Bir süredir sabahları Aya Sava Hastanesi’ne gidiyorum ihtiyar babamla.
Atina Emniyet Müdürlüğü’nün hemen bitişiğindeki bu hastanenin diğer adı "Kansere Karşı Mücadele". Hastanelerden oldum olası kaçınırım. Bir de hiçbir zaman unutmayacağım acı tecrübelerime, doktorlara bakış açımı eklerseniz, eh bu ilkbahar sabahları halimi anlamak güç değil.
Saat 08.45’te ışın tedavisi bölümünde randevumuz var. Fazla sürmüyor işimiz, 10 bilemediniz 15 dakika. Seansların bitiminde, babamı takip eden profesöre muayeneye gidiyoruz. Burada işimiz uzun. Sıramız gelinceye kadar bazen 2, bazen 3 saat geçiyor.
Aya Sava Hastanesi’ne ilk gidişlerim tam bir dramdı. Ne var ki zamanla bilmediğim bir dünya keşfettim orada. Farklı insanlar tanıdım. Bu körolası hastalığa karşı başları dimdik mücadelelerini verenleri.
Işın tedavisi bölümünde ihtiyar bir adam ve karısı "sabah keyfi" gibi. Birlikte geliyorlar. Boş iki sandalye varsa ne ala, yok tek bir sandalye boş ise "sen otur" kavgasına başlıyorlar:
- Ben ilkokulu bitirdim. Kız hiç okumadı. Hep dırdır eder ama iyi kızdır aslında.
- Ah bilseniz ne tuhaf adam... Çekilmiyor çekilmiyor.
Derdimizi unutup bir an gülüyoruz hepimiz. İhtiyar adam okşamak için elini karısının omzuna yaklaştırıyor. Nafile: "Çek elini burdan."
Dayanamıyorum. Kışkırtıyorum ihtiyarları:
"Zamane kadınları olsa, yanında bir gün oturmazdı. Dua et karına."
Sıramız geldiğinde babamın soyunmasına yardım ediyorum. Önce gözlükleri, kazağı, gömleği, fanilası. Üzeri çizgilerle işaretlenmiş, yorgun bedenine bakamıyorum. Doktorlarla futbol ya da bilgisayar muhabbetine giriyorum.
SIRLAR 40 YILLIK DOST GİBİ PAYLAŞILIYOR
Muayene için profesörü beklerken dikkat ediyorum da kimse kimseye pek "geçmiş olsun" demiyor. Dilekler "iyi yaşam", "sağlığın bozulmaması" ve "iyi mutlu günler" için. Dikkat ediyorum da, yan yana sandalyelerde oturanlar birbirlerini ilk defa bile görseler 40 yıllık dost gibi paylaşıyorlar sırlarını.
İki genç kadını dinliyorum:
- Hayata bakışım değişti. Hiçbir şeye eskisi gibi önem vermiyorum.
- Yazın denize giriyordum. Vücudumdaki işaretlere aldırmadan. Plajda, sırtımdaki artı işaretlerini dövme sananlar vardı.
- Kanser ile yaşamayı öğrendim. Birazdan sıram gelecek. Ne diyeceğini biliyorum doktorun. Ne yapayım, bu da geçecek.
Aynı kadının sırası geliyor birazdan. Birkaç dakika kalıyor içerde. Çıkarken orada tanıştığı öteki kadının sormasına fırsat vermeden "Dediğim gibi, maalesef yeni seanslar yapmam lazım."
Selamlaşıyorlar. Genç kadın hızla uzaklaşıyor.
Biraz sonra aynı sandalyeye peruklu genç bir kadın oturuyor. Biraz telaşlı. Yanındaki hemen sakinleştiriyor.
- "İki küçük çocuğum var..."
Az ötede bir delikanlı cep telefonundan konuşuyor: "Tamam sinemaya gidelim." Teyzesi ile gelmiş. Teyze, hastanenin koridorlarını çok aşındırmış olmalı ki, hemen herkesi tanıyor, şakalaşıyor.
"Yine mi başladı, yine mi çıktı" diye soranlara, gülerek "Hayır yeğenimi getirdim. Bizim aile bu hastalığı emekliye sevkedecek" cevabını veriyor.
Kaç insanın öyküsünü dinledim, kaç insanın muayene odasına girerken gözlerinde umudu okudum, kaç insanın o odadan çıkarken korkusunu, kaç insanın mücadelesinden vazgeçmemekteki kararlılığını gözledim.
Aya Sava Hastanesi’nde telaş yok, bağırıp çağıranlar yok. Sinirli, saygısız personel yok. Sabırsız hastalar yok. Hatta sıra çalan bile yok. Sanki zaman donuyor burada. Herkes her şeyin bilincinde. Hiç hırs görmedim, hiç paradan puldan konuşulduğunu duymadım koridorlarda.
HAYATI ARTIK DAHA BİR BAŞKA SEVİYORUM
Hastane dönüşü her defasında artık güneşi, havayı bir başka seviyorum. Derin nefesler alıyorum. Her defasında koşmak geliyor içimden. Bir an önce ofise dönüp gazete okumak, haber yazmak için can atıyorum. Daha bir sürü şey yapmak istiyorum.
En küçük şeylerde bile mutluluk zerreleri arıyorum. Düşünsenize daha geçen çarşamba günü Aya Sava Hastanesi dönüşünde bir elektrik direğine yapıştırılmış küçük bir afiş bile mutlu etti beni.
Atina’dan 80 kilometre ötede Halkida’da, Rio adlı bir mekanda 9 Nisan’da Kibariye’nin konseri varmış.
Giderim, giderim elbet...
İstanbul kokusu
Biz İstanbullu Rumlar, aramızda Türkçe konuşurken İstanbul’a İstanbul, Rumca konuşurken de "Poli" yani şehir deriz. Yunanlılar malum "Konstantinupoli"...
"Konstantinupoli" adının fanatik Yunan milliyetçileri için ne anlam taşıdığı malum. "Konstantinupoli"nin ne zaman "masum" ne zaman "sinsi" olduğunu bilecek kadar büyüdüm. Yani sokaktaki adamın istisnalar hariç "Konstantinupoli" derken, Türkiye’de sokaktaki adamın "Thesaloniki"ye Selanik ya da "Komotini"ye Gümülcine demesi gibi olduğunun farkındayım.
Şimdi bu konuyu neden açtım? Muhteşem bir CD dinledim. Anlatmak istiyorum, ama kapağında yazılanlar yanlış anlaşılırsa, o zaman bu çalışmaya yazık olacak, ondan korkuyorum.
Üç CD’den oluşan çalışmanın Yunanca adı "Aroma tis Polis" yani biz Rumlar’ın, anadilimizi konuşurken İstanbul’a verdiğimiz ad.
Hemen altında İngilizce "Constantinople’s Aroma", onun altında da Türkçe "Konstantinupoli’den 39 Şarkı". Kapağın resminde bir posta damgası var. Burada "İstanbul" diye yazıyor.
Bu çalışmanın misyonu önemli. Hani sürekli iki halk arasındaki benzerliklerden bahsederken "müzik" ilk sıralarda yer alır ya, bunun yüzde 100 doğru olduğunu çatır çatır kanıtlıyor her şarkı.
Şinanay Yavrum’dan Kadifeden Kesesi’ne, Ömer Faruk Tekbilek’den Grup Gündoğarken’e, Glikeria’dan Agathonas İokovidis’e kadar, kimi Türkçe kimi Yunanca kimi de Türkçe-Yunanca şarkıların. Barbaros Erköse’den Şehnaz Longa, akordeon üstadı Kulaksidis’den kasap havası... Ne ararsanız var dünden bugünden.
İki CD’ye sığdırılmış notalar. Üçüncüsünde ise İstanbul manzaraları. Göze de hitap etmeyi düşünmüşler.
Ve bir parça da tarçın.
İstanbul koksun diye.
İstanbul kokusu...
Bu kokuyu hissedenler, daha da ötesi hissedip kendinden geçenler şanslı.