20 Temmuz 2007
Birkaç hafta önce neden bizim de bir Wolfgang Puck’ımız yok diye hayıflanmıştım. Wolfgang Puck’tan kastım halka inmesini bilen, yemek kültürünü herkesin alabileceği fiyattan sunabilen yıldız şeflerdi. Wolfgang Puck gibi şefler yemek kültürünün kitlelere yayılmasında çok önemli bir görev üstleniyorlar.
Belki Thomas Keller kadar iyi olmayabilir ama halka hitap etmek ve halk tarafından ulaşılabilir olmak konusunda Wolfgang Puck rakipsizdir.
Geçen hafta, beş yıldızlı otel mutfaklarının, üç yıldızlı şeflerin yemek lezzetini farklı seviyelerdeki makul fiyatlardan kitlelere taşıyan bir yemek fabrikasını ziyaret ettim.
Keyveni, bir yemek fabrikası. Hani o bildiğiniz, çalıştığınız ya da yemekhanesine misafir olduğunuz şirketlerdeki tabldotları yapıp, dağıtan yemek fabrikalarından.
Keyveni’yi diğer yemek fabrikalarından ayıran önemli özellikleri var.
Bir kere Keyveni, Sadık Çelik gibi değme yıldız şefe taş çıkaracak bir patrona sahip. Bu öyle bir patron ki, hangi sebze, hangi mevsimde, en iyi nerede yetişir biliyor ve o sebzenin her mevsimde en lezzetli yetiştiği yerden temin edilmesini sağlıyor.
Keyveni’de yemeklerin malzemesi, makul fiyatlardan alınabilecek en kaliteli yerlerden alınıyor.
En önemlisi mutlaka ve mutlaka en sağlıklı, en doğal malzemeler seçiliyor.
Keyveni’ye her yemeğin, en iyi ustaları transfer ediliyor. Örneğin döner ustası en meşhur et lokantasından, baklava ustası en meşhur baklavacıdan transfer edilebiliyor.
Dönerde bilemem ama baklavada en meşhur baklavacıdan daha iyi baklava yapıldığına kefilim Keyveni’de.
Okmeydanı’ndaki yemek fabrikasının alt katında açtığı mütevazı pastaneden aldığım baklava, beş gün sonra bile ısırınca "hırş" ediyordu. Böylesi bir baklava İstanbul’un en sosyetik semtlerindeki pastanelerde, baklavacılarda olsa, yok satar, her iddiaya varım.
Keyveni’nin zeytinyağlı yemekleri de harika. Hele bir zeytinyağlı biber dolması var ki, Türkiye’deki hiçbir beş yıldızlı restoranda bu lezzette olanını, 10 katı fiyattan bile yemedim.
Birkaç hafta önce yayınlanan yazımda Türkiye’nin Wolfgang Puck’ı olabilecek en iyi adayın Mehmet Gürs olduğunu ama onun da yeterince zincirleşemediğini yazmıştım.
Keyveni’yi ziyaretimden iki gün önce Mehmet Gürs’ün amiral gemisi restoranı Mikla’daydım.
Yaz mönüsüne ekleyeceği yeni yemeklerden birkaçını birlikte tattık.
Fener Balıklı Bezelye Çorbası başyapıt edasında bir yemekti. Bizde lüks restoranlarda çorbaya hep burun kıvırılır ama Mikla’ya gidecek olursanız ve mönüye eklendiyse bu soğuk çorbayı mutlaka tatmanızı öneririm.
Mehmet Gürs hálá Türkiye’nin Wolfgang Puck’ı olma yolundaki en büyük adayım. Her geçen yıl kendini aşıyor ve önemli bir dünya şefi olma yolunda emin adımlarla ilerliyor.
Çok ünlü bir dünya şefi olurken Türkiye’nin halka inmesini bilen ilk yıldız şefi olmayı ihmal etmez umarım.
Baba Kola Bırrrrrr!
Başarıda istikrar Türkiye’de az rastlanır bir durum. Bu kuralın benim için iki önemli istisnası var; Müslüm Gürses ve Coca Cola...
Coca Cola yıllardır, her mevsim farklı bir TV reklamıyla çıkar tüketicilerin karşısına. İstisnasız her biri deha ve yaratıcılık eseridir.
Müslüm Gürses de sürekli kalıpların dışına çıkan, hep kendini aşan çalışmalarla gelir gündeme. Bir gün bakarsınız Nurcan Çağlar’ın Da Vinci’nin ünlü tablosu "Son Akşam Yemeği"ni sahneye taşıdığı "happening"inde şarkı söyler.
Bir başka gün Teoman’ın rock şarkısını seslendirir, daha başka bir gün Murathan Mungan’ın seçtiği şarkıları seslendirdiği bir albümle çıkar karşımıza.
Ve üstelik hepsinde de başarılıdır. Müslüm Gürses’in son sürpriziyse Coca Cola reklamında çıkıp, "bırrrr"lamak oldu.
Hem reklam hem Müslüm Baba o kadar başarılı ki, "bırrrr" diye bağırmak bu yazın modası olma yolunda hızla ilerliyor.
Gençler aralarında "bırrr" diyerek şakalaşıyor. Davetlerde şarkıcılar, şarkılarının içine "bırrr" nidasını katıyor. Çocuklar birbirleriyle "bırrr" diyerek oynuyorlar.
Bir reklamdan daha fazla ne beklenir?
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2007
İstanbul Belediye Başkanı ve Valisi el ele verip Boğaz’daki gece kulüplerinin gırtlağına bindiler ve İstanbul gece hayatının sesini kökten kıstılar. Aynı Başkan ve aynı Vali her gece patlatılan havai fişekleri ise görmemezlikten gelmekte ısrarcı.
İstanbul’da geçen yıl, apar topar alınan yasak kararından sonra yasağı savunmuş ama kuşkularımı da eklemiştim. "İstanbul Valiliği’nin gürültü kirliliği yapıyorlar diye gece kulüplerini kapatıp, tüm Boğaz’ı ayağa kaldıran teknelerin geçişine, bomba gibi patlayan havai fişeklerin atılmasına izin vermesi başka hesapların olduğu kuşkusunu doğurur".
Kuşkularımda ne yazık ki haklı çıktım. Gece kulüplerinin sesi kısıldı ama "Bıdı bıdı bıdı Çekürge" diye tepinenlerin doluştuğu gezi tekneleri Boğaz’da mekik dokumaya devam ediyorlar.
Gerdeğe gireceklerini tüm İstanbul’a maytap patlatarak duyuranlar ise gemi iyice azıya aldılar. Geçen hafta bu konuya değinince okurum F. Yurdatap bilgilendirici bir mesaj göndermiş.
Mesajına 2002 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından çıkartılan bir yönetmeliği eklemiş.
Yönetmeliğin 5. maddesinde aynen şöyle yazılı, "Patlayıcı, maytap ve benzeri şeyleri kullanmak, ateşlemek gibi benzeri faaliyetlerin kamuya açık alanlarda, yollarda ve oturma alanlarında yapılması yasaktır". Sayın Yurdatap, bunun aynı zamanda bir AB kuralı olduğunu da eklemiş.
Vali ve Belediye, Bakanlık’ın yönetmeliğini hiçe sayıyorlar.
Gece kulüplerine savaş açarken, bomba gibi ardı ardına patlayan maytapları seyretmekle yetinen Vali ve Başkanı’nın bu tutumlarında art niyet aramamak, asıl amaçlarının gürültüyle mücadele etmek filan değil içkili mekanlara göz açtırmamak olduğunu düşünmemek mümkün mü?
Oy verecek birini buldum
Oyumun rengini gökte ararken, e.posta kutumda buldum.
Arkadaşım Orkide Gökhan, Seyrantepe’de otomobilinin içinden cep telefonuyla çektiği bir fotoğrafı yollamış.
Çocuğun biri şehrin göbeğinde, ana caddenin ortasında koyun güdüyor. Vızır vızır geçen otomobillere rağmen işinde başarılı.
Üstelik Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ülke yönetimine aday kişilerde aradığı "iki koyun gütmesini bilme" kriterini fazlasıyla karşılıyor. Şehrin göbeğinde, caddenin ortasında tam 5 koyun birden güdüyor.
Ben bu çobana oy vermeyeyim de kime vereyim?
Ardıç sadece ekleri okuyor
Engin Ardıç geçen gün gazetelerin eklerini ve yazarlarını aşağılayan bir yazı yazdı.
Bu yazıyı yazarken, Engin Ardıç’ın yazdığı gazetede yayınlanan haberleri bir tarayım dedim. Bakın Engin Ardıç’ın yazısının yayınlandığı 11. sayfaya gelene kadar hangi haberleri yayınlamış "ana" gazetesi:
Engin Ardıç’ın yazdığı ana gazetenin kapağındaki başlık; "Kilo alırım diye lahmacun ve şiş teklifini reddetti". Habere ünlü manken Carmen Kass’ın üstsüz bir fotoğrafı eşlik ediyor.
Yine kapaktan bir başka haber, Özcan Deniz konsere sarhoş olduğu için çıkmamış.
Kapağı çeviriyorsunuz, Engin Ardıç’ın yazdığı gazetenin ikinci sayfası tamamen eleştirdiği türden haberlere ayrılmış, ünlülerin selülit tartışması, Sibel Can’ın tangası...
Dördüncü sayfanın manşeti Harry Potter’ın 17 yaşındaki yıldızı Daniel Radcliffe’in kazancıyla ilgili. Sayfanın altındaki haberin başlığı ise "Tacizci papazlara rekor ceza".
Altıncı sayfadaki haber jet sosyetenin yeni tatil gözdesini anlatıyor, ekonomi sayfasında Avrupalı turistlerin ABD sefası...
10’uncu sayfaya yani Engin Ardıç’ın yazısının yayınlandığı sayfanın hemen karşısına "Valizde hem bikini hem haşema" başlığı çakılmış nal gibi puntolarla.
Engin Ardıç’ın yazısının yayınlandığı sayfayı ise "Güzel kuryeyi gizli bölme kurtaramadı" başlıklı bir haber süslüyor.
Anlaşılan Engin Ardıç kendi ana gazetesini bile okumuyor, sadece gazetelerin eklerini okuyor.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2007
Yaygın inancın aksine orman yangınlarının, doğal yaşamın korunmasına yönelik yararları da var. Hemen klavyeye sarılıp, cahilce mesajlar gönderecekler için peşinen söyleyeyim, bu yararlar benim uydurmalarım değil, bilimsel kaynaklara dayanıyor (Bknz.: neonebu.com). Başta ABD, Kanada ve Avustralya olmak üzere pek çok batılı ülkede doğal hayatı korumak adına bilinçli orman yangınları çıkarılıyor. Örneğin ABD’de, 1972’den beri çıkan orman yangınlarının çoğuna, yerleşim birimlerini tehdit etmediği sürece müdahale etmekten kaçınmaya ve yangını kendi haline bırakmaya yönelik bir politika uygulanıyor.
Bilimsel araştırmalar orman yangınlarının ekolojik yararlarının, genellikle zararlarından fazla olduğunu gösteriyor. Örneğin:
- Yanan organik maddeler geride çok verimli bir kül örtüsü bırakıyor. İlk yağmurla birlikte küldeki verimli maddeler çözülerek toprağa karışıyor ve üzerinden yangın geçen alanın bereketini artırıyor.
- Doğal hayat yangının hemen ardından tekrar başlıyor. Birkaç hafta içinde kül tabakasının altından yeşillik başveriyor. Yangından önce ağaçlardan düşen tohumlar, toprak altında yangından korundukları için, küllerle gelen verimlilikten de yararlanarak hemen filizlenmeye başlıyorlar.
- Yeni filizlenen ağaçlar, güneş ışığını gölgeleyen büyük ağaçlar olmadığı için çok daha hızlı büyüyorlar.
- Hastalıklı ve yaşlı ağaçlar yandığı için zararlı böcekler de yok oluyor.
- Yanmış ağaçlar kuşlara kuluçkalık, memeli hayvanlara barınak görevi görüyor.
- Sonuçta orman yangınları, sağlıklı ekosistemlerin oluşmasında ve biyolojik çeşitliliğin zenginleşmesinde katalizör rolü oynuyor.
Bunlar tabii ki doğal nedenlerle çıkan ya da kontrollü olarak çıkarılan yangınlar için geçerli. Ve tabii yanan orman alanının, yangının ardından hemen yine ağaçlandırılması veya en azından orman alanı olarak korunması koşuluyla.
Peki Türkiye’de özellikle Bodrum gibi arsa fiyatlarının uçtuğu bölgelerde, her rüzgarlı havada çıkan yangınların da yararı yok mu? Olmaz mı? İşte onlara da birkaç örnek:
- Site yapacak arsa bulamayan inşaatçılara ucuza arsa çıkıyor.
- Orman statüsündeki arsasından rant elde edemeyen arsa sahibine rant kapısı açılıyor.
- Siyasetçiye yanan orman alanını 2B filan ayağına siyasi yandaşlarına peşkeş çekme olanağı doğuyor.
- Yine siyasetçiye yanan orman alanını oy karşılığı rüşvet niyetine köylüye tarım arazisi olarak tahsis etme fırsatı veriyor.
Bodrum’un en iyi kalamarı
Bodrum’da balık Gümüşlük’te yenir. Yalnız dikkat. Balık restoranlarının sıralandığı sahil boyu İstanbul’un Kapalıçarşı’sı gibi. Her restoranın önünde bir, iki çığırtkan "Buyrun, buyrun" diye geleni geçeni taciz ediyor.
Gümüşlük’te sahile inince hemen sağa sapın. Tacizcileri, göz teması bile kurmadan birer birer atlatın. Doğru en sondaki restoranı hedefleyin.
Adı Mimoza (mimoza-bodrum.com). Yaklaşınca anlayacaksınız zaten. Dekorasyonuyla, havasıyla, ambiyansıyla diğerlerinden hemen ayrılıyor.
Sahibi Fikret Alphan, restoranı her yıl baştan aşağı yeniliyor, farklı bir konsepte büründürüyor. Biraz önce telefonla konuştum, en son iki ay önce gittiğim hali bile çoktan değişmiş.
Fikret Alphan, Gümüşlük’e Ağrı’dan 28 yıl önce gelmiş. Kazma, kürek sallamayı bilmediğinden bir ay inşaattaki işçilere su taşımış. Bakmış bu iş ona göre değil, sahildeki restoranlarda garsonluğa başlamış. Yani yine su taşımış ama hem daha az yorulmuş hem de daha çok kazanmış.
Garsonluk macerası 17 yıl sürmüş ve 1997’de Ağrı’ya dönmeye karar vermiş. Gümüşlük’e son kez bir tepeden bakayım diye Kocadağ’a doğru yürürken, şimdiki Mimoza’nın yerinde bulunan restoranın sahibiyle karşılaşmış. El sıkışmışlar ve restoranı kiralayıp, Mimoza’yı açmış.
Fikret Alphan beğeni sahibi, tarza önem veren ve çok titiz bir işletmeci. Gümüşlük’ün en iyi balık ustası Haşim Usta’yı almış. İyi bir kadro kurmuş.
Bodrum’un en iyi kalamar tavasını Mimoza’da yedim. Kalamarın dolması, ızgarası ve köftesi de damakta iz bırakacak nefasette. Diğer mezeler de çok leziz ama en önemlisi ne yerseniz yiyin buradan kazıklanmadan çıkacağınızı bilmeniz. Tabii bu, masaya oturmadan önce balık fiyatları için pazarlık yapmaya engel değil.
Günlük gelen balıklardan damak tadına göre seçim yapmak da bir alternatif ama fileto lipsos buğulama gerek tadı, gerek orijinalliğiyle herkesi memnun edecek bir tercih.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2007
Yeni bir cehalet yarışması daha boy göstermeye başlamış ekranlarda. Seyretmedim, alaya alanlardan öğrendim. Bir takım güzel kızlar, genel kültür alanındaki engin bilgilerini sergilemişler yarışma boyunca.
İçlerinden bir tanesi Semra Özal için, "Ünlü bir sanatçı olması lazım" demiş.
Bir diğeri, Ecevit’in adının Bülent olduğunu bilememiş. DYP’li olduğunu söylemiş.
Beriki, ABD Başkanı’nın fotoğrafına bakıp "Clinton Bush" demiş! Irak’ın başkenti sorusuna "Lübnan" yanıtını vermiş.
Öteki Kenan Evren’in adını Kazım yapmış. Rütbesinin ise onbaşı olduğuna kanaat getirmiş.
İyi, hoş ve aynı zamanda mayhoş da, bu denli alaya alınmalarına anlam veremedim. Türkiye’deki eğitim düzeyi bu işte. Bunda gülünecek, alaya alınacak ne var?
Bir de kalkıp ABD’lilerin cehaletiyle alay etmeyi marifet sananlar var ya, ben asıl onlara gülüyorum. Yarışma programındaki kızlardan farklı bir durumda değiller çünkü.
Programda kızlar masa üzerine çıkıp popo kıvırıyorlarmış. Bunlar da köşelerine çıkıp elaleme burun kıvırıyorlar.
Hepsinin referansı aynı. New York’ta havalimanından şehre inmek üzere bindikleri taksinin şoförü.
Hani neredeyse New York’ta tek bir taksi şoförü var, JFK’de uçaktan inip taksiye binen her Türk buna rastlıyor diyeceğim.
Bu gariban taksi şoförü Türkiye’yi Ortadoğu’da sanıyormuş. Hikayenin versiyonuna göre Asya’da veya Afrika’da sandığını söyleyenler de var.
Gariban taksicinin, gariban Türkiye’nin haritadaki tam yerini bilememesini, bizim taksicilerin ABD’nin Türkiye düşmanı olduğu ezbere bilgisiyle donatılmış olmalarıyla karşılaştırıp hükmü veriyorlar: Amerikalılar cahil kardeşim, eğitim sistemleri rezalet, okulda bunlara hiçbir şey öğretmiyorlar, dünyadan bihaber yaşıyorlar...
İşte ben buna analitik düşünce derim.
Ve ekrandaki güzellerle birlikte, bunlara da şapka çıkartırım.
Gariban taksicileri de dahil her Amerikalı Türkiye’nin haritadaki yerini ezbere bilecek. Türkiye’de bırakın taksiciyi, köşe sahibi olmuş gazete yazarının bile Mozambik’in hangi kıtada olduğunu bilmemesinin önemi yok.
Her Türk asker, her Amerikalı cahil doğar. İtiraz edeni cin çarpar.
İnovasyon mu yenilikçilik mi
Sevgili Gila Benmayor "inovasyon" kelimesini Türkçe kullanmadığı için eleştiren okurlarına kendini savunmuş. "Yenilikçilik" tam olarak "inovasyon"u karşılamıyor diyor. Gila’ya göre "inovasyon" yeni bir fikrin ticari bir değer kazanmasını da kapsıyormuş.
Guru geçinen daha doğrusu guruluktan geçinen bir takım zıpırların uydurması bu yeni tanımın kaynağı.
’İnovasyon’ bir bilimsel buluşa pratik bir kullanım alanı keşfetmek demek. Bu da genellikle para kazandıran bir sonuç doğurur ama "kárlılık", "inovasyon"un sonuçlarındandır, amaçlarından değil.
Belki her "inovasyon" para kazandırabilir ama para kazandıran her yenilik "inovasyon" değildir.
Barut bir buluştur. Barutu tabanca, tüfek, top üretiminde kullanmak yenilikçiliktir. Silah ticareti ise bu yenilikçilikten para kazanmanın bir yoludur. Eminim Gila’nın da "inovasyon"dan kastı silah ticareti değildir. Çünkü eğer gurulardan aktardığı tanımını kabul edecek olursak, silah ticaretine "inovasyon" dememiz gerekir.
Ne o ne bu neo modası
Akbank’ın çıkardığı Neo banka kartı yetmedi şimdi de Doluca tırtıklıyor çıkardığı Neo şarabıyla köşemin adının fiyakasından.
Ne o yani, ne bu neo modası?
Haberiniz olsun köşemin ismini kullananlardan, bundan böyle hava parası almaya başlayacağım.
Doluca’nın Neo’sunu yeni tattım.
Kırk yıllık, pardon tam olarak 38 yıllık Villa Doluca serisini gerek tat, gerek ambalaj olarak yenilerlerken bir de yepyeni bir ürün katmak istemişler bu aileye. Türkiye’nin medarıiftiharı üç ünlü şaraplık üzümü Boğazkere, Kalecik Karası ve Öküzgözü’nü harmanlayarak ürettikleri yeni şaraba Villa Doluca Neo ismini vermişler.
Villa Doluca Neo, kendi fiyat kategorisi içinde çok başarılı bir şarap. Günlük tüketim için iyi bir alternatif, denemesi bedava değil ama pahalı da değil.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2007
Adam oğlunun pipisini kestiriyor, tüm İstanbul’a havai fişek gösterisiyle duyuruyor. Adamla kadın gece gerdeğe girecek, havai fişek gösterisiyle tüm İstanbullular’la paylaşıyor.
Havai fişek gösterisi yapma görgüsüzlüğü İstanbul’da her yaz daha da yaygınlaşıyor. Bulaşıcı virüs gibi bir görmemişten, on görmemişe bulaşıyor.
Beş yıl öncesine kadar her yazlık mekanı havai fişek gösterisiyle açmak modaydı. Dört yıl önce havai fişek gösterisiz yaz gecesi düğünü yapılmaz oldu. Üç yıl önce her hafta en az bir havai fişek gösterisine tanık olmaya başladık. İki yıl önce havai fişek gösterisiz hafta sonu gecesi geçirmez olduk. Geçen yıl neredeyse her gece en az bir havai fişek gösterisi yapılır oldu.
Bu yaz ise her gece birkaç havai fişek gösterisi birden yapılıyor. Geçen akşam saydım, tam beş farklı havai fişek gösterisi birden yapıldı.
Hani İstanbullular’a eğlence çıkıyor diye avunalım desek, o da mümkün değil. Her gösteri birbirinin aynı, yavan, yaratıcılıktan uzak, kuru gürültü ve ışıktan ibaret. Kalitesiz, saçma sapan, birbirinin kopyası bir ses ve görüntü kirliliği için her gece paralar havaya savruluyor.
19 Haziran tarihli NY Times’ın kapağının manşeti New York’da yapılan bir havai fişek gösterisine ayrılmıştı. New York gibi dünyanın başkenti bir şehirde bile havai fişek gösterisi ne kadar seyrek yapılan bir gösteri ki, yapıldığında NY Times gibi dünyanın en ciddi gazetelerinden birine manşet olabiliyor.
Tabii New York’ta yapılan gösteriye havai fişek gösterisi deyip geçmemek de lazım.
Geçen gün ABD en büyük bayramını, Bağımsızlık Günü’nü kutladı. 4 Temmuz’un Amerikalılar için önemi büyük. Bağımsızlık Günü ABD’nin dört bir yanında havai fişek gösterileriyle kutlanıyor. New York’ta yapılan gösteri bunlardan en görkemlisi. Ünlü alışveriş merkezi Macy’s’in sponsorluğunda gerçekleşen gösteri nefes kesici bir sanat eseri aslında.
19 Haziran tarihli NY Times’a manşet olan gösteri de muhteşemmiş. Havai fişek gösterisi, Brooklyn Filarmoni Orkestrası’nın 16 Haziran akşamı verdiği Handel konserinin finalinde ve Handel’in "Music for the Royal Fireworks" eseri eşliğinde kullanılmış.
Haham cemaatini etkilemek için sinagogun bahçesinde vaaz veriyormuş. "Allah’ım" diye bağırmış, "Biz kullarına mucizelerinden birini göster".
Tam bu sırada sinagogun damından ışık selleri akmaya başlamış, gök rengarenk bir ışık cümbüşüyle aydınlanmış. Cemaatten şaşkınlık ve hayranlık nidaları yükselmiş.
Haham durumdan hoşnut "Bir daha" diye haykırmış. Gök yine aydınlanmış, cemaatin hayranlığı iki katına çıkmış. Haham daha da aşka gelmiş, art arda yakarmaya devam etmiş. Gök her seferinde farklı bir renk cümbüşüne bürünmüş.
Haham "Bir daha Allah’ım, bir daha" diye bağırmış. Çatıdan bu kez farklı bir ses gelmiş: "Haham Efendi havai fişek bitti, kibrit çakayım mı?"
Bizim İstanbul havailerinin her gece, birbiri ardına bıkmadan usanmadan attıkları fişekler de o hesap, gerçek havai gösterilerinin yanında kibrit ateşi gibiler. Ama adamın parası bol, ne yapacaksın? Gece gerdeğe girecek, elaleme fişek havası atıyor.
Fikir sahibi bir kitap
"Onlara da teşhis şöyle konuldu" diyor Atılgan Bayar; "Fikir sahibi olmadan bilgi sahibi olanlar". Atıfta bulunduğu teşhisi burada, bu sütunda geçen yıl 18 Ekim’de koymuştum (tinyurl.com/ypnjmg).
Atılgan Bayar’ın yazısını ise yeni kitabı "Atılgan Bayar @ haberturk.com"dan okuyorum. "Google entelektüelleri, Ekşi Sözlük münevverleri bir bakışta yakalanıyor" diyor Bayar geçen yıl 10 Kasım’da haberturk.com’da yayınlanan köşe yazısında (tinyurl.com/ywd8f5); "Toplama, işlenmemiş bilgiyi tuğlalar gibi üst üste dizen, böylece haber veya makale ürettiğine inanan bir tür zuhur etti."
Atılgan Bayar’ın bahsettiği türe girmemek, yazısından alıntılar yaparak makale inşa etmiş durumuna düşmemek adına alıntılamalarımı burada kesiyorum. Meraklısı Atılgan Bayar’ın kitabını okur.
Buraya kadarı yazının bilgi kısmıydı. Gelelim fikir kısmına.
Bugüne kadar gazetedeki yazılarını derleyip kitap yapanlara aşinaydık. Atılgan Bayar’ın yeni kitabı yeni bir geleneğin habercisi sanki, İnternet’teki yazılarını derleyip kitap yapma geleneğinin... Bu yeni uygulamanın öncüsünün Atılgan Bayar olması da doğal. Ne de olsa bir İnternet sitesinden çıkıp medyaya akredite olan, basılı medyadaki köşe yazarlarınca yazılarına atıfta bulunulan ilk İnternet köşe yazarı Atılgan Bayar.
Ama haberi olsun, güçlü rakipleri de yolda. Yakın geleceğin köşe yazarlarına kuluçkalık yapan Onpunto.com’da fikir sahibi köşe yazarlarının çoğunlukta olması umut verici.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2007
İnternet icat oldu mertlik bozulmadı belki ama yeni yeni kalleşlik biçimlerinin türediği kesin. İnternet yeni sayılabilecek bir teknoloji. Dolayısıyla insanların bu konudaki deneyimsizliklerinden yararlanarak çeşitli sahtekarlıklara başvurmak çok kolay. İnternet tuzaklarından kaçınabilmek için herkes gibi gazetecilerin de dikkat etmesi gereken bazı noktalar var.
e.posta aracılığıyla söyleşi yapan ilk Türk gazetecisi olarak bu konuda bir iki laf etmemi çok bulmazsınız umarım.
Önce bir anımı aktarayım. İnternet’in henüz yaygınlaşmadığı günlerdeydik. 1995 yılıydı ve Hürriyet’e İnternet konulu haftalık bir sayfa hazırlamaya başlamıştım. İlk kez bir Türk gazetesinde (belki de dünyada da), İnternet konulu düzenli bir sayfa yayınlanıyordu.
Amacım İnternet’i geniş kitlelerle tanıtmak ve teknoloji konusunda her treni kaçıran Türkiye’nin İnternet trenini olabildiğince erken yakalamasını sağlamaktı.
Türkçe içeriğin zenginleşmesine özellikle önem veriyordum. İnternet’in geniş kitlelerin ilgisini çekebilmesi için Türkçe içeriğin zenginleşmesi şarttı. Bu nedenle Türkçe sitelere özel ilgi gösteriyor, her yeni umut vaat eden Türkçe siteyi haber yapıp, tanıtmaya çalışıyordum.
Bu eğilimimin farkında olan site yöneticileri de e.posta ile mesaj gönderip yeni sitelerinden haberdar ediyorlardı. Bir gün bir mesaj aldım. Adını şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama "kadin.com", "kadinlar.com" benzeri bir adresi vardı. Kadın sorunlarına sahip çıkan, kadınlara hitap eden bir site olduklarını, siteyi gezip beğenirsem haber yapmamı rica ediyorlardı.
Girdim, baktım harika bir site gerçekten. O yıllarda Türkiye’de az rastlanır zenginlikte bir içeriğe sahip. Çok beğendim, haber yapmaya karar verdim.
Neyse ki ta o zamanlardan edindiğim bir alışkanlık vardı. Tedbirli olmak adına e.posta yoluyla haberdar edildiğim siteleri haberleştirmeden önce araya bir bekleme süresi koyuyordum. Bu süre boyunca siteyi takip ediyor ve bir kere yapılıp öyle bırakılmış bir site mi; yoksa sürekli güncellenen, içeriği sürekli zenginleştirilen bir site mi gözlemiş oluyordum.
Kadın sitesini de bu şekilde yaklaşık bir ay boyunca izledim. Pek güncellendiği yoktu ama yine de çok zengin içerikli bir site olduğundan haberi hazırladım ve yayınlanmadan önce son bir kez bakayım diye tekrar bağlandım.
O da ne? Karşımda bir porno sitesi... O eski kaliteli içerik gitmiş yerine porno yayın yapan bir site gelmiş.
Site sahibinin kumpasından son anda kurtulmuş oldum. Adam resmen şeytani bir tuzak kurmuş. Belli ki her şeyi hazırlamış, siteyi haber yapmamı bekliyor. Gazetede çıkar çıkmaz siteyi değiştirecek, kadın sorunlarının yerine kadın uzuvlarını yayına sokacak. Bir ay bekleyip, haber olmayınca ümidi kesmiş, siteyi aslına çabuk döndürmüş.
Ben biraz aceleci davransam ya da adam biraz daha sabretse, gazetedeki köşesinden porno site reklamı yapar duruma düşeceğim. Ucuz kurtulmuşum.
İnternet gazeteciler için muhteşem bir araç. Ancak her yeni teknoloji gibi kullanırken dikkat edilmesi gereken yanları var. Bu nedenle siz siz olun şunlara özellikle dikkat edin:
- e.posta ile söyleşi yapacaksanız asla aracı kullanmayın. Aracıdan söyleşiyi yapacağınız kişinin e.posta adresini isteyin. e.posta adresinin gerçekliğinden emin olmaya çalışın. Yahoo, gmail, hotmail, mynet gibi herkesin kolaylıkla edinebileceği e.posta adreslerindense itibar etmeyin, kurumsal bir e.posta adresi olmasına ve kurumun kişiyle bağlantılı olup olmadığına dikkat edin.
- Şüphe çekici bir mesaj aldığınızda göndericinin, görünenden farklı olabileceğini unutmayın. Tepki göstermeden ya da mesajın içeriğini kullanmadan önce mesaja mutlaka cevap gönderin, "sizden aşağıdaki gibi bir mesaj aldım" diyerek mesajın gerçekten göndericiye ait olup olmadığını kontrol edin.
- Gönderici olarak görünen adres, kurumsal bir adres olmasına rağmen hálá şüpheleriniz varsa, e.posta adresinin "@" işaretinden sonraki kısmını adres olarak kullanarak, kurumun İnternet sitesine girin ve sitenin yöneticisini bulup mesaj atın, ilgili adresin gerçekten bu kişiye ait olup olmadığını sorun.
- Aldığınız bir mesaja "reply" ya da "cevapla" tuşuna basarak cevap yazmaya çalıştığınızda, alıcı olarak ekrana gelen adresin gönderici olarak görünen adresle aynı olup olmadığına dikkat edin. Aynı değilse gönderici olarak görünen adresi de, alıcılar listesine "cc" ya da "bcc" olarak ekleyin.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2007
Geçen yazılarımdan birinde Wolfgang Puck gibi sadece sosyeteye değil halka da hitap edebilen yıldız bir şef çıkartamıyor oluşumuzun nedenlerini sorgulamıştım. İngiltere’deki dünyaca ünlü, üç Michelin yıldızlı The Fat Duck restoranın şef someliyesi mesaj göndermiş. Adam senin Türkçe yazını nasıl okumuş da mesaj göndermiş demeyin. Evet çok şaşırtıcı ama Michelin’den üç yıldız, Restaurant Magazine’den Dünyanın En İyi Restoranı ödülünü alan The Fat Duck’ın şarap şefi bir Türk, İsa Bal...
"Star şef sorun değil" diyor sayın Bal ve soruyor: "Yıldız şefi yaşatacak bir gurme pazarımız var mı?" Sonra da ekliyor: "Yıldız şefin ekibi nereden gelecek? Şaraplar?.. Çankaya veya Doluca ile bu iş olur mu?"
Bu hafta başında iki ayrı yemek davetine katıldım.
İlki Mutfak Dostları Derneği’nin Lacivert restorandaki yemeğiydi. Dernek Başkanı Ahmet Örs’ün sıcak ev sahipliğinde gerçekleşen ve Kurucu Başkan merhum Ergun Köknar, Eski Başkan merhum Tuğrul Şavkay ve eski başkanlar Yalçın Kurtbay ile Semih Soner’in de anıldığı yemekte Lacivert Restoran’ın hazırladığı birbirinden nefis yemekler sunuldu. Ama benim bu yazıda asıl üzerinde durmak istediğim, yemeklerin yanında sunulan şaraplar.
Pamukkale Chardonnay Reserv ve Pamukkale Şiraz Rezerv, eşlik ettikleri lezziz yemeklerin altında kalmayarak onları mükemmel bir şekilde bütünleyecek kadar başarılı Türk şaraplarıydı.
Ertesi gün ise Sevilen Şarapları Yönetim Kurulu Başkanı Coşkun Güner ve Yönetim Kurulu Üyesi Enis Güner’in Mövenpick İstanbul’da Hürriyet yazarlarına verdiği bir yemek davetine Ertuğrul Özkök, Fikret Ercan ve Vahap Munyar ile birlikte katıldım.
Tayfun Aybar’ın Yiyecek ve İçecek Direktörlüğü’nde atağa kalkan ve gastronomik yepyeni sürprizlere hazırlanan Mövenpick İstanbul’un yıldız şefi Maximillian J.W. Thomae’un hazırladığı mönü eşliğinde Sevilen’in yeni şaraplarını tattık.
Sevilen Premium Chardonnay 2005, Burgonya veya Kaliforniya Chardonnay’lerini aratmayacak kadar iyiydi. Tüm iyi Chardonnay’lerde olduğu gibi fıçıdan aldığı tereyağ aroması, tüm kabuklu deniz ürünlerini bütünleyecek dengedeydi.
Sevilen R Rose 2006 ise sıcak yaz aylarında hemen hemen her tür yemeğe serin serin eşlik edebilecek bir şarap.
Kalecik Karası 2005’i kaz ciğeri ile doldurulmuş bıldırcın eşliğinde tattık. Kalecik Karası pek damak tadıma hitap etmeyen bir şaraplık üzüm. Kavaklıdere’nin Kanyon Konyalı’da makul fiyata içebileceğiniz 1970 rezervi hariç bugüne kadar tattığım hiçbir Kalecik Karası’ndan tatmin olmamıştım. Sevilen Kalecik Karası 2006 çok yoğun ama dengeli aromasıyla beğenerek içtiğim ikinci Kalecik Karası oldu.
Premium Syrah&Merlot 2005’i bundan önceki yazılarımda da yeterince övmüştüm. Türk şarapçılığındaki yeni kalite başkaldırısının sembolü, yeni dalga şaraplardan biri olarak görüyorum. Diğerleri Doluca Karma serisi, Gülor G Cabarnet Sauvignon, Şato Kalecik Fransız Kupajı, Kavaklıdere Selection, Pamukkale Şiraz Rezerv, Corvus Corpus, Selendi 2004 ve Kayra Buzbağ Rezerv...
Gecenin sürprizi ise Sevilen Centum Syrah 2005’ti. Ağır ateşte şarap sosunda pişirilmiş Dana Kuyruğu ve Yanağı’nı mükemmel bir şekilde bütünledi. Bu arada dana yanağının, iyi dana eti bulmanın olanaksız olduğu Türkiye’de işini bilen şeflerin gözdesi olması da boşuna değil.
Centum Şiraz 2005, daha en az birkaç yıl dinlendirilebilecek bir şarap. Karafta havalandırıp, hızlı oksidasyonla tanenlerini yumuşatmak koşuluyla, şu anda da büyük bir keyifle içilebiliyor.
Sonuç olarak The Fat Duck gibi dünyanın en iyi restoranlarından birinin şarap şefi olma başarısını gösteren İsa Bal’ın kaygılarına katılmakla birlikte, bu kaygılarından Türk şaraplarıyla ilgili olanını Türkiye’den ve Türk şaraplarından uzak kalmış olmasına bağlıyorum.
Türkiye’de de artık çok iyi şaraplar üretilmeye başlandı. Üç Michelin yıldızlı bir restoranın şarap mönüsüne, alt sıralardan da olsa girebilecek şaraplar bunlar.
Yukarıda saydığım şarapçılarımız, şaraplarından birkaç örneği İsa Bal’a gönderse keşke. Belki dünya pazarlarına açılacak bir kapı The Fat Duck’dan aralanır. Neden olmasın?
Bu arada Türk restoranlarının da şarap mönülerinin kapılarını bu şaraplara ardına kadar açmasını temenni ediyorum.
Market satış fiyatları 25-35 YTL arasında olan bu yeni Türk şaraplarıyla boy ölçüşebilecek kalitedeki yabancı şarapların fiyatı en az iki, üç kat fazla. Dolayısıyla şaraptan anlayan ve parasını lüzumsuz yere etrafa saçmaktan hoşlanmayan gusto sahiplerinin, Türk şaraplarınca zengin olmayan bir şarap mönüsünden memnun olması olanaksız artık.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2007
Bizim medyanın bilimsel ve teknolojik konulardan bazılarıyla ilgili takıntıları vardır. Örneğin etkileri onlarca yıl sonra görülmeye başlayacak olan küresel ısınmayı, bugünün hava koşullarının sorumlusu olarak tutmaya bayılırlar. Kurak bir yaz kapıdadır, küresel ısınma bu yaz kavuracak derler.
Türkiye’de her yıl 100 bin insan ya kendi içtiği ya da başkalarının içtiği sigara yüzünden kanser olup ölür, medyada kimsenin umurunda olmaz. Sevdikleri bir meslektaşları kanserden ölür, herkes kanserle ilgili yazmaya başlar. Kanserin amansız bir hastalık olduğu gibi diğer kanser hastalarını umutsuzluğa sevk edecek ve üstelik asılsız yakıştırmalara başvurmaktan da geri durmazlar.
Cep telefonlarının ve baz istasyonlarının yaydığı radyasyon da bu medya geyiklerinden biri. Hatta geçenlerde kablosuz İnternet’in de sağlığa zararlı radyasyon yaydığına dair bazı haberler çıkmıştı.
Son olarak radyasyon geyiği Beyoğlu Belediye Başkanı’na kadar bulaştı. Beyoğlu Belediyesi İstiklal Caddesi’nde herkese açık kablosuz İnternet erişim servisi başlatmış. Hürriyet e.yaşam’ın taa 31 Ekim 2003 tarihli sayısının manşetinden vermiştik bu haberi, Fırat İşbecer imzasıyla.
Sonra Superonline işgüzarlık edip Telekomünikasyon Kurulu’na (TK) şikayette bulunmuş, TK da işgüzarlığı bir adım daha öteye götürüp yasaklamıştı Koçnet-Beyoğlu Belediyesi işbirliği ile verilen bedava İnternet’i.
23 Haziran 2007 tarihli gazetelerde dört yıl öncesinin haberini aynen görünce şaşırdım doğal olarak. Meğer bu kez İhlasNet’le işbirliği kurulmuş ve tekrar başlatmış aynı hizmet. İşin en komik yanı ise Başkan Ahmet Misbah Demircan’ın yeni sistemle, eski sistem arasındaki farka getirdiği açıklama. Daha önceki sistem 5,8 GHz üzerinden yayın yapıyordu ve sağlığa zararlıydı buyurmuş Başkan. Yeni sistem ise 2,4 GHz üzerinden yayın yapıyormuş ve sağlığa zararı yokmuş.
Başkan’ın bu komik açıklamasında, kablosuz İnternet’in radyasyon yaydığına dair medyada yer alan haberlerin payı büyük kuşkusuz.
Bir kere cep telefonu veya kablosuz İnternet’li cihazların yaydığı elektromanyetik dalgaları, haberlerde radyasyon olarak anmak çok yanlış algılamalara yol açan bir uygulama. Genellikle haberi yazan muhabir ve yayına koyan editör de bu konuda bilgisiz olduğundan böyle yazılıyor ama radyasyon dendiğinde sıradan vatandaşın aklında beliren ilk imge radyoaktif ışıma ve bu tür radyasyonun cep telefonlarından yayılan radyasyonla bir ilgisi yok.
Radyoaktif maddelerden ya da nükleer enerji kaynaklarından yayılan radyasyon hücereler üzerinde mutasyona yol açacak, iyonize edici etkilere sahipken, cep telefonlarından ya da baz istasyonlarından yayılan radyo dalgalarının böyle bir etkisi yok.
Bu türden radyo dalgalarının, hücreleri ısıtma etkisi var sadece. O da sadece vericinin çok güçlü olması ve çok yakında olması koşuluyla. Bu etkinin kansere yol açabileceğini gösteren bilimsel araştırma sonuçları ise yok. Dünya Sağlık Örgütü bu dalgaların sağlığa zararlı olmadığını beyan ediyor.
Kısacası ortada sağlıklı olmayan bir durum varsa o da, Beyoğlu Belediye Başkanı’nın açıklaması ve bu açıklamanın basına yansıma şekli. Başka bir şey değil.
Yine de siz siz olun bu tür cihazları kullanırken temkinli olun. Kullanmaktan tamamen kaçınmayı gerektirecek denli bir tehdit yok ortada ama çok uzun süreli kullanımlardan ve bu tür cihazları hep aynı cepte taşımaktan kaçınmakta fayda olabilir. Havadaki radyo dalgalarından korkmak için ise en ufak bir neden yok.
Paris Hilton’a benzemek
Abdullah Gül feryat figan ediyor, "Bazı yazarlar da kızımı Paris Hilton’la karşılaştıracak kadar alçaldılar". Kastettiği yazar Tercüman gazetesinden Kubilay Çelik. Gül’ün yakınmasını duyan, Çelik kalkmış Kübra Gül’ü Paris Hilton’a benzetmiş sanır.
Alakası yok. Tersine Çelik yazısında Kübra Gül, Paris Hilton’a benzemiyor ama benzemeli diyor. Hilton’un ününün ve parasının ABD yasalarının önüne geçmesine yetmediğine, Paris Hilton’un babasının tüm iktidar gücüne rağmen yasalar önünde sade bir vatandaş olarak muamele görmekten kaçamadığına dikkat çekiyor.
Aynısının Kübra Gül için de geçerli olmasını, başkalarının türbanla katılamayacağı mezuniyet törenine babasının iktidar gücünü kullanarak çıkmaması gerektiğini söylüyor.
Abdullah Gül boşuna kızmış yani, keşke kızı gerçekten Paris Hilton’a benzeseydi. Fiziki özellikleri ya da davranışlarıyla değil, yasalar önünde herkesle eşit muamele görmesi açısından.
Beşiktaş şampiyon olsa köprü ne renk aydınlatılacak
Boğaziçi Köprüsü, Fenerbahçe’nin şampiyonluğu nedeniyle sarı-lacivert ışıklandırılmaya başlamış.
Bu uygulamanın geleneksel hale getirilerek her şampiyonluktan sonra, şampiyon olan takımın taraftarlarının köprüye dev bayrak asması, rakip taraftarların da o bayrağa sabotaj düzenlemesi çekişmesine son vermesi bekleniyormuş.
İyi ama Beşiktaş şampiyon olduğunda ne olacak? Köprüyü nasıl siyah-beyaz ışıklandıracaklar? Sadece beyaz ışıkları yakıp, siyahı gecenin karanlığına mı bırakmayı düşünüyorlar?
Yazının Devamını Oku