterdiği ilgi de Şahin’e ilginç gelmiş...
Zina yapmayan zinayı eleştiremez mi?
Kola Turka Vadisi başlıklı yazımda, "Seyretmemiş ve asla seyretmeyecek olmam, milliyetçilik duygularını sömürerek gişe hasılatına çevirmeye çalışan bu filme gitmeme çağrısı yapmama engel de değil", demiştim.
Semih Dinçel, Burak Çelebi, Mustafa Şaştım, Yakub Erol, Kadir Demirkaya, Sabri Kuzulmaz, Mehmet Ali Sardik ve Mehmet Erenlerçayı filmi görmeden, filme gitmeme çağrısı yapmamı eleştiren okurlardan sadece birkaçı...
Bir kere filmi, sinema sanatı açısından eleştirmiyorum. Ne kadar iyi ya da kötü bir seyirsel eğlence sunduğuna da girmiyorum. Öyle olsa seyretmeden eleştirmekte haksız olurdum, doğru...
Filmin içeriği, konusu, ideolojisi defalarca yazıldı, çizildi, biliniyor. Benim eleştirim de filmin tamamen içeriğiyle, konusuyla ve duruşuyla ilgili...
Çiğ tavuk eti yemeyin çağrısı yapmak için çiğ tavuk eti yiyip kuş gribine yakalanma deneyimine sahip olmak gerekmediği gibi, ucuz milliyetçilik ve hatta ırkçılık yapan bir filme gitmeme çağrısı yapmak için de filmi seyretme işkencesine katlanmak şart değil.
Küresel ısınmacının dağına karlar yağdı
Michael Crichton’ın Mart ayında Altın Kitaplar’dan Türkiye’de de yayınlanacak son romanı "State of Fear"ın (Dehşet Hali) ilginç konusuna daha önce değinmiştim. Roman küresel ısınma teorisinin gündeme gelmeyen, getirilmeyen yüzü etrafında dönüyor.
Crichton’a göre çevreciliğin başta ABD olmak üzere tüm dünyada multi trilyon dolarlık bir sektör haline gelmesi, çevrecilik üzerinden servet yapan insanların küresel ısınmayı sanki mutlak bir gerçekmiş gibi dünyaya kabul ettirmeye çalışmasına yol açıyor.
Vatan’dan Haşmet Babaoğlu, küresel ısınma hipotezini Crichton’ın kitabından yola çıkarak sorgulayan yazıma Pentagon’un 2004 tarihli bir raporuyla cevap vermiş. Rapor yeryüzü için kritik, geri dönüşü olmayan tarihin 2020 olduğunu iddia ediyor. Yani o tarihe kadar önlem alınmazsa, küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliği kaçınılmaz olacakmış.
Pentagon’un raporu da dahil küresel ısınma hipotezini savunanların güçlü kanıt olarak sunduğu bilimsel verilerden biri de Antartika’da saptandığı söylenen ısınma ve buz erimesi.
Ancak sonuçları geçen gün açıklanan bir bilimsel araştırmaya göre Antartika’da yapılan ısı ve buz oluşumu ölçümleri hiç de sağlıklı değil.
Hollandalı bilim adamı Michiel Helsen’in araştırması (tinyurl.com/7tho2) iklim değişikliğinin en önemli veri kaynağı Antartika’da yapılan ölçümlerin güvenli olmadığını ortaya koyuyor.
Bu ilginç tartışma burada bitmeyecek ama hadi buyrun bakalım...
Yazının Devamını Oku