Bu yazının yarısı Hrant Dink’in cenaze törenini izlerken oluştu.
Hrant ile son olarak Papa’nın İstanbul ziyareti sırasında karşılaştığımızda birbirimize rakılı masada buluşma sözü vermiştik. Olmadı. Bu yazının diğer yarısı ise cenaze töreninden sonra kızgınlığım geçip, sokağa pencereden değil de balkondan bakabildiğim bir saate hazırlandı. Ardından yazının iki yarısını birleştirdim. İlk yarısından bir paragraf, ikinci yarısından bir paragraf...
Çocukluk yıllarımda, paskalya bayramından iki gün önce bir kutsal cuma günü kiliseden çıkarken, evimize kadar sönmeden götürmeyi gelenek saydığımız mumları, birileri yolda elimizden alıp hatırlamadığım bir şeyler söyleyerek paramparça etmişti. Aileden hiçbirimiz tepki göstermemiştik, gösteremezdik. Öyle büyütülmüştük.
Kimdi bu insanlar? Mumlarımız, daha doğrusu biz, onları niye rahatsız ediyorduk? Neden o kalabalık yolda birileri çıkıp da oracıkta bize yapılan ayıba tepki göstermedi?
Ertesi yıl aynı gün kiliseden çıkarken mumlarımızı söndürdük. Görünmesin diye bir torbaya koyarak döndük evimize. Sonraki yıllarda da kiliseden çıkarken mumların hep sönük olmasına dikkat ettik. "Farklı" idik, yani "öteki"...
MADALYONUN BİR DE ÖBÜR YÜZÜ VAR
Çocukluk yıllarımda İstanbul’da oturduğumuz mahallede kardeşlerim vardı: Ali ve Bekir. İyi arkadaşlarım vardı: Selçuk ve bizden biraz büyük Cem ağabey. Kalbimin ilk kez farklı çarptığını hissettiğim Nilgün vardı. Voleybol oynayan Nil ve daha bir sürü tanıdık... Bir kez olsun, evet bir kez olsun onlardan farklı biri olduğumu hissetmedim, hissettirmediler.
Delikanlılığımın ilkbaharlarında Rumların takımı Beyoğluspor’da top oynadım. Hemen her maçta yeniliyorduk. Üstelik dayak da yiyorduk. Hakeme itiraz etmek haddimize değildi. Şu kulaklarım, bazı rakip takım oyuncularının arkadaşlarına moral vermek için "öteki" oluşumuzdan başlayan aşağılayıcı cümlelerine kaç defa şahit oldu.
Delikanlılığımın ilkbaharlarında amatör olarak Atakanspor’da da top oynadım. Veysel ile, Yunus ile, Serdar ile yan yana. Bir gün olsun aralarında "öteki" hissetmedim kendimi, hissettirmediler. Gol atarken kucaklaştık, gol yerken üzüldük.
1974 Kıbrıs olayları sırasında okuldan çıkarken, bazı insanların bizi keseceklerini ima eden el hareketlerine, küfürlerine günlerce muhatap oldum.
1974 Kıbrıs olayları sırasında okuldan çıkıp o kepaze "barikattan" geçtikten sonra mahalleme geldiğimde komşularımızın, arkadaşlarımın sımsıcak kalplerini buldum.
MUMUMU PARÇALAYANLAR HÁLÁ ARAMIZDA
Meslek hayatıma profesyonel anlamda Anadolu Ajansı’nda başladım. Önce yıllarca saygı sevgi gördüm amirlerimden. Sonra aynı Anadolu Ajansı’nda hálá kabullenmek istemediğim bir zihniyet, sırf "öteki" olduğum için bana cehennem hayatı yaşattı. Yuvamdan kopmak zorunda bırakıldım.
Meslek hayatımın özel sektörde devam eden aşamasında da "Yorgo" adını sakıncalı sayan Türk siyasetçilere de, meslektaşlara da rastladım. Ancak bunların çok az olduğuna inanıyorum. Çünkü bir "Yorgo" istediği kadar meziyetli olsun, Hürriyet, Radikal, Milliyet, NTV, CNN Türk ve TRT radyosu gibi medya kuruluşlarında, Türkiye’yi birinci derecede ilgilendiren bir merkezden, Yunanistan’dan haber geçebiliyor ve yazı yazabiliyorsa, bu öncelikle onu "öteki" görmeyen zihniyetlerin sayesindedir.
Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra Türk basınında çıkan pek çok yazıyı okudum, televizyonlarda, radyolarda pek çok görüş dinledim.
Demek ki, çocukken kilise çıkışı mumları elimden alanlar, "Burası Türkiye, Türkçe konuş" diyenler, futbol oynarken beni dövenler, meslek hayatımda sadece "öteki" sayıp haksızlık edenler hálá dimdik, hálá ayakta, hálá aynı kafada...
Ancak, bir "Yorgo" olarak biliyorum ve söylüyorum.
Bu kafalar kesinlikle Türkiye değil!
Güven-ekmek-insan ve İsmail Cem
Takvimler 2001 Haziran’ını gösteriyordu. Kuşadası’nın karşısındaki Sisam adasında idik ve o gün tarihe ihanet edildi.
Dönemin Yunan Dışişleri Bakanı Yorgos Papandreu, ünlü besteci Vasilis Tsitsanis’in yıllar önce yazdığı "Bulutlu Pazar" ile zeybek dansı yaparak medyanın gündemine damgasını vurmuştu. Oysa, birkaç saat önce Sisam’da düzenlenen basın toplantısında İsmail Cem’in söyledikleri, Papandreu’nun o dansından çok ama çok anlamlıydı.
Yunanlı gazeteci, "Türk-Yunan ilişkilerindeki sorunları sıralar mısınız?" diye soruyor. Herkesin beklentisi, Kıbrıs’tan, Ege’den başlayan bir dizi sorunların sıralanması. Kıta sahanlığı, hava sahası, karasuları, askeri uçuşlar, Batı Trakya ve diğerleri...
İsmail Cem hepimizi şaşırttı. Üç kelimeyle anlattı tüm sorunları: Güven-ekmek-insan.
"Güven, çünkü iki ülke ilişkilerinde sıcak bir olay, bir gerginlik ihtimali tamamen ortadan kalkmalı. Ekmek, çünkü ekonomik ilişkiler geliştikçe iki taraf da kazançlı çıkıyor. Ve insan, çünkü halklar birbirini tanıdıkça anlayış-hoşgörü-sağduyu kök salıyor. Bunlardan daha önemli bir Türk-Yunan meselesi yok" dedi İsmail Cem.
Ertesi gün Sisam’dan Kuşadası’na geçerken, Papandreu ve Cem ile bizlerin içinde bulunduğu tekneler Türk ve Yunan sahil güvenlik botlarının eşliğinde Ege’yi yararken, o çilekeş masmavi sular ne denli sevindiler bilemezsiniz.
BUGÜNÜ İSMAİL CEM’E BORÇLUYUZ
İsmail Cem, 1999 yılında başlayan Türk-Yunan yakınlaşmasının mimarıdır. İzlediği politika, ılımlı açıklamaları ve imzaladığı anlaşmalar bir yana, Yunanlının kafasındaki "Türk imajı"nı değiştirmeye çalıştı. En azından Yunan halkının kendisine "acaba" sorusunu sormasına yol açtı.
Bugün Yunanlıların en sevdiği Türk politikacı olarak hatırlanıyorsa, bu çabasında başarılı olmuştur.
Atina metrosuna bindiğinde Yunanlı bir kadının fırlayıp oturması için yerini Cem’e vermesini ve "sizi seviyoruz" demesini unutmayacağım.
Pek çok başkentte karşılaştım İsmail Cem ile. Sohbetlerimiz oldu. Yazılmaması kaydıyla söyledikleri vardı. Hepsi yapıcıydı ve karşı tarafa anlayışla, hoşgörü ile bakıyordu.
Atina’dan bildiren bizler, onca yıl Yunanlı politikacıların açıklamalarını "tahrik etti", "tehdit etti" diye tamamlayan cümlelerle geçerdik. Yunanlı politikacılar için eğer "jest", "dostluk mesajı" kelimeleriyle eklenmiş haberler geçtiysek ve geçiyorsak, bunu büyük ölçüde İsmail Cem’e de borçluyuz.