İnsanlarda bir garip telaş. Herkeste bir an önce kafasındaki adrese ulaşma furyası. Sanki 10 dakika gecikseler dünya başlarına yıkılacak.
Trafik kaosa dönüşür. Trafik lambalarında araçlar için yeşil ışık yanması ile ilk korna sesinin duyulması en kısa zaman birimi haline gelir. Atina’da da Selanik’te de diğer şehirlerde de her salı, her perşembe ve her cuma, saat 13.30 dediniz mi aynı manzara tekrarlanır.
Ta saat 17.30’a kadar sürecek siesta vakti...
Siesta kelimesinin kökeni eski Roma’ya dayanır. Güneşin doğuşundan sonra altıncı saat anlamında "sexta ora"dan gelir.
Öğle yemeği alışkanlıkları pek bulunmayan Yunanlılar siesta için evlerine döndüklerinde önce ayaküstü bir şeyler atıştırırlar. Sonra hiç vakit kaybetmeden doğru yatağa, doğru kanepeye. Aile sorunlarının tartışılacağı, karı-koca dırdırının yapılacağı vakit değildir.
Uyuma zamanı, dinlenme zamanıdır. Bazen bir, bazen iki saat, bazen daha da fazla sürer şekerleme. Her şey bir gün öncesinde kişinin saat kaçta uyuduğuna bağlı.
Derin bir sessizlik çöker Atina’ya, Selanik’e. En ufak ses bile kuru gürültü sayılır. Televizyonu ya da müziği fazla açmak kimsenin haddine değildir.
Saatler 17.00’yi gösterdi mi yeniden canlanır ortalık. Sabah vakti ile aynı yüzler doldurur sokakları. Mahmur gözler, ikide bir esnemek için açılan ağızlar.
Sabah vakti gibi plastik bardaklarda kahvelerini içenler şimdi iş başına dönmek için acele ederler. Dükkanların kepenkleri kalkar ta saat 21.00’e kadar.
Pazartesi, çarşamba ve cumartesi kendiliğinden siesta. Yani saat 15.00’te paydos.
Devlet daireleri, bankalar ise en geç saat 14.00’te kapatır kapılarını bir gün sonrasına kadar. Bir tek süpermarketler 08.00-21.00 saatleri arasında açıktır.
Vesselam, Yunanlıların asla vazgeçemeyecekleri alışkanlıklarından birisidir siesta.
Rum dernekleri, Türk dernekleri
Yunanistan’daki İstanbullu Rum derneklerini sevmem ve icraatlarını tasvip etmem. Özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda bazı siyasetçilerin, bazı aşırı milliyetçi çevrelerin maşasıydı bu dernekler. Birileri gerekli gördüklerinde onları kolayca kullandılar. Asılsız, yalan dolan bildirilerine defalarca şahit oldum.
Yunanistan’daki İstanbullu (Bozcaada ve Gökçeada da dahil) Rum derneklerinin o dönemlerde iki ülke ilişkilerine olumlu bir katkıları dokunduğunu hatırlamıyorum. Bırakın iki ülke ilişkilerini, İstanbul’daki Rumlara zerre kadar faydaları olmadı.
Sözgelimi bu derneklerden birisinin başkanı Acemoğlu soyadlı biriydi. Adam o kadar kraldan çok kralcıydı ki, hani soyadını neden "Pilav-idis" olarak değiştirmediğine şaşardım.
Sonraları sesleri kesildi. Şimdilerde adları bile pek duyulmuyor. Duyduğum kadarıyla arada bir kendi aralarında "anma törenleri" düzenliyorlarmış. Yunanistan’daki Rum derneklerinin, İstanbul, Kapadokya turları filan daha cazip geliyor artık insanlara.
Demek istediğim, Yunanistan’da faaliyet gösteren İstanbullu Rum dernekleri hakkındaki görüşüm gayet olumsuz. "Sözlerine" ağırlık vermem, ciddi saymam.
Buna karşı, Türkiye’deki ve Avrupa’daki Batı Trakya Türk dernekleri hakkında öyle fazla bir bilgi sahibi değilim. Ancak geçen hafta, izleyebildiğim kadarıyla düşündürücü bazı gelişmeler yaşandığını da belirtmek isterim.
Merkezi Almanya’da bulunan "Avrupa Batı Trakya Türk Federasyonu"nun (ABTTF) bildirileri Hüriyet’teki mail adresime muntazaman ulaşır. Birara neden bilmiyorum (herhalde bir bildikleri vardır) bu bültenleri Yunanca göndermeye başladılar. Bildiriler Türkçe gönderildiğinde okuyordum. Yunanca da bildiğim için okumaya devam ettim. Son zamanlarda yine Türkçe gelmeye başladı bildiriler.
ABTTF’nin 27 Temmuz’da bir "ihbar"ı vardı ve şöyle diyordu: "Rodos’ta Osmanlı döneminden kalma tarihi Muradiye Camii’nin Avrupa Birliği fonları ile restore edilerek kiliseye dönüştürülmeye çalışıldığı ortaya çıktı. Rodos Adası’nın Rodini bölgesinde bulunan Türk mezarlarının da yer aldığı caminin tahrip edilerek kiliseye dönüştürülme çalışmalarının başladığı bildirildi. Muradiye Camii’nin ’Kıbrıs Evi’ adıyla kilise olarak hizmet vermesi amacıyla kiliseye dönüştürülmeye başlandığı haberi alındı".
Hemen TC’nin Rodos Başkonsolosluğu’nu aradım.
Cevap: "Yok öyle bir şey".
Dolayısıyla bu "ihbarın" daha fazla üzerine gitmedim.
Yaklaşık bir hafta sonra ’ihbar’ bazı Türk gazetelerinde (5 Ağustos) yer aldı. ABTTF’nin başkanı Sayın Halit Habiboğlu’nun açıklamaları da eklenerek.
İki gün sonra ise (7 Ağustos) Radikal Gazetesi’nde Anadolu Ajansı’nın bir haberi yayınlandı. TC’nin Rodos Başkonsolosu Ahmet Arda, Anadolu Ajansı’na şunları söylemiş:
"Bu haberler tümüyle yalandır, provokasyondur. Böyle bir şey yoktur.
O haberde yer alan Rodini semtinde cami yoktur. Ayrıca haberde bu bölgedeki iki yolun kesiştiği noktadan bahsediliyor. O köşede de cami yoktur.
Oradaki cami dedikleri yapı, Mısırlı eski Maliye Bakanı Ali Hilmi Paşa’nın 20. yüzyıl başında sadece kendisinin namaz kılması için yaptırdığı camidir. Bu yapının minaresi hiçbir zaman olmamıştır. Orası zaten yıllardır yıkıntı halindeydi, restore edildi ve Kıbrıs Rodos Kadın Ressamlar Derneği’ne tahsis edildi. Üzerindeki yazıtlar restore edildi, bugün sapasağlam durmaktadır."
Nammos’ta bir cumartesi
Günlerden cumartesi. Daha bir yıl önce "bir daha gelmeyeceğim" diye kendime söz verdiğim günah adası Mikonos’un Psaru plajında, bilmem ne marka gözlüklerimi takıp, bilmem ne marka ve bilmem kaç dereceli güneş yağını sürüp bedenime, bilmem ne marka şortumun bilmem kaç dakika içinde kurumasını bekleyerek etrafı izliyorum.
Mahkeme kararı ile yasaklanmış yasaklanmasına ama iki adımda deniz mesafesindeki şezlonglar, sezon başından yine rezerve maşallah. Bu yıl, denize sıfır her şezlonga 4 bin Euro değer biçilmiş.
Yakınımda iki genç kadın şakalaşıyor. Terliklerini karıştırmışlar. Madem konu ben değilim söyleyeyim, Gucci ile Louis Vuitton bu yıl birbirine çok benzeyen plaj terlikleri pazarladılar. Bu kadarı da fazla yani. Protesto ediyorum. İnsan hangi terlik kimin karıştırıyor işte.
Psaru plajında kaç çocuk varsa o kadar Filipinli çocuk bakıcısı vardı. Anaları babaları eğlenip ancak sabaha karşı uyuyabildiklerinden dadıları ile gelmişler şeytancıklar.
Aman bir şey kaçırmayayım diye bir o yana bir bu yana bakıp durdum. Hatta denize girdiğimde bile gözlerim enginleri değil plajdaki cicileri takip etti. Dolayısıyla, bilmem kaç metre derinlikte bile bişeycik olmayan, bilmem ne marka saatime (ama satmıyorum) baktığımda vakit hayli ilerlemişti.
Plajın hemen arkasında dillere destan "Nammos"ta bir şeyler atıştırmak zamanı. Beyazın hakim olduğu bu mekan ağırladığı şahsiyetler, mutfağı ve garsonun getirdiği hesaptan başka farklı bir nedenle de taht kurdu Mikonos sevdalılarının gönlünde. İnşaat ruhsatında usulsüzlük ortaya çıkmış, tam 500 bin Euro para cezası kesilmiş "Nammos"un sahiplerine.
Ne olacak ki? Eğer 4 kişilik iyi bir öğle yemeğinin hesabı 2 bin Euro ise helal olsun 500 bin ceza. Neden önyargılı düşüneyim? Nammos’un sahipleri belki de parayla saadet olmadığını biliyorlardır. Belki, mekanlarını açarken felsefeleri yeni aşklara vesile olmaktı.. "Nammos"ta temelleri suşi ve mohito ile atılmış bir aşkın elbette farklı vizyonu vardır.
Ayrıca, bu mekanda o kadar çok tüketildiğine göre, şampanyanın sussuzluğu giderdiğine de inanasım geliyor.
Kaldığım otelde tanıştığım Selanikli yeni bir dostla akşam için randevulaştık. Barları teftiş ederken sabaha kadar kimleri gördük dersiniz? Geçen yıl Jean Paul Gaultier vardı kısmette, bu yıl Roberto Cavalli ile Giorgio Armani.
Her geçen yıl uslanıyorum. Her geçen yıldan ders alıyorum galiba. Çünkü Mikonos ziyaretim sadece bir gün sürdü bu kez. Pazar akşama doğru karşıki Naksos adasına gitmek için gemiye bindim.