Eğlence yerlerinin yarattığı gürültü kirliliğine karşı haklı bir savaş açan AKP hükümeti ve belediyelerinin, art niyetli olmadıklarını kanıtlamak için ramazan davulunu da yasaklamaları gerektiğini yazmıştım.
Ramazan davulunun bir gelenek olduğu, bu nedenle yasaklanamayacağını savunanlar oldu.
Büyük Türk yazarı Mehmet Tezkan da, adımı vermeye tenezzül etmeden gelenek gerekçesine sığınarak eleştirmiş yazımı. Habertürk ramazan davulu tartışması diye vermiş, bu sayede haberim oldu.
Tezkan’ın komik önerisine değinmeden önce gelenek savunmasına sığınanlara bazı sorularım var.
Gelenek olan her şey iyi midir? Kötü gelenek yok mudur?
Çağ ilerledikçe gelenekler de miadını doldurmaz mı?
İlkel gelenekler yok mu?
Bir şeyin gelenek olması, o şeyin başkalarına rahatsızlık vermesini haklı kılar mı?
Bir şeyin gelenek olması için ne kadar zamandır uygulanıyor olması gerekir?
Boğaz’da açık hava diskoları yirmi yılı aşkın bir zamandır olduğuna göre gelenekselleşmiştir diyebilir miyiz? Yirmi yıl yetmiyorsa elli, altmış yıldır olan yazlık gazinolar, açık havada gürültülü müzik yapmayı gelenekselleşmiş kılar mı? O da yetmiyorsa yüzyıllardır Boğaz’da yapılan müzikli kayık sefaları, yalı bahçelerinde yapılan sazlı sözlü eğlence sefaları yeterli mi?
Çoğunluğun inandığı gelenek iyi, azınlığın inandığı gelenek kötü müdür?
İnsanların tepesinde sabaha karşı davul çalmak çoğunluğun geleneği olduğu için mi iyi, satanist ayinde bakireye çizik atmak azınlık geleneği olduğu için mi kötüdür? Yoksa iyiyi ve kötüyü belirlemek için daha objektif kriterlere, mesela kimseyi rahatsız etmemesi, hiçbir canlıya zarar vermemesi gibi ölçütlere mi bakmak gerekir?
Yakın geçmişe kadar sokakta ayı oynatmak da gelenekti, niye yasaklandı ki?
Düğünlerde havaya kurşun sıkmak da gelenek, o da mı yasaklanmamalı? Birçok kişi ölsün ne yazar mı denmeli?
Töre cinayetleri de gelenek. Eyvallah mı diyelim?
Gelelim büyük yazarın komik önerisine.
Diyor ki ramazan davulu yasaklanmasın, sesi kısılsın.
Olur, ramazan davulcularına elektro davul dağıtır, sesini kısmalarını isteriz.
Dondan haşemaya 100 yılda geçiş
İstanbul’un nisan ayında 2010 için bir yıllığına Avrupa’nın kültür başkentlerinden biri seçilmesi olayı abartılınca "Ankara da Avrupa’nın liman başkenti seçilsin" diye yazmıştım.
Haberturk.com yazarı Atılgan Bayar’ın yazısını okuyunca hatırladım.
Süleymaniye’yi gezerken tanık olduğu bir takım gözlemlerini sıralayarak, Ufuk Güldemir’in geniş yankı uyandıran "Büfeci İslamı" analizini destekliyordu.
Güldemir kısaca İslami hareketin fakir fukaranın ideolojisi haline geldiğini, dinin köylüye, kasabalıya bırakılmayacak kadar önemli bir şey olduğunu savunuyor. Ki katılmamak mümkün değil.
Atılgan Bayar da Süleymaniye’de gezerken aslen Ukraynalı bir papazın kızı olan Hürrem Sultan’ın türbesini ziyaret edenlerin turistlerden ve "Büfeci İslam"ın temsilcilerinden ibaret olduğunu fark etmiş.
Süleymaniye’deki meşhur, tarihi kuru fasulyecilerin sunduğu yemeğin kötülüğüne de tanık olmuş.
Yanındaki restoran işletmecisi arkadaşı konuya açıklık getirmiş, "Kuru, pilav, ayran 5 YTL ise kalite olmaz" demiş. Fiyat rekabetine girişmiş yan yana altı kuru fasulyeciden iyi fasulye çıkamayacağını anlatmış.
Ben de diyorum ki asıl sorun İstanbul’un (ya da Türkiye’deki bir başka şehrin) kültürünün olmaması.
Kültür olmayınca ne iyi yemek talep edecek kalitedeki turisti çekebiliyor İstanbul kendine, ne de Anadolu’dan çektiği köylüyü, kasabalıyı şehirliye dönüştürebilecek gücü bulabiliyor kendinde.
Güldemir’in tespitlerine yüzde yüz katılsam da iyimserliğine bu nedenle katılamıyorum.
O, bugün haşemayla denize girenlerin yarın mayoyla gireceğine inanıyor. Bense donla, çarşafla, şalvarla denize girenlerin aradan geçen yüz yılda geçe geçe haşemaya geçtiklerini görüyorum.
Çözüm yok mu, var? Yine Güldemir’in satırlarında, "Zanneder ki Amerika zengin olduğu için insan hakları vardır. Oysa İnsan Hakları olduğu için zengin olmuştur Amerika, çözemez"...
Büfeci Televoleciler
SkyTurk’ün "Loose Change" isimli amatör belgeseli yayınlayacağını duydum. Keşke geçen yazımda bahsettiğim, "Loose Change"deki çelişkileri de açıklayan altyazılı versiyonunu yayınlasalar.
İzleyiciler de iki tezi aynı anda görüp, hangisi doğru kendileri karar versinler.
Geçen hafta birincisindeki kandırmacaları ortaya koyan bu altyazılı versiyonu yazınca kendini Atatürkçü sananından da, liberal sananından da, solcu sananından da, dindar sananından da ABD düşmanı benzer mesajlar yağdı. İşin ilginci hiçbiri, iki videoyu da seyretmemişti.
Güldemir’in tanımını koyduğu "Büfeci" zihniyeti böyle bir şey işte.
Şöyle tanımlamış bu zihniyeti Güldemir, "Dünya haritası çok sadedir büfecinin: Yahudi dünyayı sömürür. Araplar, din kardeşimizdir. Yunan düşmandır. Papa Hristiyan aleminin başkanıdır. Türkiye’miz çok güzeldir"...
Türkiye’nin sorunu sadece "Büfeci İslamcı"lardan ibaret değil. "Büfeci Atatürkçüler", "Büfeci Liberaller", "Büfeci Solcular"ı da eklemek lazım.
Gerçek büfeciler alınmasın, onları çok seviyoruz... Lafımız tırnak içinde olanlarına...