Geçen hafta sonu yeni açılan "Magnum Fotoğrafları ile Türkiye" sergisini gezmek için ailecek İstanbul Modern’deydik.
İstanbul’da uzun zamandır bu kadar kaliteli insanı bir arada görmemiştim. İstanbul Modern, çektiği ziyaretçi kitlesiyle de İstanbul’un modern yüzü olmuş.
Magnum fotoğraf ajansının biri Türk 16 fotoğrafçısının 1940’lardan günümüze Türkiye izlenimlerini yansıtan birbirinden güzel ve birbirinden ilginç fotoğrafları arasında gezerken, biraz önce aktardığım izlenimimle tezat başka bir şey dikkatimi çekti.
İstanbul 1940’lardan bu yana aslında hiç de değişmemiş. O zaman da bir şark köyüymüş, hálá da öyle.
1940’ların İstanbul’u ile günümüz İstanbul’u arasında çok az fark var.
En önemli fark bir zamanlar tenha bir köy olan İstanbul’un bugün artık aşırı kalabalık bir köy olması.
Ve tabii trafik...
Bir de acemi dişçinin, sigaradan sararmış dişlerin arasına taktığı bembeyaz dişler gibi sırıtan birkaç modern bina.
Sergiyi gezerken, İstanbul’un çirkin ve giderek daha da çirkinleşen yüzünü nasıl böyle kanıksamış olduğumuza, yadırgamadığımıza ve hatta dünyanın en güzel şehri diye kendi kendimizi kandırıyor olmamıza hayret ettim.
İçimden bir an, bu pis ve çirkin şehirden kaçıp gitmek geçti.
Tayyip Erdoğan’ın fikir değiştirip İstanbul’a girmek isteyenlerden değil, dışına kaçacaklardan vize talep etmesinden korktum.
Panik neyse ki kısa sürdü. Yatıştım, sakinleştim. Doğup büyüdüğüm bu şehre, ne kadar çirkinleşirse çirkinleşsin bağlı olduğumu anladım.
Bizi İstanbul’da tutan şeyin şehrin güzelliği olmadığını; alışkanlık, bağımlılık, tanıdıklık, duygusallık olduğunu fark ettim.
İstanbul Modern Kafe’ye girip, masaya oturduğumuzda tekrar normal, sıradan, uysal bir İstanbullu olmuştum.
Denize baktığımda yüzen pislikleri değil bembeyaz martıları gördüm. Pas içindeki dubalara, boyası dökülen motorlara değil karşı sahilin silüetine baktım. Uzaktaki binaların kararmış cephelerini gizleyen hava kirliliğini boşverdim, sis içinde yüzen egzotik bir manzaraya baktığımı farz edip, kendimi kandırıp mutlu oldum.
Ve Türkiye’nin en iyi müze restoranı olan İstanbul Modern Kafe’nin lezziz mönüsüyle avundum.
Mönüye eklemek üzere denedikleri yeni yemekleri Kuzu İncik Tandır’ı tadarken, keşke mönüdeki klasik Türk yemeklerini de, müzenin temasına uygun olarak biraz modernleştirseler diye düşündüm.
Sabancı Müzesi’ndeki Müzede Changa’nın tersine, müze ziyaretçisi çocukları pis puro ve sigara dumanına teslim etmekten kaçınacak kadar medeni düşünebilen, sosyetik geçinen bağımlıların kaprisine boyun eğmektense tüm masalarda sigara içmeyi yasaklayabilen İstanbul Modern Kafe’nin bu cesur adımı atabilecek ilk restoran olabileceğine inandım.
En iyi kuzu etini seçmeyi bilen şefin, kuzu inciği parlak yeşil bir nane sosunun üzerinde, turuncu havuç halkalarıyla modern bir tablo gibi sunuşunu hayal ettim.
İstanbul Modern’e bir pazar günümüzde bana, eşime ve bebeğimize verdiği ilhamlar için minnettar kaldım.
Magnum sergisini henüz ziyaret etmediyseniz, bu hafta sonu iyi bir fırsat. Memnun kalacağınızdan eminim.
Papermoon’un mutfağında yemek daveti
Çok ünlü ve iyi bir restoranın mutfağında yemek davetine katılmak herkese nasip olmaz.
Birkaç gün öncesine kadar bana da nasip olmamıştı. Pek çok ünlü restoranın mutfağını gezme fırsatı bulmuştum ama restoran mutfağında verilen bir yemek davetine hiç katılmamıştım.
Geçen akşam böylesine ilginç ve heyecan verici bir davete katılma fırsatı buldum. Hem de Türkiye’nin en ünlü isimlerinin bile bazı akşamlar masa bulamadığı Papermoon’un mutfağında...
Konuksever ev sahibimiz Papermoon’u Papermoon yapan Köksal Akoğlu’ydu. Köksal Bey Papermoon’un da sahibi olan Akmerkez’in Yönetim Kurulu Üyesi ve aslında mütevazı ama kaliteli bir restoran zinciri olan Papermoon’un İstanbul şubesini İtalya’daki merkezinden bile birkaç gömlek üst sınıfa taşıyan isim.
Yemek ünlü gurme Ali Esad Göksel’in onuruna verilmişti. Diğer konuklar ise ben ve kaliteli şarap ithalatçısı ADCO’nun hissedar Genel Müdürü Randolph Ward Mays’di.
Papermoon’u Papermoon yapan ikinci isim olan Şef Giuseppe Pressani’nin enfes yemeklerini, mutfakta kurulu şık bir masada, aşçıların arı gibi çalışmasını seyrederek tatmak ilginç bir deneyimdi.
Büyük bir hızla yayılan "açık mutfak" konsepti sağ olsun, yemeklerin yapılışını seyrederek bundan önce de çok yemek yemiştim ama şefin müşterilere kapalı mutfağında yemek yemek bambaşka bir deneyim.
Örneğin geçen ay dünyaca ünlü şef Joel Robuchon’un açık mutfak konseptindeki L’atelier’sinde yemiştim. Her şey şov amaçlı hazırlandığından mutfakta kullanılan malzemeler ve aletler de ona göreydi.
Çoğu sosun önceden hazırlanmış bir şekilde, plastik şişelerden kullanılmasını yadırgamış, Robuchon gibi bir şefin restoranına yakıştıramamıştım.
Papermoon’un kapalı mutfağında ise hiçbir şey şov amaçlı kullanılmamasına rağmen göze çok daha hoş gelen bir teatral hava vardı.
Aslan ininden belli olur derler. Pressani’nin mutfağı, Papermoon’un şöhretinin boşuna olmadığının kanıtıydı.