Ergenlik çağını acımasızca yaşayan onbeş yaşındaki genç bir kızın verdiği sözlere bir baba ne kadar güvenebilir?
Kızım Marianna’nın ısrarı ve verdiği sözler yüzünden sekizbuçuk gün için bir dişi, Ema girdi hayatıma. Kısa görünebilir beraberliğimiz, ama birbirimiz hakkında anlatacağımız çok şey var. Tabii her birimizin kendi dilinde.
Epey pahalıya patladı bana. "Başlık parası" derken, yatağı döşeği derken, güzel olsun diye tarağı, parfümü, şampuanı derken elim iyiden iyiye cebime gitti.
Hem ilk andan ısınmıştım Ema’ya, hem de kızım Marianna eve yeni bir "kadın" girmesinden şikayetçi değil, tam aksine mutluydu.
Ema sabahları hep benden erken kalkardı. Sessizce oturup uyanmamı, kahvaltı etmemizi beklerdi. Ben buzlu kahvemi içerken o tuhaf bir karışımı yerdi. Kahvaltısı asla yirmi dakikayı geçmezdi. Siluetine dikkat etmeliydi.
Temizlik, güzellik faslımız başlardı sonra. Her yerinin temiz olmasına gayret ederdim. Bir kapının camı ayırırdı günboyu birbirimizi. Bilgisayarımın başında çalışırken, beni izlemekle geçirirdi gününün büyük bir bölümünü.
"Sevmelerimiz" öğle vakti olurdu, üstelik uluorta. Severken birbirimizi, dokunurken birbirimize, sarmaş dolaş olurken, yoldan geçenler bakışları ile gülüşleri ile selamları ile yeni başlayan bu aşkı onaylıyorlardı.
Akşamüstü Marianna gelirdi. Hal hatır sorardı Ema’ya, eh onbeş dakika kadar da ilgilenirdi. Sonrası malum, zamane gençliği: Cep telefonu, mp3, Green Day topluluğu, bilgisayar, chat. Ema sessizce bakardı arada bir başını kaldırıp kendisine gülümseyen Marianna’ya.
Sabırla beklerdi akşam yemeğini. Sabırla beklerdi beni akşam sevmelerimiz için.
Tam yedinci gündü ki, Marianna ile ciddi ciddi Ema’nın geleceğini konuşmaya karar verdim.
"Ne zaman ilgileneceksin?" , "Verdiğin sözleri ne zaman tutacaksın?" , "Hani ikimiz de fedakarlık yapacaktık?"
Ne sorduysam cevap alamadım doğru dürüst.
Ertesi gün Ema ile ayrı dilden de olsa yine konuşmalarımız sevmelerimiz devam etti. Ancak ne var ki, kısa beraberliğin uzun bir aşka dönüşmemesine de karar vermiştim.
Ayrılmalıydık. İki kez sokağa çıkmıştık topu topu, o da doktora gitmek için. Hiç dolaşmamıştık elele ve ayrılmalıydık.
Dört aylık labrador köpeği Ema’yı ya satın aldığım mağazaya iade edecektim, ya da mutlu olacağına inandığım birine verecektim. Mağazanın vitrininde kağıtlar içinde oynarken, acıyı tekrar yaşayabileceği birinin dikkatini çeksin istemedim. Atina dışında büyük bahçeli bir evde, iki küçük çocuğu ve üç köpeği ile yaşayan tanıdık bir çifte hediye etmeyi yeğledim. Yatağını, tarağını, oyuncaklarını hatta biskuvilerini bile verdim. "İstediğin zaman gel gör’ dediler. Şimdilik pek zannetmiyorum.
Marianna’ya durumu anlattığımda yer gök inledi. O bağırdıkça, kendimi "senin derdin aşılarını yaptıktan sonra Ema’yı sokağa çıkarıp dolaştırmaktı. Sorumluluk başka bir şey" diye savundum. Köpeklerin huyu suyu ve bakımı için aldığımız kitaba, CD’ye göz bile atmadığını söyledim.
Vicdan azabı çekmedim desem yalan. Bakamayacağım bir köpeği neden aldım? Koskoca adam, bir anı bir anına uymayan genç bir kıza nasıl kanar? Kızıma sözümona "ders" vereceksem, Ema’nın günahı neydi? Niye daha fazla sabredemedim? Ama o zaman ayrılmamız ikimiz için de daha zor olmaz mıydı?
İçimden sesler "Ema, sekizbuçuk günlük bir beraberlikti bizimkisi. Emin ellerdesin. Affet ve unut beni" diyor.
Bu satırlar perşembe sabahı saat yedide yazıldı. Dışarı bakıyorum artık Ema yok. Sadece kapı camının üzerinde parmak izleri. Okulunun tatil olmasına rağmen Marianna da yok. Kırgın, küs bana. Bu genç kızla ne zaman anlaşabileceğim bilemiyorum.
İlk kez değil ki bir çuval inciri berbat ettiğim. Pazar günü Paskalya bayramı. Cumartesi gecesi kiliseye gidelim diye sarı renkli iki mum almıştım. Masanın üzerinde öylece duruyor.