"Her şeyi ince eleyip daha önceki Türk-Yunan karşılaşmalarının aksine küfür ve hakaret içeren panoların stada sokulmasını engelleyen ve maç boyunca fazla göze batmamaya itina gösteren Yunan güvenlik güçlerine teşekkürler.
İstiklal Marşı çalarken aleyhte tezahürata başlayan azınlığı susturan ve yarınlar için ümit veren sessiz çoğunluğa teşekkürler.
Maç öncesi ve sonrasındaki davranışlarından dolayı Karaiskaki’deki ’sessiz çoğunluğa’ bir kez daha teşekkürler.
İmza: Onca yıl onca sıkıntı çektikten sonra birkaç yıldır nefes alan Türk-Yunan ilişkileri"
Radikal Gazetesi’nde 12 Eylül 2004 tarihinde yayınlanan "Suyun Öte Yanından"ın konusu, Dünya Kupası elemeleri için Atina’da oynanan Yunanistan-Türkiye maçı idi.
Şimdi ikibuçuk yıl sonra geçen cumartesi bu kez Avrupa Şampiyonası elemeleri için aynı statta oynanan maçtaki çirkinliklerden sonra, imzayı değiştirmiyor ancak "teşekkür" yerine "ayıp" diyorum.
Karaiskaki stadında meydana gelen çirkinliklerin arkasında yatan nedenler son derece düşündürücü. Her şeyi "bir avuç serseri"ye mal etmek, devekuşu misali kafayı kuma gömmekten başka bir şey değildir.
Önce hakem başlama düdüğünü çaldığında, Yunanistan’da gündemde ne vardı bir bakalım.
İlkokul 6. sınıfta okutulan tarih kitabı, günlerdir kamuoyunu meşgul ediyordu. Yaklaşık 4 yüzyıl süren Osmanlı İmparatorluğu döneminde Yunanlıların "çektikleri eziyetler" ile ilgili yazılanların, söylenenlerin hayli abartılı olduğunu ortaya koyan, 1821’de Osmanlı’ya karşı bağımsızlık mücadelesi dönemi ile ilgili yine bugüne kadar yazılanları, söylenenleri bir denli çürüten ve 1922’de "Küçük Asya Felaketi"ne (Kurtuluş Savaşı) şimdiye kadarkinden farklı boyutlar getiren yeni tarih kitabı için buralarda kıyamet koptu.
Din adamları, aşırı milliyetçi politikacılar, aşırı milliyetçi öğretmenler, yazarlar tarih kitabı hakkında etmedik lanet bırakmadılar.
Maç günü de, 24 Mart’ta, Atina’da Osmanlı’ya karşı mücadelenin başlangıcını simgeleyen 25 Mart Milli Bayramı nedeniyle öğrencilerin geçit töreni sırasında bir grup faşist, eğitim bakanının gözleri önünde bu kitapları ateşe verip yaktı.
"Demokrasinin beşiği" Atina’da, 22 yıldır AB üyesi Yunanistan’ın başkentinde Ortaçağ manzaraları...
Buralarda geçen cumartesi esen hava; "Türklere 4-5 gol atacağız. Bayraklarımızı alıp sokaklara döküleceğiz ve sabaha kadar eğleneceğiz" idi.
Şimdi "golleri Türkiye atınca burukluk öfkeye dönüştü ve olanlar oldu" mazereti inandırıcı değil. Çünkü çirkinlikler daha futbolcular sahaya çıkarken hatta çıkmadan başladı.
Aynı şekilde, erken saatlerde stadyuma girip Nazi selamı ile Yunan milli marşını söyleyen, Türkler aleyhinde sloganlar atan, çirkin, rezil panolar açan faşistler de tek suçlu sayılamaz. İstiklal Marşı çalınırken ıslıklayanlar 50-100 kişi değildi. Yunan televizyonundan izlediğim kadarıyla 33 bin kişilik stadın tümü neredeyse aynı şeyi yaptı. Maç boyunca "eylemciler" de 50-100 kişi değildi.
İkibuçuk yıl önceki maçta ıslıkları susturan "sessiz çoğunluk" bu kez yoktu. İkibuçuk yıl önce maç boyunca hemen hiçbir taşkınlığa fırsat vermeyen o insanlar nerede idi?
Aynı şehirde, aynı statta, aynı takımlar arasında oynanan iki futbol maçında, seyircinin tepkisi göz önüne alınırsa, bu süre içinde Türk-Yunan yaklaşımının önemli kayıpları var.
Acaba insanların yüreklerinde, Yunanistan devleti kurulduğunda "temeltaşı" olan "kötü Türk" imajı hálá devam ediyor mu düşüncesiyle ürktüm.
Doğrusunu isterseniz, ertesi gün bu şehirde biraz "pişmanlık" havası koklamadım desem de yalan olur. Bu "pişmanlık" geçici mi, onu bilemem. Sözgelimi, ciddi bir şirketin kamuoyu araştırması, İstiklal Marşı çalınırken ıslıkları "kabul edilmez" sayanları yüzde 63, "doğru bulmayanlar"ı yüzde 27.5, "gerekçesi var" diyenleri de yüzde 8.8 olarak gösterdi. Aynı araştırmaya göre, maçın 4-1’lik skorunu "sadece bir yenilgi" görenlerin oranı yüzde 74. "Milli bir utanç" bulanların oranı yüzde 10.1, "Türkiye’ye karşı kaybetmeyi rencide edici" sayanlar da yüzde 15.3.
Ve Yunan medyası da oturup özeleştirisini yapsın. Karaiskaki’de yaşananları bir gün sonra kınama yarışına girmek yerine, maç öncesi ne yazmış ne söylemiş bir baksın.
’Hayat bir oyun’ mu
Türk televizyonlarında yayınlanan "Bizim acımız sizden büyük. Kocanız çalışıp ekmeğinizi getiriyor. Halinize şükredin" tarzı programlar burada da var. Aynı şekilde "Anlat bize anılarını Sacide. Müziğe kaç yaşında başladın" sorulu programlar da eksik değil. "Bugün ne pişirelim?" sorusuna cevap vermek için üç tencere, beş tas, iki kase yemek, stüdyolardaki mutfaklarda burada da her gün çöpe atılıyor.
Özel televizyonlar bu tip programların sunucularına istedikleri parayı verebilirler. Program ve sunucusu izleniyorsa, seviliyorsa, reklam getiriyorsa bana göre aldıkları helal olsun. Peki devlet televizyonlarında bu yapımların maliyeti ne?
TRT hakkında bilgim yok ve haddim değil. Buna karşı ödediğim her elektrik faturasında payı bulunan ERT (Yunan Radyo Televizyon Kurumu) söz konusu olunca eh bir şeyler söylemek hakkım. Hatta benim gibi düşünen daha birçok insan olmalı ki, savcılık devlet televizyonunun NET kanalı hakkında soruşturma açtı.
NET, öğle kuşağında her gün iki saat süreyle yayınladığı "Hayat Bir Oyundur" programına 180 bölüm için tam 2.5 milyon Euro ödedi.
Sözleşme ortaya çıkınca büyük gürültü koptu. "Ödediğim paralar nerelere gidiyor" diye...
Programın sunucusu Anna Druza. Ekranda tanınan bir isim. Maaşının 20 bin Euro olduğunu, 2 milyon Euro’dan fazlasının ise 50 kişilik ekibe ve diğer yapım masraflarına gittiğini söyledi.
Ancak Druza, yapımcı firmaya kendisinin de ortak olduğu ortaya çıkınca pek bir şey diyemedi tabii.
Üstelik yapımcı-sunucunun bir bakanla akrabalığı olduğu dedikoduları da aldı yürüdü.
Savcılık şimdi ortalama izlenme payı özel televizyonların çok gerisinde olan NET’in, bu kadar büyük rakamlı bir sözleşmeyi neden imzaladığını araştırıyor.