Yurtsan Atakan

Türkiye’nin de yıldız şefe ihtiyacı var

22 Haziran 2007
Avusturya asıllı ABD’li ünlü şef Wolfgang Puck’ın Las Vegas MGM Otel’deki kendi imzasını taşıyan restoranında yemek yerken aklıma takıldı: Neden bizim de bir Wolfgang Puck’ımız yok? Wolfgang Puck’ın en büyük özelliği dünyanın dört bir yanına dağılmış yüzlerce restorana imzasını atmış olması. Öyle ki sadece Las Vegas’ta bile, ününü borçlu olduğu ilk restoranı Spago’nun şubesi de dahil olmak üzere 10’dan fazla restoranı var. Geçen ocak ayında, bir yıldan önce rezervasyon yapmanın olanaksız olduğu efsanevi Rao’s New York’un, Las Vegas’ta yeni açılan şubesine gitmiştim.

Penis yazarlığından penis yönetmenliğine terfi eden bir gazeteci arkadaş kıskanmış, tavsiyede bulunmuş. New York’a gitmeye de zahmet etmemeliymişim artık. Las Vegas’taki Manhattan maketi şeklinde inşa edilen NY NY oteline gitmem yetermiş.

Tıpkı "penis yazarı" gibi kendi kendine "NY uzmanı" etiketi yapıştıran bu arkadaş, onca yıl bulunmasına rağmen yaşamadığından ABD’yi tanımaz.

Şimdi bu arkadaş çıkar Las Vegas’taki Spago’nun da, Spago’dan sayılmayacağını filan söyler. ABD’nin sadece tek bir ruhu varsa o da standartlaşmadır oysa. ABD’nin hangi şehrine giderseniz gidin yabancılık çekmemeniz için tek bir şehrine aşina olmanız yeter.

Alışveriş merkezleri, eczaneler, giyim mağazaları, hatta pisuarlar bile aynıdır. Tabii restoranlar da...

Wolfgang Puck’ı tanımak için de, Las Vegas’taki başta Spago olmak üzere restoranlarına gitmeniz yeter. Wolfgang Puck, "ünlü şef mutfakları"nı zincirleştirme akımının kurucusu ve ilahıdır.

Los Angeles’ta Spago ile temelini attığı imparatorluğunu, sürekli yeni yeni restoranlar açarak ABD’nin dört bir yanına yaymayı başarmış ve diğer ünlü şeflere de ilham vermiştir.

Yeme-içme kültürünün yaygınlaşması, halka inebilmesi için Türkiye’de bizim de kendi Wolfgang Puck’ımıza ihtiyacımız var.

Türkiye’nin Wolfgang Puck’ı olsa kim olurdu diye düşündüğümde aklıma ilk gelen isim Mehmet Gürs. Mikla’yla kazandığı haklı ününü yeni yeni restoranlar açarak genişletmeye çalışmasıyla Puck’ı andıran ve belki ondan ilham da alan bir karakteri var.

Hatta kaliteli "fast food"un Türkiye’deki başarılı öncüsü Num Num’ıyla, Puck’a iyice yaklaşan bir isim Gürs. Ne yazık ki Mikla’daki başarısını açtığı diğer kaliteli restoranlarda tekrarlayamıyor.

Örneğin Ortaköy’de açtığı Erguvan tam bir fiyaskoydu.

Balık ve etin en iyisini aynı çatı altında buluşturma iddiasıyla açtığı Erguvan’da eti istediğim kıvamda pişirtmeyi asla beceremedim.

Üç yıl önce Cincinnati’de tesadüfen bulduğum ve dünyanın en iyi kebaplarını yediğim Cafe İstanbul’un sahibiyle yaptığım sohbette, bizim neden bir Wolfgang Puck çıkaramadığımızın cevabını da bulmuştum galiba.

İlki Columbus, Ohio’da açılan ve Cincinnati’deki ikinci şubesiyle ünlenen, haftanın her günü müşteriyle dolup taşan Cafe İstanbul’u neden zincir haline getirip, tüm ABD’ye yaymadığını sorduğumda, "Başında durmadıkça olmuyor" cevabını almıştım.

Bizim kendi Wolfgang Puck’ımızı çıkaramamızın nedeni de bu galiba. Şeflerin elinde standartlaşmayı sağlayacak altyapı ve malzeme yok. Başarılı olabilmeleri için illa işin başında olmaları gerekiyor.

Not: Şimdi, merak edip araştırınca buldum. İstanbul Cafe üçüncü şubesini Dayton, Ohio’da yeni açmış. Hadi hayırlısı...

Tesettür otelleri demokratlık değil

Hıncal Uluç, tesettürsüz müşterilerin kabul edilmediği otellerin açılmasını doğal bulan ve bir hak olarak gören Emre Aköz için Türkiye’nin önde gelen demokratlarındandır demiş.

Faşizmin adı demokratlık oldu Türkiye’de. Uluç da bu zihniyeti eleştiriyor zaten.

Bir insanı kıyafeti nedeniyle, kıyafet tarzını bir saldırganlık aracı olarak kullanmadığı sürece müşteri olarak kabul etmemek faşistliktir.

Geçen gün bir davette karşılaştığım sigara içen dostum, "Yeter artık estirdiğin şu sigara terörü" diye sitemde bulundu.

Faşistliğin adının demokratlık olduğu Türkiye’de sigara içerek başkalarının sağlığına alenen saldırmak terör olmuyor da, bu saldırıya karşı savunma yapmak terör oluyor.

Demokratlık, kapalı yerlerde sigara içmeyi tamamen yasaklamayı, böylece sigara içmeyenleri sigara içenlerin saldırısından korumayı gerektirir.

Aynı şekilde demokratlık, herhangi bir müşterinin kişisel tercihleri nedeniyle reddedilerek mağdur edilmesini önlemeyi de gerektirir.

Bir otelin, bir restoranın, bir taksinin müşterisini tesettürlü diye reddetmeye hakkı olmadığı gibi tesettürsüz diye redettmeye de hakkı olamaz.
Yazının Devamını Oku

Hiçbir kanser amansız değil

20 Haziran 2007
Ufuk Güldemir ölünce medyanın kronik kanseri yine nüksetti. Gazetelerin, televizyonların kanseri amansız hastalık olarak anma cehaleti yine ayyuka çıktı. Hatta bazı yazarlar işi iyice ileri götürdü, Ufuk Güldemir’in ölümüne yol açan pankreas kanserini asla yenilmesi mümkün olmayan bir hastalıkmış gibi andılar. Bazı kanser türlerinin asla yenilemeyeceğini, pankreas kanserine yakalanan bir hastanın bir yıldan fazla yaşayamayacağını yumurtladılar.

Tamam anlıyorum, amaçları genç yaşta pankreas kanseri yüzünden ölen sevdikleri bir meslektaşlarını yüceltmek.

Kansere amansız hastalık demekle, bazı türlerinin asla yenilemez olduğu yalanını söylemekle ölen arkadaşlarını yüceltmek istiyorlar. O çok güçlüydü ama yakalandığı hastalığa kimsenin gücü yetmezdi demeye getiriyorlar.

Böyle yapmakla kanserle savaşan onbinlerce hastanın moralini sıfırladıklarını, pankreas kanserine yakalanlara "Sen bitmişsin, ölüsün, boşuna çabalama..." dediklerinin farkında bile değiller.

Bir kere kanser artık amansız hastalık filan değil. Kanserin çaresiz türü de yok. Her türlü kanserin en ileri aşamasında olanlardan bile kurtulanlar var. Ama az ama çok, var...

Evet, bazı kanser türleri, diğerlerinden çok daha tehlikeli. Evet, hastalığı ileri aşamada teşhis edilenlerin iyileşme olasılığı erken teşhis edilenlere göre daha düşük. Ama her ne olursa olsun iyileşme şansı asla sıfır değil.

Ufuk Güldemir’in yakalandığı pankreas kanseri, iyileşme oranı en düşük kanser türlerinden biri ama o bile, en ileri aşamasında tespit edildiğinde dahi umutsuz bir hastalık değil.

İstatistiklere göre pankreas kanserine yakalanların yüzde 10-15’i bir yıldan fazla yaşıyorlar. İyileşme olarak kabul edilen beş yıl hedefine ulaşanların oranı ise düşük ama sıfır değil.

Hastalıkları en ileri aşamada teşhis edilen pankreas kanserlilerin bile iyileşme umudu var...

Bir de şu var tabii. Kansere yenilmeyi illa ölüme yenilmek anlamında almak yanlış.

Er ya da geç herkes ölüme mahkum. Dolayısıyla eğer zaferi yaşamını sürdürmek olarak kabul edersek, er ya da geç hezimete uğrayacağımız aşikár.

Kanseri yenmek, beyinde bitiyor. Kanseri yenmenin tek yolu ölümle barışmak.

Kansere yenilenler, kanser nedeniyle ölenler değil. Daha önce de yazdığım gibi, kanser insana, kansere yakalanmayan çok az kişiye nasip olan mutlak zaferi tatma şansı veriyor. Ölümle barışıp, mutlak zaferi kazandıktan sonra ise kanserle dostluk maçı başlıyor. Mücadele, şampiyonluktan sonra yapılan bu dostluk maçından galip çıkmak için gerekiyor.

O da az çetin bir mücadele değil, ayrı konu...

Kazanmak için mücadele gücü de yeterli değil. Yeterince erken teşhis, doğru tedavi yönteminin seçilmesi, maddi olanaklar gibi mücadele dışı önemli kriterler de var.

Ama şampiyon olduktan sonra, gerisi vakit kazanma...

Ölüm, yaşamın ayrılmaz bir parçası. Ölümle barışmadıkça yaşamla barışık olmak imkansız.

Bebek’te otoparksız festival

Bebek, İstanbul’un en popüler hafta sonu semtlerinden biri.

Dünyanın her şehrinde farklı sosyo-ekonomik gruplara hitap eden farklı semtler vardır. Hafta sonu şehir gezmeleri için bir semt dar gelirlileri kendine çekerken, başka bir semt de daha yüksek gelir grubundakileri cezbeder.

Bebek daha çok bu ikinci gruptan olanlara hitap eden bir yer.

Ama sanki İstanbul Belediyesi, Bebek’in bu özelliğini bitirmeye ant içmişçesine faaliyetlerde bulunuyor.

Bebek’teki otoparklar birer birer kapatılıyor, ara sokaklardaki kaldırımlar genişletilerek otomobillere park edilecek yer bırakılmıyor.

Bebek’i artık hafta sonlarında otomobille ziyaret etmek imkansızlaştı. İstanbul Belediyesi Bebek’i bilinçli olarak ancak otobüsle ziyaret edilecek bir semt haline getirdi.

Bebek parkı donlu, pijamalı piknikçilere tahsis edildi. Sahil boyu yürüyüş yapmaya çalışanlara oltalarıyla terör estiren amatör balıkçıların işgali altında.

Bebek’te bu hafta sonu 3. Bebek Şenliği yapılacak. Üç gün, üç gece sürecek şenlikte sergiler, partiler düzenlenecek.

Peki şenlik için Bebek’e akacak ziyaretçiler, otoparkı olmayan semtte otomobillerini nereye park edecekler? Merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Türkçeyi Kazaklar kurtaracak

15 Haziran 2007
Türkçe alfabe kontrolsüz teknoloji kullanımının tehdidi altında diye yıllardır yazıyorum, Türkiye’de kimseye dinletemiyorum, Kazaklara bir kez anlattım işin önemini hemen anladılar. Türkçe alfabeyi koruyacak yasal düzenlemeleri en kısa zamanda yapacaklarını söylediler.

Türkçe alfabeyi biz koruyamıyoruz da, Kazaklar üstelik yasal düzenlemeler yaparak nasıl koruyacaklar? Akıl karıştırıcı değil mi? Değil, açıklayayım...

Kazakistan’dan gelen resmi bir heyet Ankara’da temaslarda bulunarak Türkiye’nin Latin alfabesine geçişte yaşadığı deneyimlerden faydalanmaya çalışıyor. Nedeni uzun tartışmalardan sonra, Rus yönetimi döneminden kalma Kiril alfabesini başlarından atıp Türkçe alfabeye benzer bir Latin alfabeye geçmeye karar vermiş olmaları.

Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Akalın’ın davetiyle Kazak heyetine Ankara’da, Türkçe alfabe ve teknoloji ilişkisiyle ilgili bir sunum yaptım.

Hızla gelişen teknolojinin, kontrolsüz ve denetimsiz olarak halkın yaşamına girmesinin yarattığı tehditler üzerinde durdum.

Bildiğiniz gibi İnternet üzerinden ya da cep telefonları aracılığıyla Türkçe yazışırken Türkçe alfabeyi kullanmak zaman zaman sorun yaratıyor. Özellikle cep telefonlarında Türkçe harfleri kullanarak yazışmak olanaksız gibi.

Kısa mesaj gönderirken Türkçe karakter kullandığınızda daha fazla ücret ödediğiniz yetmiyormuş gibi alıcının sizinkinden farklı marka bir telefon kullanıyor olması durumunda mesajınızı okuması da mümkün olmuyor.

İnternet’te bazı kişilerden aldığınız e.posta mesajlarında Türkçe harfler yerine garip işaretlerle karşılaşma olasılığınız da hayli yüksek.

Tüm bunların nedeni bilişim uygulamalarında Türkçe harfler için birden fazla standardın olması ve her markanın Türkçe yazım için kendi kafasına göre bir standart kullanması.

Çözüm basit. Sanayi Bakanlığı’nın teknoloji ithalatçılarına ve üreticilerine zorunlu standart getirmesi. Türkiye’de üretilen veya ithal edilen tüm elektronik ürünlerde, tek bir standarda uyulmasını zorunlu kılması. Bu yapılmadığı için Türkçe alfabe büyük tehdit altında. Gençler Türkçeye özgü karakterleri kullanmayı çoktan bıraktılar. Önlem alınmazsa Türkçe alfabe ortadan tamamen kalkacak.

Kazak heyetine bunları anlattım ve tüm bunlara rağmen Türkiye’nin önemli bir yol kat ettiğini, Türkçe alfabeyi uluslararası standartlara sokmayı başarabildiğini aktardım. Latin alfabeye geçerken Türkçe alfabeyi seçmelerinin sağlayacağı pratik faydalar üzerinde durdum.

Dikkatle dinlediler ve hak verdiler. Latin alfabesine geçerken teknoloji üreticilerine ve ithalatçılarına zorunlu standart getiren yasal düzenlemeleri mutlaka yapacaklarını söylediler.

Kazakların bunu yapması, bizim açımızdan da çok önemli. Kazakistan’ın zorunlu standart uygulamasına gitmesi, teknoloji firmalarını terbiye edecek nitelikte bir uygulama.

İşin teknoloji firmalarını terbiye etmek açısından hem Kazaklar hem bizim için önemli olan bir yanı daha var. O da Kazakların Türkçe latin alfabeyi aynen kabul etmesi. Aynı standardı kullananların sayısı ne kadar artarsa, standartlaşmayı sağlamak da o kadar kolay ve düşük maliyetli olur.

Yıllandırmalık Türk şarapları çoğalıyor

AKP’nin düşmanca vergilerine inat her geçen yıl daha da iyi ürünler sunmaya başlayan Türk şarapçılığı, bu yıl sınıf atladı.

Türk şarap sektörü, son birkaç yılda önce sofralık, çok az yıllanmış şaraplarda atağa kalkmış ve dünyanın en ünlü şarap ülkeleriyle rahatlıkla yarışacak şaraplar ortaya koymuştu.

Bu sene ise mahzenlerde, özel dolaplarda, hatta 2-3 yılı geçmemek kaydıyla evin kuytu bir köşesinde yıllandırılabilecek şarapların boy göstermeye başladığı bir sene oldu.

Pamukkale’nin Şiraz Rezerv’i bu türdendi. Türkiye’nin şiraz duayeni Pamukkale’nin 3-5 sene eskitilebilecek bu özel kırmızısı, karafta havalandırılarak şu anda da keyifle içilebilecek bir şarap.

Sevilen’in Premium Şiraz-Merlot’su da benzer niteliklerde bir şarap. Yine 3-5 sene eskitilebileceği gibi şu anda da keyifle içilebilir.

Şarapçılığa yeni adım atan Akın Öngör’ün, ilk ürünü Selendi 2004 de yıllandırılabilecek şaraplardan. Tek kusuru fiyatının aşırı olması. Olsa olsa koleksiyonerlere hitap eden bu yüksek fiyatın önümüzdeki yıllarda makul seviyelere düşmesini umuyorum. Selendi 2004, yıllandırılabilecek Türk şarapları arasında en iyisi değil belki ama bekletilmeden şu anda içildiğinde kesinlikle en iyisi.

Corvus’un Corpus’u sert ve yoğun tanenleriyle hemen içmeye uygun olmasa da mahzende 5-8 yıl dinlendirmeye uygun bir şarap.

Yıllandırılabilecek yeni Türk şaraplarından, en uzun süre dinlendirilebilecek olanı ise Kayra’nın Buzbağ Rezerv’i. Corvus’un Corpus’u gibi çok sert ve yoğun tanenlere sahip olmasına rağmen, yıllandırılmadan açılıp karafta havalandırıldığında, inanılmayacak bir hızda olgunlaşıyor ve keyifle içilebilecek kıvama geliyor. Türk şarapçılığında yeni bir kapı açan bu şarapların her biri, her şarap meraklısının ve her iyi restoranın kavında yer almaya layık şaraplar.
Yazının Devamını Oku

Hafif yemek uğruna otlamaya son

13 Haziran 2007
Sık seyahat ettiğim için tek başıma yemek yediğim çok olur.

Yabancı bir ülkenin, yabancı bir şehrinin, yabancı insanlarla dolu, yabancı bir restoranında bara asla tenezzül etmem.

Tek başıma da olsam masaya oturur, mönüden seçimimi yapar, yemeğin gelmesini beklerken bir yandan şarabımı yudumlar, diğer yandan insanları izlerim.

Tek başına yenilen yemeğin keyfi, dostlarla birlikte yenileninkiyle tabii ki yarışamaz. Öte yandan sofradakilerden teki bile aynı iştah ve keyfi paylaşmıyorsa, dostlarla paylaşılan yemeğin de tadı kaçar.

En çok da zayıflayacağım ya da form tutacağım diye tatsız tuzsuz otlara talim edenlere üzülürüm. Mönüdeki o birbirinden leziz yemekler arasında seçim yapmakta zorlanırken, karşımdakinin mönünün iki, üç çeşitten ibaret "Salatalar" bölümünden alel acele yaptığı seçime sinir olurum.

Yazının Devamını Oku

Savulun kadınlar geliyor

8 Haziran 2007
Partilerin, milletvekili aday listelerinde bu yıl önceki senelere göre çok daha fazla sayıda kadın adaya yer vermesini pozitif ayrımcılığın zaferi olarak görenler yanılıyor. Daha fazla kadın adayın listelere girmesi pozitif ayrımcılık filan değil, düpedüz Türk kadınının zaferi.

Türk kadınları bu sene aday listelerine, meydanlara çıkarak girdiler. AKP hükümetine meydanlardan verilen sivil muhtıranın mimarları olarak listelerdeki yerlerini söke söke aldılar.

Türk kadınlarının bu zaferini pozitif ayrımcılığın eseri olarak görenler, aslında kadınların başarısını küçümsüyor.

Daha fazla pozitif ayrımcılık yapılmalı, zorlama kontenjanlarla daha fazla kadın aday gösterilmeli, daha fazla kadın zorla meclise sokulmalı diyenler aslında Türk kadınını aşağılıyorlar.

Ayrımcılığın pozitifi, negatifi olmaz. Ayrımcılık hangi kritere göre yapılırsa yapılsın, daha kalitesizin başka bir özelliği nedeniyle kalitelinin önüne geçirilmesi demektir.

Türkiye’de kalitesizi kalitelinin önüne geçiren bir düzen varsa, bu düzeni değiştirmenin yollarını aramak gerekir.

Kadınların meydandaki zaferi ve bu zaferin sonucunda aday listelerinde kendilerine daha fazla yer açılması, hak edenin hakkını bileğinin gücüyle almasıdır.

Bu zafer de gösteriyor ki, Türk kadınının kendilerini aşağılayan pozitif ayrımcılık gibi zorlamalara ihtiyacı yok. Türk kadını kendi gücüyle yerini buluyor. Bu sefer bu kadarıyla, bir dahaki sefere daha da fazlasıyla...

Şişli havuzlarına çişsiz bölüm

Geçenlerde, sohbette, Mustafa Sarıgül’e yapılan bir sataşmaya tanık oldum.

Sigara aleyhtarı olan kişi ’Dumansız Şişli’ kampanyasını başlatan ancak devam ettiremeyen Sarıgül’ü sigara lobisiyle işbirliği yapmakla itham ediyordu.

Öne sürdüğü savlarda, Sarıgül’le ilgili olan kısmı hariç haklıydı da. Gerçekten de restoranlardaki sigara içilen, içilmeyen masa uygulaması, sigara endüstrisinin desteklediği bir uygulama.

Bazı masalarda sigara içmenin serbest olmasının, yüzme havuzunun bazı yerlerinde çiş yapmanın serbest olmasından farkı yok oysa.

Araya girip, Sarıgül’ü savundum. Kampanyasını yakından takip eden biri olarak Sarıgül’ün iyi niyetinden en ufak bir kuşkum olmadığını söyledim. Yasağı ertelemesinin nedenlerini anlattım ve bulduğu kesin çözümü bu yaz başında basına açıklamak üzere bana verdiği sözü aktardım.

Ancak yaz başı geldi artık ve Sarıgül’den hálá ses seda yok. Bilmeli ki, yıl başında sigara içilmez masada oturmasına rağmen dumanını suratımıza üfleyen hanımın küçümseyici bakışları altında, yazmamam koşuluyla aktardığı iki adımlı çözümü açıklamakta ve söz verdiği adımları atmakta geciktikçe hakkındaki şüpheler de artıyor.

Hadi sevgili Sarıgül, at şu cesur ve haklı adımları artık...

Bu yazın moda yemeği seviçe olacak

Geçen hafta Sunset restoranın sahibi Barış Tansever ile oturduk, Sunset’in yaz mönüsüne girecek yeni yemekleri seçmek üzere tadım yaptık.

Barış tabii hazırlıklıydı. Yemeklerin hepsini birkaç kez çoktan tatmış ve seçimlerin çoğuna misafir şefi dünyaca ünlü Hiroki Takemura ile birlikte çoktan karar vermişti bile.

Tansever’le henüz karar veremediği birkaç yemek ve şarap üzerinde durduk.

Önce Corvus’un iki şarabına, Corpus ve Blend No:1’e kör tadım yaptık. Corpus çok güzel ama içmek için henüz genç bir şarap. Blend No:1 ise Corpus kadar kaliteli olmamasına rağmen yumuşak içimiyle hemen içilebilecek bir şarap.

Barış’a Pamukkale’nin Şiraz Rezerv’ini, Sevilen’in Premium’unu tavsiye ettim. Her ikisi de yıllandırmaya müsait oldukları kadar hemen şimdi de içilebilecek en iyi Türk şarapları olarak, Sunset’in yabancı misafirleri için ideal.

Yemek mönüsünün bu yazki yıldızları ise kuşkusuz "seviçe"ler olacak. Seviçe (cheviche) Güney Amerika kökenli bir yemek. Deniz ürünlerinin başta limon ve misket limonu olmak üzere çeşitli turunçgil sularında çiğ pişirilmesi yöntemiyle hazırlanıyor. Takemura’nın özel yorumu ve özel sosuyla benzersiz bir lezzete kavuşan seviçelerden, dana etiyle yapılmış olanının tadı hálá damağımda.
Yazının Devamını Oku

Belediye’nin içki yasak gaz odaları

6 Haziran 2007
Bilindiği gibi Tayyip Erdoğan belediye başkanı seçildiğinden beri Istanbul’da, AKP hareketi iktidara geldiğinden beri de AKP’nin yönetimde olduğu tüm belediyelerde, belediyeye bağlı tesislerde içki servisi yasağı uygulanıyor.

Hıncal Uluç, Anayasa’nın Eşitlik ve Laiklik ilkesine aykırı bulduğu bu durumu, "Biz kimsenin giydiğine ve içtiğine karışmayız" tafralarındaki Tayyip Erdoğan’a sormuş, ama cevap Istanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş ’tan gelmişti.

 

İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Anayasa’yı mazeret göstermiş. "Anayasa’nın 58 ve 59. maddelerini uyguluyoruz" demiş. Söz konusu maddelerdeki "Devlet gençleri alkol düşkünlüğünden korumak için gerekli tedbirleri alır" hükmüne uyuyorlarmış. İçki servisi yasağının nedeni buymuş.

 

Hadi canım, kendisi bile inanıyor mudur acaba bu mazerete?

 

Yazının Devamını Oku

Her okurun yazı yiyişi farklıdır

1 Haziran 2007
Bu hafta eski üniversite hocalarımı anma haftası oldu. Geçen yazımda tesettür firmasının "örtünmeyenler çirkindir" diyen reklamıyla ilgili tartışmaya, eski hocam Şerif Mardin’le olan bir anımla katkıda bulunmaya çalışmıştım. Yalanının ortaya çıkmasından utanmayan ve algılama sorunu olan Mehmet Tez’e de bir başka efsanevi Boğaziçi hocası Yalçın Koç’tan bir ders vereyim.

Yalçın Koç, Boğaziçi Üniversitesi’nde tanıştığım ve hayatıma yön verecek üç önemli kavramdan biri olan "şüphecilik"i (scepticism) aşılayan isimdir. Diğer ikisi Çiğdem Kağıtçıbaşı ve Binnaz Toprak’ın aşıladığı "empati" ile Yılmaz Esmer’in aşıladığı "analitik düşünme" yetileridir. Yalçın Koç’tan Felsefeye Giriş dersi alıyordum. Sınav sonuçlarım pek parlak değildi ve dersi geçebilmem için finalde en az 70 almam gerekiyordu.

Final sınavında 10 sorudan beşinin, çok iyi bildiğim "şüphecilik" konusunda olduğunu görünce sevindim. Ama en az yedi sorudan tam puan almam gereken sınavda, dört sorunun hiç bilmediğim konulardan geldiğini fark edince umutlarım söndü.

Bilimin temelini oluşturan şüphecilik, her bilgiye şüpheyle yaklaşılmasını öngörür. Şüphecilikle ilgili dört soruya bilerek yanlış cevaplar yazdım. Şüpheciler ve karşıtları felsefeciler arasındaki bir tartışmayla ilgili olan beşincisine ise şuna benzer bir cevap verdim:

"Bir şüpheciyle tartışmanın anlamı yoktur. Çünkü her şeyin göründüğünden farklı olabileceğini düşünen bir şüpheci, karşısındaki kişinin fikirlerini doğru algıladığından da emin olamaz. Belki de öne sürdüğü fikir, karşısındaki tarafından çok iyi bir şekilde çürütülüyordur ama o bu argümanı yanlış algılıyor ve fikrinin çürütüldüğünü göremiyordur.

Örneğin belki siz de bu sorunun cevabının "Bir şüpheciyle tartışmanın anlamı yoktur" cümlesiyle başladığını görüyor olabilirsiniz ama aslında cevap ’Şüphecilerin karşıtlarına verdiği cevap şöyleydi’ diye başlıyor." Bu noktadan itibaren sorunun doğru cevabını yazdım. Sonra bilerek yanlış cevap verdiğim soruları da büyük olasılıkla yanlış okuduğunu, orada aslında şunların yazılı olduğunu belirterek, bu dört sorunun da doğru cevaplarını yazdım.

Ve şöyle bitirdim, "Eminim bazı soruların cevabını da boş bıraktığımı görüyorsunuzdur ama aslında o boş gördüğünüz yerlerde doğru cevaplarım yazılı."

Birkaç gün sonra dönem sonuçları asıldı. Baktım "F" alıp dersi verememişim. 15 gün sonra karneler dağıtıldı. O da ne, listede kalmış gözüktüğüm dersin karşısında, karnemde "BB" gibi yüksekçe bir not yazılı. Soluğu Yalçın Koç’un ofisinde aldım.

"Efendim, karnemde notum BB gözüküyor ama sizin astığınız listede F idi, bir yanlışlık olmasın?" diye sordum. "Demek sen öyle görmüşsün" dedi, "listede de BB yazıyordu"...

Mehmet Tez "Küresel ısınma diye bir şey yok, hepsi aldatmaca" dediğim yalanını söylüyor.

Gerçek ise bu konuda şüphelerin de olduğunu ve medyada bu işin yobazca tek taraflı yansıtıldığını yazmış olmam.

Küresel ısınmanın insan etkisiyle olduğunu gösteren bilimsel araştırmalar olduğu gibi sayıca daha az olmalarına rağmen küresel ısınmanın insan etkisiyle oluşmadığı tezini destekleyen bilimsel araştırmalar da var.

Şimdi Mehmet Tez’e "agnostisizm"den de bahsetmek isterdim ama "empati" duygum, "analitik düşünme" kapasitesini bu kadar zorlamama izin vermiyor.

Dünya şefinin ikinci Sunset mönüsü

Yaz geldi, restoranlar mönülerini yaza göre yeniliyor.

Çarşamba öğlen, restoranın sahibi ve işletmecisi Barış Tansever ve misafir şef Hiroki Takemura ile Sunset’in yaz mönüsüne girecek yeni yemek adaylarını tadıp, aralarından seçim yaptık.

Geçen yaz misafir şef olarak gelip Sunset’i dünya ligine çıkaran Nobu Londra’nın dünyaca ünlü şefi Hiroki Takemura bu yaz yine Sunset’te. Sunset’in yaz mönüsü için yepyeni yemekler hazırlamış.

Tadım sonuçlarını ve yeni mönüye girmek üzere hangi yemekleri seçtiğimizi önümüzdeki hafta ayrıntılarıyla yazacağım.

Şimdilik naçizane bir öneri vermekle yetineyim.

Sunset öğlenleri Takemura’nın spesiyalitelerinden oluşan bir set mönü sunuyor. Çorba, Japon soslu karışık salata ve Japon barbekü soslu ızgara bonfileden (yerine beyaz şarap soslu mantarlı tavuk veya trüf yağlı çıtır derili somon da seçebilirsiniz) oluşan dört başı mamur bir mönünün fiyatı 49 YTL. Evet belki Türkiye’deki alım gücüne göre çoğu kişi için yüksek bir yemek bedeli bu ama dünyaca ünlü bir şefin set mönüsünü, Sunset gibi dünyanın en muhteşem manzaralarından birine sahip bir restoranda dünyanın hiçbir yerinde bu fiyata yemek de mümkün değil.
Yazının Devamını Oku

Havuzbaşında soyunmak güzeldir

30 Mayıs 2007
Ertuğrul Özkök’ün geçen günkü yazısını okurken üniversite yıllarıma döndüm. Üzerinde en çok iz bırakan hocalarından birinin Prof. Şerif Mardin olduğunu yazmış Ertuğrul Özkök.

Şerif Mardin benim de en çok etkilendiğim hocalarımdandı. Hele o kitap açmanın serbest olduğu, süre kısıtlamasının olmadığı sınavları...

Kendi başına bir dersti o imtihanlar. Soruları cevaplarken, en kalıcı şekilde öğrenirdik dersin konusunu. Zaten sınavın biçimi de ayrı bir yaşam dersiydi. Hayatta da kitap açmak, başkalarına danışmak, İnternet’ten araştırmak hep serbest değil mi sanki. Bir hoca için ustalık, öğrencinin yeteneğini ölçecek sorular sorabilmekte olmalı, ezberlenmiş bilgisini değil...

Şerif Mardin’in iz bırakan bir öğretmen olmasının nedeni de öğrettiklerinin ders kitaplarından, ders notlarından ibaret olmaması zaten.

Dersine girdiğim ilk günü hiç unutmam. Birkaç öğrenci ders saatinin namaz vaktine denk gelmesinden şikayetçi olmuş (Aslında 40 dakikalık ders saati sadece ezan vaktiyle çakışıyordu, namaz vaktiyle değil) ve ders saatini değiştirmesini talep etmişlerdi Şerif Mardin’den.

Kibar bir şekilde savuşturmuştu Mardin, bu saldırgan manevrayı. "Derse girip sonra namazınızı yine vaktinde kılabilirsiniz ya da namazınızı kılar ve dersinizi arkadaşlarınızın ders notlarından takip edersiniz" demişti.

Öğrencilerin niyeti namazı vaktinde kılmak filan değildi kuşkusuz. Toplumsal düzeni, dini düzene uydurma girişimiydi bu yaptıkları.

Bir giyim firmasının reklamlarıyla ilgili Ayşe Arman’ın başlattığı tartışmayı takip ederken, öğrencilerin ilk bakışta masum bir istekmiş gibi gözüken bu çıkışlarını hatırladım.

Giyim firmasının afişinde türbanlı bir kız fotoğrafı var ve üzerinde "Giyinmek güzeldir" sloganı kullanılıyor.

Ayşe Arman firmanın bu sloganını sinsice bulmuş. Reklamda verilen mesajın "türban takmayanlar çıplaktır" olduğunu, bunun gizli bir türban propagandası olduğunu iddia ediyor.

Ahmet Hakan, Ayşe Arman’dan yana. Tuğçe Baran ve Mehmet Y. Yılmaz ise karşı çıktılar.

Ben de Ayşe Arman’dan yanayım. Reklam afişi koca bir türbanlı kız resmi ve "Giyinmek güzeldir" sloganından ibaret. "Giyinmek güzeldir" sloganı, gören herkesin aklında hemen "örtünmek güzeldir" çağrışımını yapıyor.

Mehmet Y. Yılmaz da haklı aslında. Ben bir türban reklamıyım diye bağıran böylesi bir afiş için "gizli türban propagandası" demek doğru olmaz.

Bundan daha açık bir kapanma propagandası nasıl olur, onu da ben anlayamadım...

Kadın barmene de barmen denir

Geçen gün Kara Efe’nin tanıtım kokteylinden bahsederken kadın kokteyl ustası için "barmen" kelimesini kullanmıştım. Tanıtım bülteninde yazan "barmaid" kelimesine yüz vermemiştim. Bazı okurların gözünden kaçmamış, "barmen" erkektir, kadın bar görevlisine "barmaid" denilir diye uyarıyorlar.

Evet İngilizce’de öyle ama Türkçe’de değil. "Barmen" kelimesi Türkçe’de benimsenmiş, dilimize girmiş bir kelime. Orijinalinde olduğu gibi bir cinsiyete işaret etmiyor, Türkçeleşirken bu anlamını yitirmiş. Türkçe’de kokteyl hazırlayan ve içki sunan bar görevlisi anlamında kullanılıyor.

Zaten eğer İngilizce’deki orijinal anlamına takılacak olursak, Türkçe’deki yazılış şeklini de eleştirmek gerekir. "Barmen" İngilizce’de "barman"ler anlamına geliyor çünkü... Yani çoğul bir kelime. Tekili "barman", çoğulu "barmen".

Madem "barman"i Türkçe’de okunduğu gibi "barmen" olarak yazıyoruz, "barmaid" kelimesini lüzümsuzca Türkçe’ye sokmaya çalışanlar da okunduğu gibi "barmeyd" olarak yazsınlar. Yazamazlar, yazarlarsa yadırganırlar. Çünkü "barmaid" Türkçe’de benimsenmiş ve dilimize girmiş bir kelime değil.

O halde bu zorlama niye?

Taş fırın erkeği Pepsi Max içer

Coca Cola’nın Atlanta’daki merkezinde Vahap Munyar’a Coca Cola’nın yeni ürünü Zero’yu ikram etmişler.

"Light" ürünlerin kadınlara yönelik olduğu imajına karşı üretilen bir ürünmüş. "Light" erkek olmam diyen erkekler, illa şekersiz içmek istiyorlarsa "Coca Cola Zero" içeceklermiş.

Coca Cola bu sefer rakibi Pepsi’nin gerisinde kalmış anlaşılan.

Yeni bir konsept diye öne sürdükleri şeyi Pepsi yıllar önce "Pepsi Max"le yaptı.

Üstelik Coca Cola, Zero’yu Türkiye’ye ne zaman getirecek belli değil ama Pepsi, Pepsi Max’i Türkiye’de yıllardır satıyor. Ve hatta şimdi çok başarılı bir kampanyayla rölansmanını da yapıyor.

Pepsi Max’in erkeklere seslenen bir ürün olduğunu, reklam ve halkla ilişkiler kampanyasında öylesine başarılı ve tereddüte yer vermeyecek bir şekilde anlatıyorlar ki, dünyadan bihaber iletişimcilere "iyi de bu ürünü kadınlara nasıl satacaklar" diye komik sorular sordurtabiliyorlar.
Yazının Devamını Oku