Yorgo Kırbaki

Karamanlis’in Ankara ziyareti öncesi Atina pazarında Türk malı ne var ne yok

23 Temmuz 2005
Eğer bir aksilik olmazsa, Kostas Karamanlis 50 sene sonra Türkiye’yi ziyaret edecek ilk Yunanistan başbakanı olacak. Suyun Öte Yanından bu ziyareti vesile bilip, 1999’da başlayan yakınlaşma sürecinin Atina’daki sonuçlarını tespit etti. Gördü ki, eskiden satılabilsin diye üzerinde ‘Türk malı değildir’ yazan ürünler, yerini bolca Türk markasına bırakmış. Ne isterseniz var: Türk kebapçısı ve baklavacısı, Türk sporcusu, Türk malı zücaciye ve envai çeşit ev eşyası Atina’nın her yerinde... Bu aralar ev sevilen dizilerden biri hangisi derseniz; bir süredir Yunan televizyonlarından gösterilen Yabancı Damat.

Kostas Karamanlis, eğer her şey yolunda giderse -Türk-Yunan ilişkilerinin doğasında 24 saat bile çok uzun bir süre; bu nedenle her zaman temkinli olmakta yarar var- yaklaşık 50 yıl sonra Ankara’yı ziyaret edecek ilk Yunanistan başbakanı olacak.

Ziyaretin 22 ağustosta gerçekleşmesi ihtimali yüksek ama 28 ağustos tarihi de duyuluyor, hatta ağustos sonrasına kalabileceği de...

Bu vesileyle ‘Suyun Öte Yanından’ gezdi, gördü, araştırdı.

Sorumluluk bölgesi içinde 1999’da başlayan yakınlaşma sürecinin izlerini ve sonuçlarını, ne var ne yok tespit etmeye çalıştı.

Önce şöyle bir Atina’nın merkezinde dolaştık. Sonra şehrin biraz kuzey, biraz da güneyine uzandık. Vitrinlere, tabelalara, bir sürü eşyanın etiketine baktık. Neler mi gördük?

HER SEKTÖRDE TÜRK İZİ VAR

Tike kebapçısı var. Güllüoğlu baklavacısı var. Pandeli restoran var. Develi ve Gelik gibi et lokantaları şube açmayı düşünmüş ya da düşünüyormuş.

Et, balık ve sebze pazarında Türk malı turşu, Türk malı bulgur, Türk malı kuruyemiş var.

İstanbul’un Perşembe pazarının benzeri Athinas Caddesinde Türk malı tornavida, kerpeten, jeneratör var.

Hangi zücaciyeciye girseniz, Paşabahçe’nin bardağı, sürahisi, kavanozu; pazarda, çarşıda, markette, alışveriş merkezlerinde Türk malı vantilatör, Türk malı giyim eşyası, Türk malı sabun var. Türk malı mobilya, Türk malı çarşaf, nevresim; hatta Lacoste tişörtlerin, ünlü parfüm markalarının Türk malı taklitleri bile var.

Altı yıl içinde yedi kat artmış ticari ilişkiler var iki ülke arasında. Altı yıl önce 350 milyon dolardı ticaret hacmi, şimdi iki milyar doları aştı.

Güneşin bu mevsim artık neredeyse acımasızca cömert olduğu Atina’daki turumuzu tamamlayıp ofisimize geldiğimizde, gazetelere bir göz attık, televizyonları açtık.

Yunanistan’da Fatih Akyel var, ülkenin en büyük takımı Olimpiakos’a transfer olan Erol Bulut var. Skoda Ksanti takımında oynayan Deniz Baykara var.

‘Yabancı Damat’ oynuyor bu ülkenin en büyük televizyon kanalı Mega’da her gece. Çok izleniyor, çok da beğeniliyor. ‘Türk’ kahramanların olduğu Yunan dizileri de kış sezonunda çok sevildi çok izlendi.

Türkiye’yi ziyaret eden yüzbinlerce Yunanlı turist de var.

HÜRRİYET’İ SAKLAYARAK OKURDUM

Yakınlaşma sürecinin öncesinde ‘Türk malı’ satmak veya satın almak neredeyse ihanet sayılırdı.

Pazarda, patateslerin veya sarımsakların etiketlerinde nereden olduğu yerine ‘Türk malı değil’ diye yazıyordu.

‘Kötü’, ‘talihsiz’, ‘kısır’ yıllarda Hürriyet gazetesi Atina’da birkaç bayide satılırdı. Gazeteyi aldığımızda yolda okumazdık.

Gizlerdik ‘yasaklı’ gibi. Şimdi bakıyorum da sadece şehir merkezinde en az 10 bayide satılıyor.

Elbette her şey güllük gülistanlık değil. Kardak krizleri, bayrak krizleri yaşandı.

Ege’de gerginlikler oldu bundan sonra da olabilir. Kıbrıs’a Rumlar istemediği için çözüm gelmedi.

ZAMAN LAZIM AMA UMUT VAR

Batı Trakya’da 10 yıl öncesine kıyasla çok şey değişmesine rağmen daha çözüm bekleyen ciddi konular var.

Belki de en önemlisi, buradan bakıldığında ilişkilerde her şeye karşı tarafa rağmen hala ciddi bir güvensizlik var.

Türk-Yunan ilişkilerinin ciddi şekilde zamana ihtiyacı var.

Ama Türk-Yunan ilişkilerinde yine de ciddi şekilde umut var.
Yazının Devamını Oku

Milletvekili Anastasia garsonluk yapıyor

16 Temmuz 2005
Anastasia Andreadaki, adını 1990 yılında yapılan genel seçimlerde Yeşiller Partisi’nden Pire bölgesinden milletvekili seçilerek duyurdu. Bugün varlığından kimsenin pek haberdar olmadığı söz konusu partinin o dönemdeki sloganı ‘Profesyonel politikacılara hayır’dı ve genç Anastasia adeta bu slogan için biçilmiş kaftandı.

Ressamdı. Metal tepsiler, tabaklar üzerinde resim yaparak sağlıyordu geçimini.

Gençti, uzun kıvırcık saçları vardı. Koskoca gözlüklerinin arkasında cin gibi bakan gözler. Dudaklarında tatlı mı tatlı bir tebessüm...

Daha parlamentoya geldiği ilk gün 299 meslektaşına birer kırmızı gül hediye ederek dikkatleri üzerine çekmişti. Çevreci idi ya, tam birbuçuk yıl oturduğu milletvekili koltuğundan kalkarak çevre sağlığı, eğitim, savunma harcamalarındaki müsriflik gibi konularda tam 180 kez konuştu.

Yeşiller Partisi’nin tüzüğü iki yılda bir milletvekillerinin değişmesini öngörüyordu Anastasia da partisinin bu kuralına uyarak istifa etti.

Pek çok politikacının kaderi ya, unutuldu sonraları. Ta ki 2000 yılındaki vali seçimlerine kadar. Pire’de vilayet meclis üyesi seçildi ve üçbuçuk yıl bu görevde kaldı.

Politikayla iç içe idi ama politika karın doyurmuyordu. Geçimini sağlaması için çalışması gerekti. Ne bir devlet dairesinde, ne bir holding kuruluşunda iş aradı. Milletvekili ve vilayet meclisi üyesi olduğu dönemde yüzlerce kartvizit vermişlerdi kendisine ama o tek birinin telefonunu bile aramadı. Her zaman olduğu gibi özgür ruhunun sesini dinledi ve geçen kış Atina’nın varoş semti Egaleo’da bir tavernada garson olarak çalışmaya başladı. Yarım kilo şarap, bir porsiyon kalamar, bir grek salat, bir tzatziki...

Malum mevsim ya, taverna geçen mayıs ayında kapandı. Anastasia’nın evinde tenceresinin kaynayabilmesi için paraya ihtiyacı var. Bu sefer Pire’nin varoş semti Nikea’da bir kafeteryada iş buldu. Bir frappe kahve, bir orta şekerli, iki gazoz...

Etnos Gazetesi’ne verdiği demeçte halinden hiç şikayetçi olmadığını söylüyor ve geçmişe baktığında ‘Aktif Politika benim için galiba hataydı’ diyor.

Sahi, Türkiye’de onca eski milletvekilleri arasında Anastasia’ya benzeyen var mı?

Srebrenica katliamı için özür dileyin

Haber pek de yankı uyandırmadı. Uyandırmaması da belki herkesi memnun edecek bir gelişmeydi. Liberal politikanın savunucularından ve son seçimlerde Yorgos Papandreu’nun lideri olduğu Pasok’tan milletvekili seçilen Andreas Andrianopulos, 10 yıl önce 8 bin Müslüman Boşnak’ın Srebrenica’da öldürülmesinde, Yunanlı gönüllülerin rolü ile ilgili parlamentoya bir soru önergesi verdi. Ardından, Atina’da bir savcı bu ihbarın üzerine giderek soruşturma başlattı.

Atina, Slobodan Miloseviç rejiminin başlıca müttefiklerinden birisiydi o dönemlerde ve bazı Yunanlı gönüllülerin, hálá eski Yugoslavya’nın Savaş Suçluları Mahkemesi tarafından aranan Radovan Karadziç’in askerleri ile birlikte savaştıklarına dair çok az da olsa bilgiler bulunuyordu. O zamanlar bahane ‘Ortodoksluk’, bahane ‘Yunan-Sırp kardeşliği’, bahane ‘emperyalizme karşı omuz omuza mücadele’ idi.

Srebrenica’daki katliamdan sonra Yunan bayrağının da çekiliği haberleri dolaşmıştı bir süre, hepsi o kadar. Bugüne kadar kimse taşın altına elini koymadı. Adeta herkes Yunanlı gönüllülerin Bosna’da neler yaptıklarını unutmak, unutturmak istedi.

Geçtiğimiz günlerde üniversite öğretim üyesi, gazeteci, siyasetçi toplam 163 Yunanlı aydın ortak bir bildiriye imza atarak, Yunanistan’ın, Srebrenica’da katledilen 8 bin kişinin ailesinden resmen özür dilemesini ve Yunanlı gönüllülerin işledikleri suçlar için adalete hesap vermelerini talep etti.

Bildirinin yayınlanmasından bu yana günler geçti, pek ses seda yok. Pek de olmayacak gibi...

ATİNA REHBERİ - 04

Atina’da yaz dediniz mi bütün yollar güneye, yani İstanbullu Rumların ‘işgali’ altındaki Paleon Faliron semtinde başlayıp, tanrıça Hera’nın tapınağı ve güneşin batışı ile ünlü Sunion kasabasına kadar uzanan yaklaşık 50 kilometrelik sahil şeridine çıkar.

Eğer otomobiliniz yoksa, şehir merkezinden otobüs ya da Olimpiyat Oyunları nedeniyle inşa edilen yeni trenle bu upuzun sahilin önemli bir bölümünü gezip görebilirsiniz. Otobüslerin son durağı Varkiza, yeni trenin ise Glifada.

Otobüslerin derdi malum. Yoğun trafik, kalabalık ve klimaların genellikle arızalı olması... Yeni tren ile yolculuk rahat olmasına rahat da, sorun neredeyse kaplumbağa hızı ile gitmesi. Üstelik iki dakikada bir durak var. Zaten bu trenin emekliler için düşünüldüğü söyleniyor. Sabahları evi silip süpürecekler ya, kadınların o saatlerde kocalarına pek de yıllardır aynı yastığa baş koydukları hayat arkadaşları gibi baktıkları söylenemez. Eh adam emekli, nereye gitsin? Çıkıyor evinden sabahın bir vakti, yeni trene biniyor. Son durağa gitmesi, orada bir tur atıp kahve içmesi ve dönmesi akşamı buluyor.

Sahil şeridinde Rumların mezecisi, kebapçısı, midyecisi, baklavacısı ile İstanbul’a benzetmeye çalıştıkları, gökyüzü çanak antenleri ile dolu Paleon Faliron semtine rastlayacaksınız. Daha ilerideki Kalamaki ve Alimos’da denize sıfır kafelerde sabahın buraya göre erken sayılan saatlerinden (yani 11.00 civarı) itibaren servis yapılıyor.

Gözleri ve estetiği son derece rahatsız eden beton yığını Ellinikon’dan, belediye plajının bulunduğu Vula semtine kadar olan bölüm eğlence yerleri ile dolu. Romeo, Poseidon, Frangelico, Asteria, Thalasa ve daha nice müzikhol ve gece kulüplerinde yaz geceleri neler oluyor, ne siz sorun ne ben söyleyeyim! Alkol, libido, ter, bronzlaşmış bedenler, bir o tarafa bir bu tarafa kıvırmalar, tahrikkar ve tabii günahkar bakışlar...

Söz eğlenceden açıldı ya, geçenlerde Asteria adlı müzikholü teftişe gittim. Panos Kiamos adlı genç bir şarkıcı sahne alıyor. İnanın o kadar çok güzel genç kadının, o kadar dekolte kıyafetlerle o kadar çok masanın üstüne çıkıp dans ettiğini yıllardır görmemiştim. Çocuğun sesi güzel ama kadınlar durumu epey abartmışlar. Adam ne dese yapıyorlar. Kalkın diyor, kalkıyorlar, kıvırın diyor kıvırıyorlar, acı çekip daha çok kıvırın diyor, ‘emrin olur’ dercesine itaat ediyorlar, bir kadeh daha diyor, iki içiyorlar. Ne şanslı adam ya...

Bağımsızlığını ilan etmiş eğlence bölgesindeki Glifada bir zamanlar neredeyse tam bir Amerikan köyüydü. Atina’da yaklaşık 10-15 yıl önce kapanan bir ABD üssü vardı. Eğlence tarzları malum Amerikan askerleri buraya gelir, dolarlarını burada harcarlardı. Şimdi son derece lüks bir çarşısı olan Glifada’da, tabelasında ‘No dogs, No Greeks’ (Köpekler ve Yunanlılar giremez) yazan bar bile hatırlıyorum.

Atina’nın sahil şeridi Uzo ve deniz ürünleri satan kantinlerin olduğu Kavuri ve sosyete semti Varkiza ile devam ediyor. Ondan sonrası banliyö dışında. Sıra sıra yazlık villaların olduğu Aya Marina, Anavisos, Lagonisi, Nea Foça (yeni foça) ve Sunion.

Hani eğer buraya kadar gelirseniz, salaş iki balıkçı lokantasından birinde mutlaka mola verin.

Atina rehberi gündem elverdikçe devam edecek...
Yazının Devamını Oku

Aldırma gönül aldırma

9 Temmuz 2005
Türk medyasında çalışan İstanbullu Rum gazeteci Sisam (Samos) Adası’na gelir. Görevi iki ülkenin Turizm Bakanı’nın buluşmasını izlemek ve Yunan Turizm Bakanı ile özel röportaj yapmak. Türk Turizm Bakanı, nedense daha çok kendisinin güldüğü espriler patlatıyor. Turizm Bakanı esprilerine bir de etrafta kaç kişinin güldüğüne, ama gerçekten güldüğüne baksa...

Bakan’a Sisam’da denize girmesi öneriliyor. ‘Ben burada denize girmem’ diye başlıyor söze, tam kendine göre ‘espriyi’ patlatacak ki İstanbullu Rum gazeteciyi görüyor. İstanbullu Rum gazetecinin orada bulunmasını ‘esprisini’ sürdürmemek için mazeret gösteriyor. Ah sayın bakan ah. İyi ki o gazeteci oradaymış da, iyi ki orada bulunuşunu kendinize göre değerlendirdiniz de, esprinizi yarıda kestiniz...

Gazeteci bu ‘ayırımdan’ biraz kırıldı, biraz bozuldu, biraz öfkelendi.

Turizm Bakanı uzaklaştı.

Ve bir türkü mırıldandı gazeteci:

‘Görecek günler var daha aldırma gönül aldırma...’

İki gün sonra, Türk medyasında çalışan İstanbullu Rum gazeteci, kendisi gibi bir gazeteci ile birlikte tüm çabalarına rağmen, Yunan tarafının hazırladığı ve Yunanlı ile yabancı gazetecilerin bulunduğu 45 kişilik listeye (Türk medyasından bir tek Anadolu Ajansı’nın Yunanistan temsilcisi alındı) dahil edilmedi.

Son anda bir şey olur umuduyla İpsala’ya 44 kilometre mesafedeki Dedeağaç (Aleksandrupolis) şehrine geldi. Yunan Başbakanı’nın özel kalemini cep telefonundan arayarak son bir gayret gösterdi. ‘Maalesef gelemezseniz’ cevabını alınca içinden ‘Onca yıldır bu işin kahrını çektim. Öyle önemli bir günden, öyle güzel bir günden, öyle mutlu bir günden beni neden mahrum ediyorsunuz’ diye düşündü. Merak etti gazeteci, listeye dahil edilen Yunanistan’da akredite yabancı meslektaşları (tabii Anadolu Ajansı hariç) acaba ne haberler gönderdiler diye.

Bu buluşma Türkiye ile Yunanistan’dan başka kaç ülkeyi ilgilendiriyor acaba?

Dedeağaç’ta şiddetli yağmur yağıyor. Hudut kapısına giden yol da kapatılmış. Hani kıyameti kopartmaktan çekindiğinden değil, o güzel güne saygıdan, o mutlu güne gölge düşürmek istemediğinden sustu.

Ama bu ‘ayırımdan’ biraz kırıldı, biraz bozuldu, biraz öfkelendi.

Oteldeki odasına çıktı. Meriç Köprüsü’ndeki töreni naklen yayınlayan Yunan devlet televizyonunu izledi. Radyoları dinledi. Tören yerindeki meslektaşlarından ‘tüyo’lar aldı.

İşi bittiğinde yağmur dinmişti, güneş açıyordu. Sisam ve Dedeağaç’ta yaşadıkları geldi aklına. Zihniyet açısından aslında birbirlerinden pek uzak değillerdi.

İnsaf artık...

Ve bir türkü mırıldandı gazeteci.

‘Görecek günler var daha aldırma gönül aldırma...’

Meyhaneci papaz olur mu?

Yunanistan Kilisesi’nin karar organı sen-sinod meclisi, hangi meslek sahiplerinin maaşlı kadrolu din adamı olabileceğini, hangilerinin de olamayacağını belirleyen bir liste hazırlayarak ülkedeki tüm metropol kiliselerine gönderdi.

Bakın kimler din adamı olabilir?

Doktorlar, ama jinekolog ve adli doktor olmamaları şartıyla. Çiftçiler, balıkçılar, marangozlar, kunduracılar, devlet ya da özel sektörde çalışan elektrikçiler ve elektronikçiler, KİT’lerde çalışanlar, silahlı kuvvetler ve polis teşkilatında çalışan alt personel, öğretmenler, fizikçiler, kimyacılar, biyologlar, astrofizikçiler, sismologlar için de hiçbir sorun yok.

Buna karşı sen-sinod meclisi kararıyla yasaklı sayılan meslekler listesi şöyle:

1) Meyhaneciler; çünkü alkol skandallara neden olan ruhsal zararlara yol açabilir

2) Tefeciler

3) Taklit sanatlarıyla uğraşanlar; artistler

4) İnsanı Tanrı’dan uzaklaştırıp Şeytan’a yaklaştırdığından medyumlar ve büyücüler

5) Yüksek rütbeli askerler, polisler ve tabii siyasetçiler. Asker ve polisler emekliliklerinden sonra din adamı olabilirler.

6) Kumarbazlar ve şans oyunlarının oynandığı işletme sahipleri

7) Noterler ve avukatlar

8) Jinekologlar ve adli tıp doktorları.

Artistlere yasağın ‘dini dayanağı’ rol yapmaları. Noter ve avukatların ise meslekleri gereği her zaman ‘doğru yolu’ takip etmemeleri. Jinekologlar ve adli tıpçılar da ‘günahkar’ meslek sahibi.

Ya meyhanecilere ne demeli? Din adamlarının sofrasından şarap pek eksik olmaz. Yani bir yandan şarabın en safını iç, diğer yandan meyhaneciye cüppe giymeyi yasakla.

Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?
Yazının Devamını Oku

Sanatçının sırrı ve şanssızlığı

2 Temmuz 2005
‘Os tin akri tu uranu’yu (Gökyüzünün ucuna kadar) ilk kez geçen yaz Atina’dan 200 kilometre mesafede iki küçük otel, bir bar-kafe, iki de balıkçı tavernasının dışında sadece uçsuz bucaksız denizi ve küçük bir sahili olan Nea Epidavros köyünde, gün boyu sıcaklığını bahşeden güneşin artık dinlenmeye çekilmek için hazırlandığı bir vakit dinledim. Pek de iyi bir dönemim değildi. Pazartesilerin pazarlardan çok daha fazla olduğu dönemlerimdendi...

Ses uzaktan geliyordu ama tanıdıktı.

‘Dalga, al beni onun yanına götür’ diyordu Haris; ya da pohpohlayıcı adıyla Harula Aleksiu. Öylece kalakaldım. Yüzde 100 rock ‘Fazla beraber olmak öldürür’ün ilk notaları kulağımı okşadığımda ise o bar-kafenin garsonuna ‘Açın şunun sesini biraz’ dedim.

‘Zaman aşkımızı dondurdu/ Bir zamanlar şaka olsun diye söylemiştin/ Fazla beraber olmak aşkı öldürür/ Öpücüğümüzü dondurdu/ Bizi de öldürdü’ diyordu bu diyarın gelmiş geçmiş en büyük, en içli, en yürekli sesi.

Biraz deniz, biraz gün batımı, biraz halden anlamayan sevgili, biraz o dönem iyi gitmeyen işler, hepsi bir aradaydı işte. Harula’nın şarkıları peş peşe çalıyordu ve bir sonraki bir öncekinden daha mükemmelmiş gibi geliyordu.

HARULA İLE DÖRT MEVSİM GEÇTİ

Atina’ya döndüğümde ilk işim CD’yi almak oldu. Harula, Nea Epidavros’taki ‘mucizeyi’ dört duvar arasında da aynen tekrarlıyordu!

‘Beni herkesten iyi tanıyorsun/ O garip seyahatleri sen de yaptın/ İstediğinde beni bulman çok basit/ Bugün de bu tenha şehirde yine beni buldun/ Yanına al beni/ Paltonun içine gizle/ Kendi bedenin yap/ Ta beynin uç hücresine kadar, ta gökyüzünün ucuna kadar’

Evlat edindiği çocuğun askerlik çağına geldiğini, yaklaşık 35 yıldır da sahnede şarkı söylediğini düşünürsek, yaşını artık siz kestirin. Her kelimeye ayrı bir anlam kazandıran sesinin hálá bu kadar etkileyici olmasının belki de teknolojiyle ilgisi bulunduğundan şüphe ederek, Harula’yı geçen kış bir değil, iki kez izlemeye gittim.

Aynı ses, aynı büyü... Kulaklar dinledikçe, gözler Harula’nın ne fazla kilolarını, ne de ilerleyen yaşının izlerini görüyor. Gözler, sadece sanatçının bütünlüğü üzerinde odaklanıyor: ‘Hiçbir şey dün gibi değil/ Bir gün sonra sen hiçbir yerde yoksun/ Bir gün sonra ben bir gölge/ Ey kalbim, aşksız nereye gidiyorsun.’

Geçen yazdan bu yana tam dört mevsim yaşadık Harula’nın şarkılarıyla. Bilemiyorum Türkiye’de benzeri var mı ama Harula’nın bu albümü iki yıl üst üste en iyi müzik yapımı ödülünü aldı. Onlarca müzikhol ve yüzlerce, binlerce barın olduğu Yunanistan’da müzik hatırı sayılır bir sektör. Onca şarkının Türkçe’ye çevrildiğini düşünürseniz, sektörün boyutlarını daha iyi tahmin edebilirsiniz. Her yıl sayısız şarkı yazılıp bestelenmesine rağmen, Haris Aleksiu’nun ‘Gökyüzünün Ucuna Kadar’ı geçen yılın da, bu yılın da en iyi çalışması seçildi.

SIRRI, YENİLENEN HAYRAN KİTLESİ Mİ?

O her zamanki mütevazılığı ve ciddiliği ile ödülünü almak için kürsüye çıktığında şarkılarında nasıl hayatı ve aşkı basit kelimelerle anlatıyorsa, başarıyı da öyle basit anlattı: ‘Ben’ dedi Harula ‘bu çalışmanın neden tuttuğunu ilk başlarda anlamıyordum’; ‘Ben’ dedi Harula ‘dalgaya seslenerek beni yanına al diyordum, millet gidip kaseti alıyordu. ‘Ben’ dedi Harula ‘beni kucağına al diyordum, millet gidip kaseti alıyordu.’

Salonda alkış koptu.

İhtiyarı, orta yaşlısı, genci, hatta çocuğu bile dinliyor, seviyor Harula’yı buralarda. Sanırım başarıdaki sırrı, her çalışması ile özellikle genç kesimden yeni hayran kitlesi oluşturmayı bilmesi. Sırrı ise, her on yılda bir, profili farklı bir hayran kitlesine sahip olabilmesi.

Harula, Sezen Aksu ile 1999 depremi sonrası Atina ve İstanbul’da verdiği konserlerle Türkiye’de de tanındı. Tanrı belki de tek bir haksızlık etti sanatçıya. Yunanistan’da değil de sözgelimi Fransa’da kariyer yapsaydı yeni bir Edith Piaf olabilirdi.

Büyükanıt’ın ziyareti

S
iyasetten pek bahsetmeyeceğiz demiştik ta en başından ama bazı şeyleri yazmadan da edemeyeceğiz.

Muhtemelen okumuş veya duymuşsunuzdur; geçtiğimiz günlerde Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Yunanistan’ı resmen ziyaret eden ilk Türk Kara Kuvvetleri Komutanı olarak önce Atina ardından da Selanik’teki temaslarında bir çok ilke imza attı.

Artık, yalnız siyasetçiler arasında değil, askerler arasında da kurulan dostluklardan söz edebiliriz.

Orgeneral Büyükanıt açıklamalarında bir ilk adımın atıldığını defalarca vurguladı. Yunanlı muhatabı Korgeneral Nikolaos Duvas’ın ev sahibi olarak kendilerini en iyi şekilde ağırlamak için adeta çırpındığını söyledi. Ziyaretinin sonuçlarının da beklediğinden daha tatmin edici olduğunu belirtti.

İkili görüşmelerde neler konuşuldu bilmiyoruz elbet ama Orgeneral Büyükanıt’ın Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Nikolaos Duvas ile Selanik’teki Kara Harp Akademisi’nde bir mola sırasında bir sigara tüttürmeleri vardı ki -onca yıl bu işin içindeyiz izin verin bu kadarını söyleyebilelim- kurulan yeni bir dostluğun bariz işaretiydi...

Ancak, Korgeneral Duvas’ın neredeyse hiçbir açıklama yapmaması dikkatimizi çekti.

Geçtiğimiz günlerde muhtemelen bu ziyaretle ilgili haberleri okumuş veya duymuşsunuzdur dedik az önce. Peki, Yunan kamuoyu bu ziyaret hakkında ne okudu? Ne duydu?

Hemen hemen hiçbir şey! Orgeneral Büyükanıt’ın bize göre tarihi sayılabilecek açıklamaları nedense Yunan gazete ve televizyonlarına pek yansımadı. Yunan medyasındaki tablo şöyleydi: ‘Türk Kara Kuvvetleri Komutanı Yunanistan’a geldi ama Türk savaş uçakları Ege’deki ihlalleri sürdürdü.’

Büyükanıt ziyaretini izleme furyası içinde gözümüzden kaçmış olan gazete veya televizyon haberleri olabilir elbet ama biz bunu gördük, bunu yazıyoruz.

Yunanistan’da asker pek konuşmaz, hatta hiç konuşmaz. Sözgelimi kuvvet komutanları ya da genelkurmay başkanları ancak görev süreleri sona ermek üzere iken, bir, bilemediniz iki demeç verir. İstisnalar olmuştur ama bu kaide bozulmamıştır.

Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı’nın suskun kalmayı tercih etmesinde, ileriki bir yazımızda nedenlerini anlatmaya çalışacağımız medyanın tutumunun da etkisi var denilebilir.
Yazının Devamını Oku

Nur Batur’un veda partisi

25 Haziran 2005
Atina’ya geldiğinde bir iki kez dışarıda bir kafede oturup sohbet ettik önce. Sonra bir gün elinde hoş çiçeklerin olduğu bir saksı ile ofisimi ziyaret etme nezaketini gösterdi. Meslektaş olarak onca yıl birbirimize hep sevgi ve saygıyla yaklaştık. İyi bir iş yaptığımızda ‘mesleki rekabeti’ düşünmeden birbirimizi tebrik ettik. Atina’da özellikle de ‘kötü’ dönemlerde karşılaştığımız zorluklarda sanırım birbirimize hayli destek olduk. Yaptığı bazı işleri kıskanmadım desem yalan olur.

Çalıştığımız gazeteler aynı gruptu. O Hürriyet’in, ben de önce Radikal sonra da hem Milliyet hem de Radikal’in Atina temsilcisiydim. Çalıştığımız televizyonlar ise rakipti. O CNN Türk, ben NTV.

Kaç defa mesleki dayanışma çerçevesinde birbirimize haberler, fotoğraflar yolladık. Kaç defa televizyonlar için ‘ortak taktik’ izledik...

Nur Batur’dan bahsediyorum. Hürriyet’in yeni (üç ay oldu) Ankara temsilcisinden.

Yunanlı kaç politikacıya, kaç gazeteciye Hürriyet’in yeni Atina temsilcisi olduğumu söyledim; hep aynı cevapla karşılaşıyorum: ‘Nur Batur nerede?’ İnanın, Hürriyet’in yeni ofisi için anahtar yaptırmaya gittiğimde bile anahtarcı ‘Ya Hürriyet’in bir bayan muhabiri var’ dedi.

Kaç defa kızlarımızın büyümesiyle karşılaştığımız sorunlardan, kaç defa annelerimizin hastalıklarından bahsettik.

Nur Batur, geçenlerde Atina’daki ofis-evinde bir veda partisi verdi. Hükümetten, muhalefetten politikacılar, işadamları, diplomatlar, seçkin gazeteciler gelmişti. Başyazarımız Oktay Ekşi de bu güzel ve anlamlı geceye ayrı bir renk katarken, davetlilerin ilgi odağını oluşturdu.

Atina’ya ‘vedası’ bile Yunan devlet televizyonu NET’e haber oldu. Nur Hanım bu açıdan da bir ilke imza attı. Hükümet Sözcüsü yardımcısı Evangelos Andonaros ve eski hükümet sözcülerinden Vasilis Manginas’ı gördüm ekranda. Nur Hanım için hep iyi sözler söylediler. NET televizyonu son dakikada bile olsa Türkiye-AB ilişkileri için onun görüşlerine başvurdu.

Nur Batur’dan sonra Hürriyet’in Atina temsilcisi olmak daha bir zor. Daha çok çalışmak gerekiyor!

İTİRAF ET RECEP!

Yılın transfer bombasını ‘Suyun Öte Yanından’ açıklıyor. Fenerbahçe’nin kalecisi Recep maalesef ismini öğrenemediğimiz bir takıma transfer olmak için anlaştı. Şimdi Recep’in transfer haberini nasıl öğrendiğimizi en ufak detayları ile ifşa ediyoruz.

Yer, Atina Elefterios havaalanı. Genç yaşlarda ve yakışıklı sayılabilecek bir beyefendi havaalanı kapısından çıkıp sırada bekleyen teksilerden birisine binerek ‘center’ diyor.

Taksici kadın, Suyun Öte Yanından’ın hem dostu hem de ‘muhbirlerinden’ İstanbullu Rum, Pula. Beyefendinin cep telefonu çalıyor. Beyefendi Türkçe konuşmaya başlıyor. Hal hatır filan. Pula hiç bozuntuya vermeyip dinlemeye koyuluyor.

‘Kaleci Recep ile anlaştık her şeyde. Ama haberini sakın vermeyin. Birkaç gün bekleyelim. Çocuk tamam dedi her şeye’ diyor beyefendi. Az sonra Mikonos’a gideceğini, yatının orada beklediğini filan söylüyor galiba. Pula çakmak gibi. Ne ses ne seda. Türkçe bildiğini hiç belli etmiyor. Beyefendi şehir merkezine geldiklerinde taksiden iniyor. Pula Suyun Öte Yanından’ı arayarak bomba transferi duyuruyor.

Hemen Hürriyet’in spor servisini arayıp kaç tane kaleci Recep var diye soruyoruz. Fenerbahçe’mizden başka takımda olmadığı sonucuna varıyoruz ve size de iletiyoruz.

Recep, doğru söyle, kime transfer oluyorsun? Fenerbahçe’mizi bırakacaksan bir daha düşün. O beyefendi takside yalan söylemiyordu herhalde!

Adadaki eczane

Ege’de Rodos’un, Kos’un (İstanköy) da aralarında bulunduğu Onikiadalar Bölgesi’nde küçük bir ada Lipsi. Turistik filan değil öyle. Son yıllarda adı bir kez duyuldu, o da limanında ‘17 Kasım’ terör örgütünün beyni sayılan Aleksandros Yiotopulos yakalandığında.

Lipsi’de 2001 sayımına göre 704 kişi yaşıyor. Belediyenin web sitesine göre de 606 kişi.

İki yıl önce İtalyan eczacı Giulio Canabio ailesi ile birlikte turist olarak geldiği Lipsi’yi pek beğenmiş, pek sevmiş. Adayı gezerken eczane bulunmadığını da tespit edince eşi ve çocuklarına ‘Gelin buraya yerleşelim. Bir eczane açalım’ demiş.

Belediye başkanı Manolis Sideris’e giderek tercüman aracığıyla bu niyetini açıklamış. Pek sevinmiş belediye başkanı, hemen kabul etmiş, hemen destek çıkmış. Giulio’nun eczaneyi açmasına yardımcı olmuş. İtalyan da, İngilizce bilen bir Yunanlı genci kalfa alarak eczaneyi açmış.

İki yıl böyle geçmiş. Lipsi sakinleri mutlu. Ta ki bir gün Atina’dan gelen ‘kara habere’ kadar.

Eczacılar Odası, Giulio’nun Yunanca bilmediğinden ruhsatının elinden alınması için sağlık bakanlığına başvurmuş. Sağlık bakanlığı da başvuruyu kabul etmiş. AB vatandaşı Guilio kilit vurmak zorunda kalmış eczanesinin kapısına.

Kızmış, takip etmiş işin peşini. İtalya’nın Atina Büyükelçiliği bile sağlık bakanlığına ‘Hiçbir kararnamede, Yunanistan’da çalışmak isteyen AB vatandaşlarının mesleklerini icra etmek için Yunan dilini bilmeleri gerektiği belirtilmiyor’ diye mektup göndermiş. Sağlık bakanlığından ne ses ne seda...

Ailesini alıp İtalya’ya dönmüş dönmesine Guilio ama Lipsi sakinlerinin kahramanı da olmuş. Eczane açılmadan önce yirmi yıldır yaptıkları gibi ilaç alabilmek için ya Kilimli ya da Leros adasına gitmek zorunda kalan Lipsililer direnişe geçince sağlık bakanlığı yelkenleri indirmek zorunda kaldı.

Guilio adaya döndü, eczane açılacak ama ne zaman belli değil.

İtalyan’ı Eczacılar Odası’na ‘gammazlayanlar’ın Leros ya da Kilimli’deki eczacılar olduğu iddia edildi. Lipsililerin ilaç için gidiş-gelişleri kesilince işleri bozulmuş da ondan...

Kuzey Avrupa’nın her köyünde muhtemelen eczane vardır. Güney Avrupa’da sözgelimi İspanya’da, İtalya hatta Portekiz’de her köyle bir eczane olması yolunda muhtemelen çaba sarf ediliyor.

Ve ‘Suyun Öte Yanından’ soruyor: Guilio’nun ve Lipsi sakinlerinin başına gelenler acaba Yunanistan’dan başka hangi ülkede yaşanabilirdi?

Sözgelimi AB üyelik müzakereleri 3 Ekim’de başlayacak aday bir ülkede...

Siz de dersiniz?
Yazının Devamını Oku

Yunan gazetelerinin durumu

18 Haziran 2005
Yunanistan’da gazetelerin durumu hiç de iç açıcı değil. Satışlarda sürekli kan kaybı yaşanıyor. Birkaç yıl öncesine kadar hafta içi 500 bin civarında satan 22 günlük Yunan gazetesinin toplam satışı 350 bine düştü. Eğitim düzeyi hiç de küçümsenmeyecek, AB üyesi, herkesin politika konuştuğu ve herkesin pek çok şey hakkında az çok bilgisi olduğu Yunanistan’da, bütün gazetelerin toplam satışı tek bir Hürriyet’in bile çok gerisinde! Oysa ülkenin yaşam standartları ve yapısı göz önünde bulundurulduğunda muhakkak daha çok gazete satılması gerekir.

30 Mayıs-5 Haziran tarihleri arasındaki satışlara bakıyoruz. ‘Amiral gemisi’ Ta Nea (Havadisler) ortalama 69 bin 900 satmış. Onu, Elefterotipia (Hür Basın) az farkla (69 bin 700) izliyor. Üçüncü sırada ise 40 bin 200 satışla Ethnos (Ulus) var.

Bu üç gazete de kimi daha az, kimi daha çok Karamanlis hükümetine muhalefet yapıyor. Ama ilk sıraları paylaşmasının nedeni muhalefet yapmaları değil. Geleneksel olarak üçü de sosyalist Pasok’a yakın. Pasok 20 yıldır iktidarda iken de ilk sıralardaydılar.

Pazar günleri yayınlanmayan Ta Nea’nın sahibi bu diyarın ‘medya imparatoru’ sayılan Lambrakis ailesi. Ailenin ikinci gazetesi ise biz dış muhabirlerin sık sık ciddi ‘kaynak’ saydığı To Vima. Yunan medya çevrelerinde bu gazete ‘Bakanlıkların birisi yasa tasarısı hazırlar, önce To Vima’da yayınlanır sonra oylanmak üzere parlamentoya sevk edilir’ benzetmesiyle anlatılır. To Vima’da da asılsız haberlerin yayınlandığı oldu ama diğerlerine kıyasla daha ciddi bir gazete. Kaç satıyor derseniz, günde ortalama 15-16 bin. Hafta içinde verdiği eklere göre 1-2 euro arasında satılan To Vima, pazar günü geldi mi (fiyatı 2-3 euro arasında değişiyor), sıkı durun 200-210 bin satıyor!

Pazar günlerinin toplam satış rakamı 1 milyon 100 bin. İyi bir performans. Hafta içi satışların neredeyse üç katı...

To Vima’yı pazar günleri 197 bin 500 satışla, televizyonda yaptığı haber-programlarla büyük başarılara imza atan Makis Triantafilopulos ve siyasetten sanata her şeyle ti geçen Themos Anastasiadis’in yayınladığı ‘To Thema’ (Konu) takip ediyor. Elefterotipia ise (193 bin) üçüncü sırada.

Muhafazakar çizgideki Kathimerini (Günlük) ve Karamanlis hükümeti yanlısı geleneksel sağcı Apoyevmatini (İkindi) ile Elefteros Tipos (bunun da tercümesi Hür Basın) Yunanistan’ın diğer önde gelen gazeteleri.

Siyaset ağırlıklı gazetelerdeki düşüşün aksine, Espresso gibi günlük satışı 17 bin civarında olan ve Traffic (tercümeye gerek yok) gibi magazin ağırlıklı gazetelerin yükselişi ise ‘Millet siyasetten bıktı’dan çok, ‘Kim kimle ne yapmış’ merakından kaynaklanıyor.

Rumların First Lady’si

‘Kocam son derece mütevazı ve kibar biridir. Her kadının eşinde aradığı vasıflara sahiptir. Ailesine son derece düşkündür. Çocukları ile her zaman yakından ilgilenir. Torunlarını da çok sever. Şimdilerde torunlarına vermek için cebinde sürekli şeker bulundurur.’

Herhangi bir kadının otuz küsur yıldır aynı yastığı paylaştığı ve dört çocuk yaptığı erkeği için böylesi sözler sarf etmesi gayet normal de, söyleyen Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Tasos Papadopulos’un eşi Fotini oldu mu durum biraz değişiyor.

Fotini Papadopulu (isimlerdeki ‘-os’ eki sadece erkek için kullanılır) geçenlerde Rum Simerini Gazetesi’nde yayımlanan demecinde EOKA’cı geçmişinden sonra Kıbrıs Rum Yönetimi lideri seçilen ve Annan Planı’na karşı tavrıyla dünya siyaset sahnesinde ‘uzlaşmaz’ damgası yiyen Tasos Papadopulos’u savundu.

Çok zengin bir ailenin, Levendi ailesinin kızı olan Rum Kesimi’nin First Lady’si duyduğumuz, okuduğumuz kadarıyla espri gücü eksikliği bir yana, pek de öyle duygusal izlenimi vermeyen Papadopulos’un farklı bir profilini çizmeye çalıştı.

Tasos ile bazen politika bile konuşuyorlarmış. Bayan Fotini, kocası sorduğunda görüşünü söylüyormuş. Oysa Papadopulos paylaşmaya bile tahammül edemiyor gibi gözüküyor. Daha geçenlerde deneyimli Rum gazeteci Kiriakos Pieridis, Politis Gazetesi’ndeki bir yazısında Papadopulos’un Kıbrıs politikasını anlatırken, Dışişleri Bakanı Yorgos Yakovu’nun bile sırdaşı olmadığını ifade ediyordu.

Fotini Papadopulu demecinde, kocasının ‘duygusallığı’ ile ilgili tüyoyu da verdi aslında... Hani gözleri yaşlı Tasos’un referandum öncesi Rumları Annan Planı’nı reddetmeye çağırdığı ulusa sesleniş konuşması vardı ya, işte bu konuşma için ‘Çok duygulandım. Tasos ile 30 yıldır beraberiz. Öyle hislendiğini ya da duygularını dışa vurduğunu pek söyleyemem’ dedi bayan Papadopulu.

Bir de özlemini dile getirdi. KKTC’ye gitmek, bir zamanlar tatil yaptığı Girne’yi, Güzelyurt’u ziyaret etmek istiyormuş: ‘Gitmeyi çok istiyorum ama turist gibi değil, sınırlamalar olmadan.’

Bunlar da Papadopulos’ça sözler tabii...

Demeci dikkatle okuduk. Bayan Fotini görüşümüzü değiştiremedi!
Yazının Devamını Oku

Milli maçın ‘taktik’ analizi

11 Haziran 2005
Geçen cumartesi günü oynanan Türkiye-Yunanistan maçını izlemek için geldiğim İstanbul’da maç günü erken saatlerde yola koyuldum. Önce Beyoğlu’ndan, Balık Pazarı’ndan geçtim. Atina’ya ilk geldiğinde pazardaki satıcıya ‘Evladım (Yunanca), Ayşekadın fasulye (Türkçe) kaç para? (Yunanca)’ diyen, size garip gelebilir ama eski alışkanlığı yüzünden sık sık başörtüsü ile sokağa çıkan annemin ve bu diyarda yaklaşık 30 yıl yaşamasına rağmen, şöyle hızlı konuşan bir Yunanlı çıktı mı anlamadığını gizlemek için başını öne eğen babamın benden siparişleri vardı. Şekerci ‘Üç Yıldız’dan gül reçeli, yufka ve nane şekeri; az ötedeki balıkçıdan lakerda ve çiroz.

Elde poşetlerle İnönü Stadı’na vardığımda, zamanlar gibi melodilerin de değiştiğini sezdim. Hani sucu, hani kokoreççi, hani turşucu, hani ‘Oku oku minder yap’ diye bağırarak adını bile duymadığım gazeteleri satan çocuklar?

Maç öncesi CNN Türk’ün canlı yayınına katıldım. Yunanlı gazetecilerle sohbet ettik. Sonra stada girip koltuğuma oturdum. Şöyle bir etrafa baktım. Arka sıralarda spor yazarları vardı. Kadroların yazılı olduğu kağıtlar dağıtıldı. Yazarlarını bazılarının yüzü buruştu. Bazılarının buruşmadı. Kadroları okudum. Bir daha okudum. Şimdi ne yapsam? Renk vermemek en iyisi...

Ön sıralarda ise Yunanlılar oturuyordu. O da ne? İstanbullu Rumların kurduğu Yunanistan’ın üç büyüklerinden AEK’nın eski başkanı Makis Psomiadis gelmiş. Gece kulüpleri işletir Psomiadis, gece işi yapar. Futbol takımının başına geçmeden önce ise basketbol şubesinin başkanı idi. O dönemde video modası vardı ve gümrük vergileri çok yüksekti. AEK takımının basketbolcüleri Avrupa maçlarına hep içi boş büyük çantalarla gider, taşıyamayacakları kadar ağırlıkla dönerlerdi. Rivayetlere göre çantalar video cihazlarıyla doluydu. ‘Emanetler’ Atina dönüşü başkana, Psomiadis’e teslim edilirdi.

YEMEKLİ KOMPLO TEORİLERİ

Yine bir dönem, AEK eski SSCB’den dünya çapında bir takımla eşleşmişti. Adamlar sahada nedense çok ağır hareket ediyorlardı. Topu potaya atacak takatleri yoktu. Rivayetlere göre, acayip de karides kokuyorlarmış. Yine rivayetlere göre, Psomiadis maç öncesi sahibi olduğu bir restoranda ağırlamış rakip takımın oyuncularını. ‘Vallahi ayıp olur, yemezseniz gücenirim’ diye kilolarca deniz ürünü yedirmiş adamlara. Biraz ötede ise Yunan televizyonlarının ‘Acı var mı? ya da ‘Devlet nerede?’ tarzı sorular soran ana haber bülteni sunucusu Nikos Evangelatos’u gördüm.

Evangelatos hukuk fakültesi mezunu olduğundan nedense haberleri sunarken kendini savcı, hakim filan zanneder. Yanında da karısı vardı. ‘Televole’ tarzı programlar burada öğle kuşağında yayınlanır. Tatiana Stefanidu da bu kulvarda 1 numara.

İKİNCİ YARIDAKİ GÜZEL SÜRPRİZLER

O da ne? Mustafa Sandal çıktı sahaya. Ne güzel. Az sonra, takımlar, bando ve ellerinde bayraklı çocuklar dizildi yan yana; marşlar çalınıyor. Bir ara acaba maça değil de törene mi geldim diye düşündüm.

Sıra milli marşlara geldi. Yunan milli marşı çalıyor. Aynı, Atina’daki maçta İstiklal Marşı çalarken yaşanan manzara. Önce ıslıklar yoğun. Sonra sesiz çoğunluğun hakimiyeti. Yunan milli marşı biterken ıslık çalanların sayısı çoktan yarıya inmişti.

Ve maç başladı. Daha ilk dakikadan itibaren de canım sıkılmaya... Devre arası sevdiğim bir meslektaşım, eminim hiçbir kasıt olmadan, ikinci yarıyı birlikte izlememizi önerdi. Aynı temiz duygularla kabul ettim.

Müthiş bir ikinci yarı izledim. Sahada tempo yüksek, üstelik meslektaşımın yanında da yerlerinde duramayan güzel mi güzel iki Yunanlı genç kadın oturuyor. Yani tesadüfün böylesi! Almanya’dan geldiklerini öğrendiğim, birisinin Yunan milli takımının kalecisi Andonis Nikopolidis’in kız arkadaşı olduğu istihbaratını aldığım bayanlarla el ele tutuşmuş, bir o yana bir bu yana sallanırken buldum kendimi bir ara. Tuncay oyuna girdi, Yeorgakopulos oyundan çıktı...

Neyse, maç bitti. VIP tribününden çıkan hemen herkes kameraların önünde konuşuyor: ‘Şansızdık’, ‘Yenebilirdik’, ‘Yunan takımı Avrupa şampiyonu...’

Kişisel görüşüm, maçın üzerinden bir hafta geçti ama hálá oynanıyor olsaydı da skor levhasında 0-0 yazacaktı. Hakan Şükür oynasa da, oynamasa da...

Mimi’nin yeni aşkı

Mimi’yi hatırlıyor musunuz?

Bir zamanlar Yuanistan’ın first-lady’si olan Dimitra Liani’yi kastediyorum. 1996 yılında ölen eski başbakanlardan Andreas Papandreu’nun üçüncü ve son eşi Laini, ya da kısaltılmış adıyla Mimi yeni bir aşka yelken açmış diye duyduk.

Liani bir ara kendisinden hayli küçük ve Filiz Akın’a benzeyen Yunanistan’ın gelmiş geçmiş en çok sevilen sinema ve tiyatro yıldızı Aliki Vuliuklaki’nin son sevgilisi Kostas Spiropulos ile uzun bir aşk yaşadı. Spiropulos, Atina’nın gözlerden uzak sosyete semti Ekali’de Papandreu’nun Liani’ye bıraktığı dillere destan lüks villaya iç güveysi geldi ve 6-7 yıl Liani ile yaşadı.

Ancak bir süre önce bu aşkının bittiğini duyduk. Nedenine gelince, Kostas ‘murdarlık’ etmiş... Liani’nin annesi Polikseni Hanım ‘Kızım, Kostas’ın başka bir kadınla ilişkisi olduğunu öğrenince onu evden kovdu’ dedi açık açık.

Son zamanlarda haber programcılığına soyunan ama pek dikiş tutturamayan Liani’nin yaşı 50’yi geçti ama gönlü hálá genç... Dedikodulara bakılırsa bu aralar gönlünü bir sutopçusuna kaptırmış. Annesi Polikseni Liani, dedikoduları yalanlıyor. Ama bize göre ateş olmayan yerden duman çıkmaz.
Yazının Devamını Oku

Keskeki, yani keşkek

4 Haziran 2005
Sokrat, sürekli öğrenerek yaşlandığını söylüyordu. Yaşadığı dönemde tek tanrıdan bahsettiğinde deli muamelesi gören Sokrat, bu sözünde de yüzde 100 haklı. Malumunuz Ege’nin iki kıyısındaki önemli benzerliklerden birisi de mutfak kültürü. Türkler ve Yunanlıları yakınlaştıran önemli şeylerden biri de ortak değilse bile benzer mutfakları. Cacık-tzatziki, köfte-keftedes, musakka-musakas diye başlayan yüzlerce yemek ya tamamen aynı ya da hemen hemen.

Bu upuzun listeye düne kadar bilmediğimiz bir yemeği daha dahil ettik. Keşkek, yani keskeki’yi.

Meğer Atina’nın Melissia ilçesinde her yıl geleneksel Keskeki Festivali düzenleniyormuş. Paskalya bayramından bir gün sonra akşamdan köy meydanına getirilen kazanlarda aşurelik buğday ile sığır eti sabaha kadar kaynatılıyormuş. Sonrası vur patlasın çal oynasın...

Öğrendiğimize göre son Keskeki Festivali’nde bir günde tam 3 bin porsiyon dağıtılmış davetlilere. Keskeki hazırlanırken buğdayı elemek kadınların, kazanı karıştırmak kadın, erkek, çocuk herkesin işi.

Festivali düzenleyen ‘Güllübahçeli Agios Gergios’ derneğinin başkanı Hristos Kazos anlatıyor: ‘Dedelerimiz 1922’de Urla yakınlarındaki Güllübahçe’den geldiler. Beraberlerinde keskekiyi de getirdiler. Türkiye’de de geleneksel keşkek yapanlar olduğundan bugüne kadar habersizdik. Buluşalım, keskekiyi orada da burada da birlikte pişirip yiyelim.’ Dernek başkanının önerisi bizce çok güzel.

Bu arada, Hristos Kazos eşi ve bazı arkadaşlarıyla birlikte önceki hafta dedelerinin yurdunu dolaşırken yolları Akyeniköy diye bir köye düşmüş. Minibüs kiralayıp gitmişler. Birileri soymuş zavallıları. Kameralarını, pasaportlarını, paralarını çalmışlar. Jandarmaya gidip şikayette bulunmuşlar. Araştırdık, dosya Didim Savcılığı’na sevk edilmiş ve şüpheli üç kişi tutuksuz yargılanacakmış.

Neyse keşkek-keskeki’ye dönelim. Türkiye’de keşkek kuzu ya da tavuk eti ve aşurelik buğdayın yanı sıra nohut da eklenerek yapılıyor. Yunanistan’daki keskekinin nohutu yok eti de sığır.

Malzemeleri biraz farklı da olsa keşkek ya da keskeki, tarihlerinde sevgi ile nefreti içiçe yaşayan, iki komşu gibi kah kavga eden kah barışan Türkler ile Yunanlıların benzerliklerden birisi daha.

Hüseyin’in borcu

- Merhaba... Borcumu ödemeye geldim.

- Adınız?

- Hüseyin Ömer.

- Müşterilerimiz arasında görünmüyorsunuz.

- Hiç olur mu öyle şey. Ben borcumu ödemek istiyorum hem de faizleriyle. Hesapladım tam 2 bin Kıbrıs lirası (yaklaşık 3800 euro).

- Beyefendi. Bilgisayarlarımızda kayıtlı değilsiniz. Hangi borçtan bahsediyorsunuz?

- Sizin firmanız ‘Aleksandros Dimitriu’ değil mi? Tarım aletleri satmıyor musunuz?

- Evet öyle.

- Magosa’daki şubenizden 1960 yılında taksitle traktör almıştım. 1963’e kadar taksitlerimi muntazaman ödedim. Kıbrıs’ta olaylar çıktığında her şeyimi bırakıp İngiltere’ye gittim. Borcumu hiçbir zaman unutmadım. Tabii 42 yıl geçti üzerinden ama yine de ödemeye geldim...

Kıbrıs Rum Kesimi’nde, Lefkoşa’da, Rum şirketin personeli duyduklarına inanamıyordu. Borcunu ödemek için hiçbir zorunluluğu bulunmamasına rağmen, Kıbrıslı bir Türk tam 42 yıl sonra ortaya çıkıp hesabını kapatmaya gelmişti. Faizleriyle ödedi borcunu Hüseyin. Sonra da üzerinden büyük bir yükün kalkmasının verdiği mutlulukla çekip gitti.

Filelefteros Gazetesi’nde okuduğumuz ‘Namuslu Hüseyin 1963’teki borcunu ödedi’ başlıklı haber üzerine, Rum meslektaşlarımızı aradık, ancak Hüseyin Ömer’in izini bulamadık. Haber, Rum şirket tarafından basına duyurulmuş. Sizlerle de paylaşmak istedik.

Kıbrıs’ta sadece sorunlar, çözüm planları, referandumlar, baskılar, oyunlar yok. Hüseyin Ömer gibi insanlar da var!

Kahvenizden böcek çıkarsa

Bu yaz buralarda fredoccino ‘in’, başka ne kahve türü varsa ‘out’. Geçen yazın bir numarası buzlu capuccino yani fredo’nun pabucunu dama atan fredoccinoyu Yunanlılar pek sevdi.

Geçtiğimiz günlerde ‘Suyun Öte Yanından’ olarak küçük bir anket yaptık. Atina’nın sosyete semti, hani İstanbul’umun Nişantaşı’sı sayılabilecek Kolonaki’nin meydanında yan yana dizili kafeleri dolaşıp, koltuk ya da sandalyelerde kimler oturuyor yerine masalarda ne içiliyor diye araştırdık.

Herhangi bir kafede oturduğunuzda, bu ülkenin başbakanından tutun da, en ünlü sanatçısının, futbolcusunun, işadamının önünüzden geçip hatta sizi selamlaması mümkün.

Kolonaki’deki anketimiz her üç içecekten birisinin fredoccino olduğu sonucunu verdi. Anlayacağınız espresso, capucino, filtre kahve hatta Yunanlıların neredeyse ‘milli’ kahvesi sayılan frappe’ye itibar yok.

Fredoccino, espresso kahve ile toz çikolatanın az su ile katı bir köpük yapıncaya kadar çırpılmasından sonra biraz süt ve tercihe göre vanilya, çilek ve karamel aroması eklenerek hazırlanıyor.

EN BECERİKLİSİ YUNANLI

Söz kahveden açılmışken, Türk kahvesi ile Yunan kahvesi arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları bir başka yazıya bırakarak, mizah içerikli bir Yunan web sitesinde ‘Kim, kahvesinde bir böcek gördüğünde ne yapar?’ başlıklı yazıdan bazı bölümleri de aktarmak istiyoruz:

İngiliz: Kahve fincanını fırlatıp gider.

Amerikalı: Böceği kahveden çıkarıp içmeye devam eder.

Çinli: Kahveyi bir kenara bırakıp böceği yer.

İsrailli: Kahveyi Amerikalıya, böceği de Çinliye satar.

Yunanlı: 1) Böceği kahveden çıkarır. Kahveyi bir güzel içer. İkinci bir kahve ısmarlar, yarısını içtikten sonra içine böceği fincana atıp ‘olmaz böyle şey’ diye bağırmaya başlar. 2) Garson kendisini sakinleştirmeye çalışır ama nafile. Yüksek sesle durumu polise şikayet edeceğini, sağlık bakanlığını arayacağını ve kafeyi kapattıracağı tehditleri savurur. Müessesenin sahibi ikramlarla gönlünü almaya çalışır. Börek çörek ne varsa. 3) Midesinde rahatsızlık hissettiğini, hastaneye gidip muayene olacağını söyleyince pazarlık kızışır. Sonunda kafenin sahibinden para ödemeden ömür boyu yiyip içmek tavizini kopartır. 4) Başından geçenleri, daha doğrusu marifetini arkadaşlarına anlatır. Hepsi sırayla ceplerinde birer böcekle kafeye gelir, kahve ısmarladıktan sonra etrafa çaktırmadan böceği fincana atarlar ve aynı tehditler başlar. 5) Kafe sahibi bu durumla artık başedemeyeceğinden müessesesini kapatır. 6) İntikam duygusu ile yanıp tutuştuğundan haşarat ilacı üreten bir fabrika kurar.
Yazının Devamını Oku