Yorgo Kırbaki

Cumhurbaşkanının cüppesinden çıkan kadın çamaşırı

1 Kasım 2008
Batı Trakya’da Dimokritio Üniversitesi’nin Gümülcine’deki hukuk fakültesinde, 1 Ekim günü, alışılmadık bir hareketlilik, bir heyecan vardı. Üniversitenin rektörü, dekanlar, öğretim üyeleri, yöneticileri, herkes "alarm" durumunda. Tertemiz, pırıl pırıl her yer. Bakımlı, boyalı.

Üniversite için büyük gün. Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas, şeref konuğu olacak ve fahri öğretim üyesi ilan edilecek. /images/100/0x0/55eb48dbf018fbb8f8b74aae

Konferans salonu hıncahınç dolu. Cumhurbaşkanı Papulyas alkışlar arasında salona giriyor, yanında da Eğitim Bakanı Evripidis Stilianidis.

Öğrencilerden bir grup, fakülte ve bitişiğindeki yurtların gerçekte berbat durumda olduklarını yazan bir pankart açıp slogan atıyor. Fakültenin kaderine bırakıldığını ve sırf cumhurbaşkanı gelecek diye temizlik yapıldığını ihbar ediyor öğrenciler.

Genç çocuklar tepkilerini elbet dile getirecekler. Üniversiteler öylesi protesto manzaralarına alışık. Kimse pek aldırmıyor.

Üstelik daha sonra yaşanacakların yanında bu masum tepki devede kulak kalır.

Dekan, öğretim üyeleri kürsüde. Papulyas’ın siyasetçi olarak, dışişleri bakanı olarak ve cumhurbaşkanı olarak icraatını içeren konuşmalar yapıyorlar.

Kürsüye davet ediliyor sonra Yunan Cumhurbaşkanı. Fahri öğretim üyesi ilan ediliyor ve cüppesi giydiriliyor.

O da ne? Cüppenin bir kolundan beyaz bir şey düşüyor yere. Bez parçası sanki.

Tebrik için tokalaşma faslı başladığında, fakültenin dekanı o beyaz şeyin farkına varıyor. Yanındaki öğretim üyesinin kulağına bir şeyler fısıldıyor. Sıradaki diğer öğretim üyeleri de uyanıyor. Papulyas tokalaşıyor kendileri ile ama onların tüm dikkati o beyaz bez parçasında.

Öğretim üyelerinden biri sıradan çıkıp birkaç adım ilerliyor ve eğilip Papulyas’ın cüppesinden düşen şeyi alıyor. Şaşkınlık içinde nereye gizleyeceğini bilemiyor. Masanın üzerindeki çiçek buketinin arkasına tam gizlerken de Papulyas olanı görüyor.

Birbirine soru soran ve cevap veremeyen bakışlar... Kimse ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyor. Saniyeler asır gibi. Papulyas yılların siyasetçisi, yılların devlet adamı ya "pişkinliği" ile bu tatsız manzaraya son veriyor. Tören devam ediyor.

Alter televizyonundaki Kitrinos Tipos (Sarı Basın) programının montajcıları, amatör kamera ile çekilen görüntülerin bu bölümü üzerinde saatlerce çalışıp cumhurbaşkanı cüppesinden düşen o beyaz şeyin ne olduğunu tespit ediyor:

Kadın iç çamaşırı..

Birileri o kürsüde, koskoca bir ülkenin 1 numaralı vatandaşının bulunmasının cidiyetini ve önemini en azından idrak etmeden, sözümona "espri" yapmaya yeltenmiş muhtemelen.

Üniversitenin rektörü Kostas Simopulos, törende hazır bulunmadığını ve yaşananları televizyondan izlediğini belirterek soruşturma yapacağını söyledi. Cumhurbaşkanlığı’nın yazılı açıklamasında ise "Papulyas için konu kapanmıştır" denildi. O beyaz kadın iç çamaşırını Papulyas’ın cüppesine kim koydu? Failin bulunacağını hiç zannetmiyorum.

Beynelmilel Atina’da Yunan Sağlık Bakanı İstanbul’da

Strasbourg’dan başlayıp İstanbul’da noktaladığım bir haftalık tatile çıkmadan, "Ah keşke orada olsaydım" dediğim etkinliklerden birisi Ankara Devlet Tiyatrosu’nun Selanik’te sahnelediği "Rebetiko" müzikali idi.

Yıllar önce Atina’da izlediğim, yazarı ve yönetmeni Kostas Ferris’in artık bu diyarda "klasikler" arasına girmiş eserini Türkçe de görmeyi çok ama çok isterdim.

1920’ler anlatılıyor, mübadele, göç, yeni "yurtlara" alışma, tutunma zorluğu Rebetiko’da. Savaşlara karşı bir çığlık var, bir protesto. Güvenilir kaynaklardan öğrendiğim kadarıyla, 800 kişilik Selanik Kraliyet Tiyatrosu, dört gece tıklım tıklım doluymuş. Hani 3 bin de koltuk olsa yine dolacak türden. Sanatçısı, yöneticisi, teknisyeni ile 100 kişilik Ankara Devlet Tiyatrosu kafilesi, Selanik’te beklentilerinin çok çok üstünde ilgi görmüş. Fotoğraf gala gecesinden.

Atina’da ise farklı bir etkinlik vardı bendeniz tatile çıkmadan. Yunan jet sosyetesinde moda nedir, diye sorarsanız hemen söyleyeyim: Düğün veya vaftizlerin İstanbul’da, Fener Patrikhanesi’nde yapılması. Bu mutlu günlerin geceleri de İstanbul’un lüks mekanlarında geçiyor. İşte bu nedenle The Marmara işletmesi, Boğaz’a nazır Esma Sultan Yalısı’nın tanıtımı için Atina’nın en lüks oteli Grand Britagne’de tas kebaplı, pilavlı bir gece düzenledi. Nereden ve nasıl geldikleri kimseyi ilgilendirmez, her biri maşallah benden en az 20 santim uzun Yunan ve yabancı mankenler ortalığı kasıp kavurdu. Bu arada, Hürriyet’in takdime gerek yok muhabirlerinden sevgili Nurettin Kurt ile de tanışma fırsatı buldum. Fotoğraf Esma Sultan Yalısı’nın tanıtım gecesinden.

Aynı gün, Sırrı Süreyya Önder ile Muharem Gülmez’in "Beynelmilel"i Atina sinemalarında vizyona girdi. Duyduğum kadarıyla ilgi büyük. Fotoğrafta filmin Yunanca afişi.

Ve tatile çıktım. Strasbourg, Avrupa Parlamentosu filan... Sevimsiz, kupkuru yerler. Sonra bir iki benzer Avrupa şehrinden transit geçiş. Bu nedenle fotoğraf motoğraf yok.

İstanbul günlerime gelince... Babylon’da Efe Rakı’nın düzenlediği fasıl gecelerinin ilkine katıldım. Kaç yıl oldu bu kadar muhteşem fasıl ve roman müziği dinlemedim, izlemedim hatırlamıyorum. Seçkin davetliler bir yana, çok sayıda genç insanın orada olması ve çok ama çok eski şarkıları bilmeleri beni mutlu etti. Babylon’da fasıl geceleri 4 ve 18 Kasım’da devam edecek. Kaçırmayın. Fotoğraf o mutlu geceden.

Yunan müziği ile Türk müziği, Arnavutköy’deki Neşe restoranda bu sezon da uyum içinde. Dostlarım Panço ile Rula, oğulları Petro ile birlikte çok neşeli saatler yaşatıyorlar. Petro hakkında ilk CD’sini çıkardığında yazmıştım. Sesinin kalitesinden şüphe eden varsa, Neşe’ye gitsin ve Petro’dan "Ah vicdansız çağırmazdım acil olmasa"yı dinlesin. Genç sanatçı, güzel sesinin yanısıra buzukiyi de öttürüyor maşallah.

Al Jamal’de (eski Cahide’nin yeri) herkes "bu gece barda gönlüm hovarda" psikolojisinde. Dansözler, nargileler, muhteşem DJ. Sabahın 2’sinde çıktım, çünkü Dolapdere’deki Apik işkembecisine de uğramalıydım. Dostlarım 3-4 saat daha kalmışlar.

Gelenek haline getirdiğim Kumkapı gecemde ise adresim her zamanki gibi Neyzen’di. Palamut, kiremitle randevusunda çok şık.

İkindi vakitlerinden birinde, Çırağan Oteli’nde kahvemi yudumlarken de, Yunan Sağlık Bakanı Dimitirs Avramopulos ve eşi ile karşılaştık. Adam gerçek bir İstanbul hayranı. Dışişleri Bakanı Sözcüsü iken, 1990’lı yılların başlarından tanıdığım Avramopulos, Atina Belediye Başkanı iken de, Turizm Bakanı iken de İstanbul’a sık giderdi.

Bir hafta öyle geçti. Cebimdeki para alarm durumunda. Eve kapandım.

Sadece 70 tane satan kitap yüzünden hapiste

Tayland’daki bir hapishanede, 2 aydır yatıyor 41 yaşındaki Yunan asıllı Avustralya vatandaşı Haris Nikolaidis.

Kanun harfiyen uygulanırsa, 15 yıl bile kalabilir hapiste. Ailesine gönderdiği mektupta, koğuşundaki dayanılmaz yaşam koşullarını anlatıp intiharı düşündüğünü yazıyor.

Tayland’a ilk kez 2000 yılında gitmiş Haris Nikolaidis, beğenmiş ve oraya yerleşmiş. Bangkok’ta 5 yıl Mae Fah Luang adlı üniversitede İngiliz dili ve edebiyatı öğretmenliği yapmış. Sonra Suudi Arabistan’daki bir üniversitede çalışmış, geçen mart ayında da yine Tayland’a dönmüş.

Üniversite tatile girdiğinde anne ve babasını ziyaret etmek için Melbourne’a gitmeye hazırlanırken, Bangkok havaalanında polisler kelepçeleri takıp bileklerine, yaka paça götürmüşler.

Suçu "lese majeste", yani majesteye, yani krala ve tahta hakaret etmek.

Nikolaidis, 2005 yılında Avustralya’da yayınlanan "Gerçek gibi görünmek" adlı kitabında şunları yazmış:

"Kral Rama’dan tahtın veliahtına kadar tüm aristokrasi, kapris ve skandallar ile ünlü. Veliahtın kimi reşit, kimi değil bir sürü eşi var. Eğlenmek istediğinde de metresler ordusu. Eşlerinden biri ile boşanma nedeni gizli tutuluyor. Eşi ailesiyle sürgüne gönderildi. Tayland aristokrasisinde kocalarına ihanet eden kadınlar sürgüne gönderilir".

İşte bu paragraf için hapiste Nikolaidis. İhtiyar annesi ve babası, "Gerekirse kralın önünde diz çöker, oğlumuz için özür dileriz. Yeter ki Haris’i affetsin" diyorlar.

Mahkemenin kararı ne olacak, kral affedecek mi, bilinmez ama bilinen o ki, Nikolaidis’in yazdığı kitap Avustralya’da sadece 70 adet sattı.

Değer miydi?
Yazının Devamını Oku

Gurbet elde yaşamak

18 Ekim 2008
Gurbette, güneşin altında kendilerine bir yer bulabilmeleri hiç de kolay olmadı. Takvimler 1990’lı yılların başlarını gösterirken, Yunanistan’a ilk gelenler bir göz odada 10 kişi yattılar. Yunan işçinin aldığı yevmiyenin üçte birine, beşte birine çalıştılar. En zor işleri yaptılar. Erkekler, pazar demeden bayram tatil demeden, tarlalarda, inşaatlarda günde 10-15 saat ter döktü. Kadınlar temizlik işlerinde, fabrikalarda tükettiler gençliklerini.

Nerede yok ki o kör miliyetçilik, ırkçılık? Onlar da "yabancı" idiler, "öteki" idiler işte. Kem gözle bakanlar hiç de az değildi. Bu yüzden bazen etnik kimliklerini gizlemek zorunda bile kaldılar. İş için, aş için, daha iyi bir gelecek için /images/100/0x0/55ea32fdf018fbb8f870ef9ekomşu Yunanistan yolunu tutan ilk Arnavut göçmenler pek "Arnavutum" demezlerdi. Hoşgörünün, daha iyi muamelenin anahtarı o zamanlar "Kuzey Epir’liyim (Yunanistan’ın güney Arnavutluk’a verdiği isim), Saranta’dan (Yunan azınlığın yaşadığı şehir) geldim" demekti.

Atina-Tiran ilişkilerine kara bulutlar çöktüğünde ve gerginlik yaşandığında ortalıkta görünmezlerdi pek. Yunan polisi siyasi ilişkilerde sorun çıktığında "süpürge operasyonu" düzenler, Arnavut göçmenleri otobüslere bindirip ülkelerine gönderirdi.

Madalyonun öbür yüzüne bakıldığında, Yunan halkı için de basit bir şey değildi "yabancıya", "ötekiye" alışmak. Evet, bir zamanlar Yunanlar da Almanya’ya, ABD’ye gittiler işçi olarak ama o 50 yıl önceydi. Üstelik, Yunanistan öyle Almanya gibi, ABD gibi zengin değil ki, ekmek aslanın ağzında.

Binler onbinler oldu, onbinler yüzbinler. Bugün nüfusu 10 milyonun az üzerindeki Yunanistan’da yaklaşık 1.5 milyon yabancı yaşıyor ve bunların 800 bin-1 milyon arası Arnavut.

Sanki bir "minimum uzlaşma" sağlanmış gibi. Bu diyarın insanı göçmene, göçmen de bu diyarın insanına alışmış-alışıyor gibi. Elbet her şey mükemmel değil ama "Arnavutum" demek yadırganmıyor eskisi kadar.

Arnavutluk’un ekonomisi büyük ölçüde Yunanistan’dan giden dövizlerle nefes alıyor. Arnavut siyasetçiler seçimlerde oy toplamak için Atina’ya gelip miting bile düzenliyor.

Yunaistan’ın dörtbir yerinde bir sürü küçük çaplı işyeri çalıştırıyor artık Arnavut göçmenler. Ev alıyor, araba alıyorlar. Yaz tatillerinde, bayramlarda yanıbaşlarındaki ülkelerine gidip rahatça dönebiliyorlar. Çocuklarını Yunan okullarında okutuyorlar. Bu diyarda ilkokul, ortaokul ve lise öğrencilerinin toplamı 1 milyon 350 bin. Bunların yaklaşık 100 bini Arnavut. Ancak çocuklar anadillerini, Arnavutça’yı bilmiyorlar pek. Annelerinin, babalarının geldikleri ülkenin tarihini, kültürünü de.

"Tatilde Arnavutluk’a gittiğimde dedelerimin ve diğer akrabalarımın ne dediğini anlayamıyorum" diyor 11 yaşındaki Arnavut kızı İrini Mitsi. Durum öylesine "vahim" ki Larisa şehrinde, Arnavut çocuklar için anadillerini öğrenmeleri amacıyla kurs bile açılmış.

Artısı ile eksisi ile bence başka memlekette yaşamak zor şey. Kolay olsa, bir Türk şarkısının sözleri "Gurbet o kadar acı ki" ve bir Yunan şarkısının sözleri "Gurbetin ekmeği acıdır" diye başlamazdı.

Depremin şiddeti

Deprem, Atina’dan 80 kilometre mesafedeki Evia (Eğriboz) Adası’nı ziyaret ettiğinde vakit geceyarısını tam 5 saat geçmişti. Yer sarsıldı bir anda. Özellikle Mantudi kasabasının sakinleri cehennem anları yaşadı. Yataklarından fırladılar, sokaklara çıktılar karanlıkta.

Sonrası acaba daha şiddetli bir deprem olur mu korkusu. Sonrası eş dost sağ salim mi endişesi.

Atina Yerbilimleri Enstütüsü’nün birkaç dakika sonra gelen açıklaması endişeleri, korkuları, paniği artırdı: "Deprem, Richter ölçeğine göre 6.6 büyüklüğünde idi" .

Korku, endişe, panik saniyeler içinde dalga dalga bütün Yunanistan’a yayıldı. İnsanlar telefonlara sarılıp nerede olurlarsa olsunlar yakınlarını, sevdiklerini aradılar, başlarına bir şey gelmiş olmasın diye. Dakikalar geçmek bilmiyordu. Sivil savunma, itfaiye, ilkyardım, tüm devlet mekanizması alarm durumuna geçti.

Sarsıntının ardından bir saat geçmişti ki, Yerbilimleri Enstitüsü’nden ikinci bir açıklama geldi: "Deprem, Richter ölçeğine göre 5.1 büyüklüğünde idi".

Yani yanlış ölçülmüş... Eh kusura bakmayın.

Atina’daki enstitüde nöbetçi sismolog, bazı cihazların depremin büyüklüğünü 5.1 göstermelerine rağmen, 6.6 gösteren cihazı dikkate alarak açıklama yapmış. Selanik Üniversitesi’ndeki nöbetçi sismolog durumu hemen anlamış ama Atina’yı aradığında telefonu kimse açmamış.

Şafak sökerken Evia adasında sokaklara dökülen insanlar kimi gülerek kimi şikayet ederek döndüler evlerine.

Yaşlılığıma dair hayaller

Yaşlılığımı düşünerek İstanbul’da aldığım eski mi eski bir apartmanın enkaz halindeki 100 metrekarelik dairesi, gördüğüm yaşadığım bahar sayısı neredeyse 50’ye ulaşırken sahip olduğum tek gayrimenkul. Daireyi onarmak herhalde satın aldığım fiyatın iki katına mal olacak.

İstanbul ziyaretlerimde bazen uğruyorum. Tavanları yüksek, pencereleri büyük eski ev işte. Oturulacak gibi değil. Zaten bugünü düşünerek girmedim bu işe. Yaşlılığım ile ilgili tüm hayallerimde İstanbul var, bu yüzden satın aldım o harabeyi.

Hayallerimde yaşlı Yorgo ağır adımlarla Beyoğlu’na gider, Balık Pazarı’ndan lüferini, kıvırcık salatasını alır, esnaf ile sohbet edip vaktini geçirdikten sonra evine döner. Bir kadeh rakısını yudumlayıp, balkonda yoldan geçenleri seyreder. Hayallerimdeki yaşlı Yorgo, eğer yasaklanmamış yer kalmışsa oltasını atıp Marmara’ya, küçük bir istavriti yakalamanın sevincini yaşar. Hayallerimdeki yaşlı Yorgo "Atina muhabiri" olarak onca yıl yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını bir kitapta toplar. Sinemaya gider, televizyonda Fenerbahçe’nin maçlarını, haberleri izler. Ve tabii ki henüz nedenini tam olarak anlayamamakla birlikte yaşlıların kaçırmadığı hava durumu bültenlerini...

Orta sınıf bir araba fiyatına aldığım daire ile ilgili planlarım çelişkili. Bazen satayım da üstüne bir şeyler katıp, ne bileyim Büyükada’da iki göz odam olsun diyorum. Bazen de orasını burasını yıkarım, şurasında değirmen dekoru yaparım diyorum.

Ev benim, hayal kurmak hakkım.

Ama gelin görün ki uğruna "Ergen Kızların Çilekeş Babaları Derneği"ni kurmayı bile düşündüğüm kızım Marianna, hayal dünyamı bir günde altüst etti.

Atina’da lise 2 (Yunanistan’da 11. sınıf) öğrencisi Marianna, meğer üniversiteyi Boğaziçi’nde okumak istiyormuş. Bunu eğer başarabilirse de kalacak yer olarak benim biricik dairemi.

"Yunanistan’daki üniversitelerin nesi var? İngilizcen çok iyi ama Türkçe’yi bozuk konuşuyorsun. Sonra şu gönül işlerine, sorumsuz yaşamına bir çekidüzen ver de öyle konuşalım" dedim.

Cevabı net oldu: "Baba yardım edecek misin? Boğaziçi Üniversitesi’ne giriş sınavları hakkında bilgi toplayabilir misin?"

Önce söylendim kendi kendime bilmemkaçıncı bin kez. Sonra neden bilmiyorum Boğaziçi Üniversitesi’ni aradım.

Ergen ya belki yarın bile fikir değiştirebilir Marianna. Değiştirmezse yaşlılığımla ilgili hayallerimi bir süre ertelemem gerekecek galiba.

Kimse babalığın bu kadar zor olduğunu söylememişti bana.
Yazının Devamını Oku

Bana Fenerbahçe’mi geri verin

11 Ekim 2008
Şükrü Saracoğlu’ndaki Dinamo Kiev maçı öncesi mutat şekilde toplandık. Herkes, her şey yerli yerinde. Stelyo (kuzenim), Levon (eniştem), formalarımız, kaşkollarımız, bayraklarımız. Telefon çaldı. Arayan arkadaş, bayram için Atina’ya gelen bir arkadaşının koyu Fenerli olduğunu ve maçı izlemek istediğini söyledi:

"Madem bizden, gelsin elbet, buyursun" dedik.

Bu defa bir Tanrı misafiri de vardı grupta.

Maç başladı... "Semih oynamıyor", "Güiza atsın bi gol artık", "Ya nerde eski Fener" gibi muhabbetle 20 dakika geçmiş. Organize ne bir atak var ne bir şey...

Sohbetin içeriği farklı ilgi alanlarına sıçradı. Stelyo, çocukluğundaki İstanbul’u anlatıyor. Levon, Kayseri Orduevi’nde (baterist idi) geçen askerliğini, Tanrı misafiri de Çengelköy’ü...

İlk yarıyı öyle tamamladık. Kanal değiştirdik. Ya dizi oynuyordu ya da eğlence programı. "Yahu maç başladı" diye bağırdığımda ikinci yarının 3 dakikası geride kalmıştı. İlk ve tek gol pozisyonuna girdik. "Haydi Fener" şeklindeki teşviklerimiz birkaç dakika sürdü. Sonra yine aynı zevksiz görüntü.

Burak filan girdi oyuna... Bizler İstanbul, Atina’yı konuşuyoruz. Türkleri, Yunanları. Göz ucumuzla da maçı izliyoruz. Kapı çaldı, Eli (ablam) geldi. Kapı çaldı, Vilma (yeğenim) geldi.

Mutfağa gittim, istavrit, uskumru ve izmarit benzeri "gopa" denen balıktan almıştım, kızartmaya başladım. Nasılsa gol atsak Levon mahalleyi ayağa kaldıracak. Mutfak da Maldovano’nun attığı pas mesafesinde. Koşar sevinci paylaşırım.

Sohbet Atina’da, İstanbul’da güzel kadınlar nerelere gidere uzandı. Hangi mekanlar "in" filan. Meğer bizim Tanrı misafiri İsviçre’de okumuş. Türkiye’de, Yunanistan’da bayağı büyük işleri varmış.

Ve son düdük...

Tanrı misafirine dönüp "Yemeğe kal, balık var. Salata ve Kara Efe" dedim. "Yok ağabey, kadın çocuk bekler gideyim" dedi.

Masaya oturduk, maçın yorumlarını, izlenimlerini beklemeden başka kanala çevirdik. Adnan Şenses "Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş"ı söylüyordu.

Nasıl beyazlamasın?

Kadehler kalktı: "En kötü günümüz böyle olsun."

Birkaç gün sonra Kayserispor maçında Stelyo ilk kez yoktu aramızda. İlk kez gol yedikçe kızmıyor, gülüyorduk.

Oysa daha geçen sezon maçları izlerken yerimizde hop kalkar hop otururduk. Salonda kendimizi yerlere atardık. Sarılırdık, öpüşürdük. Yemekte, televizyonlardaki maç sonrası gelişmeleri izlerdik. Atina sokaklarına çıktığımız bile olmuştu bayraklarla.

Tadı da yok tuzu da Fenerbahçe’nin. Heyecan vermiyor, daha kötüsü başarısızlıklara alışıyoruz, gülüp geçiyoruz.

Eğer bizim haller böyle ise, o maçta Şükrü Saracoğlu’ndan çıkan taraftar ne desin?

Takım, kalecisinden santrforuna kadar sorunlu. Neden sakat oyuncular mı? Aragones mi? Aurelio’nun doldurulamayan boşluğu mu? Zaten az pozisyon üretiyoruz, onları da kaçıran ama çok "çalışkan" olduğu söylenen Güiza mı? Takıma manevi katkısı beklentilerin gerisindeki Roberto Carlos mu? Sanki başka maçta oynayacak da ısınıyor edalı Kazım mı? Uğur Boral mı? Gökhan mı? Emre mi? Bilmiyorum. Alex’i de, Volkan’ı da, Selçuk’u da beğenmiyorum işte.

Sayın yöneticiler, teknik kadro ve futbolcular... Lütfen yani...

Bana Fenerbahçe’mi geri verin.

Türk şehitliği

Oramiral Metin Ataç, Yunanistan’ı resmen ziyaret eden ilk Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak geçen hafta Atina’ya geldiğinde, ilk işi Pire’deki Kokinia semtinde bulunan Türk Şehitliği’ni ziyaret etmek oldu. Her mezara bir avuç serpsin diye beraberinde toprak da getirdi memleketten.

Burası 1859 yılında Müslüman mezarlığı olarak kurulmuş, Balkan, 1. Dünya ve Kurtuluş savaşları sırasında esir düşen, Yunanistan’da ölen Türk askerlerinin buraya defedilmeleri ile şehitlik hüviyetini kazanmış.

İlk gidişim; Turgut Özal’ın 1988 yılındaki Atina ziyaretinin arifesinde, kimliği meçhul şahısların bombalı saldırı düzenlemeleri yüzündendi.

Daha sonra çeşitli vesilelerle Atina’ya gelen Türk siyasetçiler ve askerler ile birlikte defalarca ziyaret ettim.

Şehitliğe gitmek için her yola çıkışımda hep iki şey için canım sıkılırdı. Birincisi çok karmaşık bir yerde olması. Kokinia semtinin daracık bir sokağında. Kaybolmam rutin işlem. Bu yüzden de hep erken çıkarım yola.

İkincisi ise şehitlikteki manzara idi. Bakımsızlık, terk edilmişlik. Kırık mezarlar, dört bir yanda başıboş taşlar.

Yaklaşık 2700 metrekarelik şehitlikte 1954 yılında yaptırılan abidenin önünde düzenlenen saygı duruşu ve oramiral Ataç’ın ziyaretçi defterini imzalamasından sonra, şehitliği gezme faslı başladığında aynı kötü manzarayı görmek istemediğimden heyeti takip etmedim.

Ne olduysa, gazetecinin önsezileri mi nedir, bir ara bakayım dedim ve o anda gözlerime inanamadım. Her şey bakımlı, her şey düzenli. Mezarların her biri orada yatanın anısına gerçekten saygı gösterir nitelikte. Tertemiz mermerler, çiçekler. Oramiral Ataç’ın ziyareti aynı zamanda bakım onarım sonrası yeni açılışa da vesile oldu.

Şehitlikte büyük iş yapılmış. Bakım ve onarımdan sorumlu TC Atina Askeri Ataşeliği’ni tebrik ediyorum.

Kızcağız uyuyakalmış

Sabahın altısı... Ege’de, Ayvalık’ın karşısında bulunan Midilli Adası’nda gün daha yeni ağarıyordu. Yaz bitti ya, adalarda bu mevsim hayatın temposu farklıdır, yavaştır.

O derin sessizliği Midilli semalarında beliren iki uçak bozdu. Biri Atina’dan havalanan ve içinde 67 yolcu ile 4 mürettebatın bulunduğu Yunan Olimpik Havayolları’na ait. Diğeri Slovakya’ya gitmek üzere yolcu alacak. Sadece mürettebatla uçuyor.

Pilotlar iniş işlemleri için havaalanının kontrol kulesini aradılar. Belki de hayatlarında ilk defa karşıdan cevap gelmiyordu. Cihazlarında bir arıza mı var diye baktılar. Hayır, tıkır tıkır çalışıyordu her şey.

Birkaç başarısız denemeden sonra Olimpik uçağının pilotu, Atina hava kontrol kulesi ile temasa geçti; "Midilli Havaalanı’ndan hiç yanıt almıyorum" diyerek.

Atina kontrolde "alarm"a geçildi hemen. Pilota birkaç dakika sonra cevap ulaştı: "Midilli Havaalanı’nda şu anda görevi başında bulunması gereken arkadaş yerinde yok. Arıyorlar. Siz adanın etrafında dolaşın."

On dakika, yirmi dakika, neredeyse yarım saat geçti. İki uçak sabahın köründe Ege semalarını yararak turladı da turladı.

Olimpik uçağının pilotu, durumu nazik bir dille yolculara anlattı. Kimi "Ah canım Yunanistan işte" diyerek gırgıra aldı, kimi "Yahu böyle bir şey olabilir mi?" diyerek öfkelendi, kimi de "Ya başımıza bir şey gelirse" diyerek endişelendi, korktu.

Yetkililer ne yaptılar ne ettilerse kontrol kulesi görevlisine ulaşamadılar. Tek çare o gün izinli olan kontrolörü bulmaktı. Adam apar topar yatağından kaldırılıp havalanına götürüldü ve az sonra iki uçak sağ salim piste indi.

"Olaya" sebep kadın kontrolör ise ancak birkaç saat sonra çıktı ortaya:

"Sabah uyanamadım. Saati kurdum ama çalmadı. Cep telefonum da bozuldu, bu yüzden kapalıydı."

Ulaştırma Bakanı Kostas Hacidakis, öğle saatlerine doğru yolcu ve mürettebattan uyuyakalan kızcağız için özür diledi.

Ne demeli? İnsanlık hali?

Yıllarca aynı şeyi söyler dururum. Yunanistan asla bir Orta ya da Kuzey Avrupa ülkesi değil ve olmayacak da. Bence iyi ki de değil ve iyi ki olmayacak. Çünkü aksi takdirde "rengini" ve "büyüsünü" yitirecek.
Yazının Devamını Oku

Böbürlenme padişahım

4 Ekim 2008
"Barba Yianis" (Barba, amca veya dayı demektir. Ancak ağa veya çorbacı için de kullanılır), Girit adasında başlı başına bir "efsane", kimsenin tartışmaya cesaret edemediği bir "gelenek" idi. Adam o kadar güçlü ve nüfuzlu idi ki, adada "Barba Yianis he demezse, burada yaprak bile kıpırdamaz" deniyordu.

Girit’in tanınmış ailelerinden Kefaloyanis’ler soyundandı. Üstelik, Yunanistan’ın en ünlü, en zengin ailesi yine Giritli Vardinoyanis’lerden kız (eşi Eleni) almıştı.

Yianis Kefaloyanis, tarlasına haşhaş ekmekle suçlanan milletvekili amcası Manolis’in, Rethimno şehrindeki taraftarlarına "halef" göstermesi üzerine 1958 yılında milletvekili seçilerek siyasete atıldı.

Ailesinin muhafazakar sağcı geleneğini sürdürdü. Zamanla siyaset basamaklarında yükseldi. Kamu düzeni, içişleri gibi bakanlıklar üstlendi ve bir ara bugünkü iktidar partisi Yeni Demokrasi’nin liderliğine bile göz dikti.

Parlamenter yaşamını 2004 yılında ilerlemiş yaşı nedeniyle noktaladı. Ancak, o da seçmenlerine "halef" gösterdi. Halen milletvekili olan kızı Olga’yı...

2004 seçimlerini Yeni Demokrasi Partisi kazanıp Kostas Karamanlis Başbakan olunca, Barba Yianis’i danışmanı yaptı. Parlamento ile ilgili konularda ona danışıyordu. Partinin içindeki yeri ve saygınlığı da hálá tartışılmaz idi. Üstelik Girit de hálá ondan soruluyordu.

Ada sakinleri için başbakan adeta o idi. Devlete işi düşen, devlet ile bir derdi olan kim varsa ona başvuruyor, ondan yardım istiyordu. Hoşuna gitmeyen ya da aleyhinde konuşan biri çıktı mı Girit’te, vay haline... Sürüm sürüm süründürürdü.

Geçtiğimiz günlerde adanın Hanya şehri mahkemesinin verdiği karara bakılırsa, meğer Barba Yianis bazen o kadar mübah olmayan işlere de bakıyormuş.

Bundan yaklaşık 4 yıl önce iki polisin; "Bir uyuşturucu üreticisi yakaladık. Yianis Kefaloyanis bizi çağırıp o üretici hakkında yalan ifade vermemizi istedi. Şantaj yaptı" ihbarı üzerine açılan dava, Barba Yianis’in tecilli de olsa 12 ay hapis cezasına çarptırılmasıyla sonuçlandı.

Kimse bu kararı beklemiyordu. Onca bakanlıkta yıllarca devleti, adaleti, hakkı hukuku savunan Barba Yianis ise ağzından köpükler saçarak "Dava da tezgah, karar da" diye bağırıyordu. Hakimlere, savcılara hakaretler.

Başbakan Karamanlis’in emri ile derhal danışmanlık görevinden uzaklaştırıldı. İktidar- muhalefet yanlısı ayrımı olmaksızın tüm medya tarafından "kaçınılması gereken örnek" gösterilip eleştirildi.

Giritliler bugünlerde ihbarda bulunan o iki polisin ve o kadar güçlü, o kadar torpilli bir adamı hapis cezasına çarptıran hakimin cesaretini konuşuyor.

Konuşuyorlar konuşmasına da, ne olur ne olmaz Barba Yianis’in adamlarından biri dinler korkusuyla önce bir sağa sola bakıyorlar.

Çapkın’ın öyküsü

Doğduğunda takvimler hangi günü gösteriyordu bilen yoktu. "Babası" onu kucağına ilk aldığında kaç günlük, kaç haftalıktı sadece tahmin yürütülüyordu. "Bu olsa olsa 14 Şubat’ta Sevgililer Günü’nde doğdu" dedi "babası".

Erkekti... Adını "Çapkın" koydular. Malum moda ya, kısa artistik isimler ona "Çapi" diye hitap ettiler.

Herkes çok sevdi Çapkın’ı. Çocukluğunda, delikanlılığında aklı hep oyunda idi. Cinselliğini fark ettikten sonra da adına layık olmaya çalıştı. Dişi görmesin, peşinden ayrılmazdı. Maymun iştahlıydı biraz da. Çabucak aşık olurdu. Sonra da kaybolurdu ortalıktan. Son sevgilisi kim ise onun evinin önünde sabahlardı.

İstanbul’un Anadolu yakasında, Bahariye’de herkes tanırdı Çapkın’ı. Sokağa çıktığında "Ne haber Çapi?" yine hangi dilberin peşinde koşacaksın?" diye takılırdı esnaf.

O atılan laflara önem hiç vermez, kendine has yürüyüşüyle geçip giderdi.

Bahariye sakinleri bilir, ne hikmetse çevre temizliğine çok duyarlıydı. Meşrubat kutusu görmesin yolda, hemen toplardı. Bir keresinde bu duyarlılığına Kadıköy Belediye Başkanı bizzat şahit olmuş. Onu örnek olarak göstermiş.

Yemek konusunda çok seçiciydi . Öyle her şeyi yemezdi. En çok pilav üstü döneri severdi.

"Babası" ile bir sürü diyarı da gezdi, bir sürü yerler gördü, tanıdı. "Babası"nın dükkanı vardı, bazen işe de giderdi. O zaman mağazanın vitrinine girip saatlerce orada oturmaya bayılırdı. Gelip geçenlerin şaşkın bakışlarına aldırmazdı.

Yıllar yılları kovaladı, yaşını başını aldı Çapkın. Gözleri iyi görmüyordu artık. Bahariyeliler onu yolda gördüklerinde geçmesi için öncelik verirlerdi. Hatta tramvay sürücüleri bile o rayların üstünden geçerken yavaşlardı.

Ölüm Çapkın’ı bir gün sokakta buldu. Otomobil çarptı ve oracıkta verdi son nefesini.

Çapkın için Kadıköy adliyesinin bahçesinde "cenaze töreni" düzenlendi. Son yolculuğuna kimler refakat etmedi ki? Hakimler, savcılar, avukatlar, esnaf, onu seven herkes oradaydı.

Terrier cinsi güzel bir köpekti Çapkın. Öyküsünü, İstanbul ziyaretlerimden birisinde dinledim ve sizlerle paylaşmak istedim.

NOT: Gerekli bilgi ve fotoğraf için yardımlarından dolayı Çapkın’ın "babası" Uğur Tanşu Bey’e ve Gülseren Hanım’a teşekkür ederim.

Gitmediğim konsere ağıt

Oldum olası o kadını pek sevmem ve dolayısıyla Atina’daki konserine gitmeyi hiç düşünmedim. Birkaç şarkısı fena değil, ama internette sörflerken 250 Euro’luk VIP biletlerin bir ara 3-5 bin Euro’ya satıldığını okuyunca "Yahu ne buluyorlar şu Madonna’da" demeden geçemedim.

Kadın pop-star. Şarkı söylemekten başka sovları ile de dünya çapında üne kavuşmuş. Üstelik yaşı 50’ye dayandı. Bazı şeyler performansa bağlı. İstediği kadar mihrap yerinde dimdik kalsın, minarede mutlaka bir tahribat vardır tarzı düşünceler de geçti aklımdan.

Madem, 27 Eylül Cumartesi gecesi Atina Olimpiyat Stadı’nı dolduran 75 bin kişi Madonna’yı dinleyip-izleyip mest oldu ve madem ertesi gün okuduğum gazetelerde yazılanlar doğru, o zaman bir yerlerde hata yapmış olabilirim.

Kadın, arkasında koskoca bir M harfinin olduğu bir tahtta oturarak çıkmış sahneye. İlk lafı "Hello Athens" olmuş. Neredeyse iki saat hiç durmadan şarkı söylemiş, dans etmiş, hatta gitar çalmış ve ip atlamış.

Sekiz defa kıyafet değiştirmiş. Dev ekranlarda, ABD Başkan Adayı Barack Obama; Ghandi ve John Lennon gibi "iyiler", John McCain ise Hitler gibi "kötüler" ile birlikte (Get Stupid klibi) gösterilmiş. Dansörler metro vagonu içinde çıkmış sahneye. Sanatçı "Like A Prayer", "Hung Up", "4 Minutes" ve Çingene versiyonu ile "La Isla Bonita"yı söylerken yer yerinden oynamış. Kimse vaktin nasıl geçtiğini anlamamış. Herkes konserin hiç bitmemesini istemiş.

Keşke gitse miydim? Okuduklarımdan sonra, eh fena da olmazdı diye düşündüm. İnsan hayatında "orada olmak" hiç de küçümsenmeyecek bir şey.

Çok eskilere döndüm. Neredeyse 17-20 yıl öncesine. Anadolu Ajansı’nda çalışırken iş yükü nedeniyle o gün izin vermesi imkansız rahmetli hocam Ahmet Uran Baran’a bir yalan uydurup (acaba inanmış mıydı?) Pink Floyd’un konserine gitmiştim. O geceyi hálá hatırlıyorum. Anladığım o ki, 75 bin kişi de Madonna’nın Atina konserini en azından kolay unutmayacak.
Yazının Devamını Oku

Süper Katerina Big Mac’a karşı

27 Eylül 2008
Yasal olan aynı zamanda etik midir?<br><br>Yunanistan’da siyasetçilerin, devlet yetkililerinin ve keşişlerin karıştığı yüz milyonlarca Euro’luk skandallarda işte bu soruya cevap aranıyor. Sözgelimi bir bakan, bir siyaset adamı, devlet sektöründe bir üst düzey yönetici ya da kendini Allah’a adamış bir din adamı kar amaçlı ticari faaliyetlerde bulunduğunda, yasalar karşısında suç işlemediği veya her şeyi yasalara uygun yaptığı takdirde, ahlaki değer ve kamu vicdanı açısından sorun var mıdır yok mudur?

Bu konu, iktidar partisi merkez sağcı Yeni Demokrasi’nin kadın hakları için verdiği mücadele yüzünden lakabı "Süper Katerina"ya çıkan miletvekili Katerina Papakosta ile aşırı sağcı-milliyetçi LAOS partisinin iri cüssesi yüzünden lakabı "Big Mac"a çıkan milletvekili Makis Voridis arasında ilginç bir söz düellosuna yol açtı. Karşılıklı atışmaların odağında ise hayat kadınları vardı.

Her şey Voridis’in "İnsanın kendi bedenini satması yasal hakkıdır. Ancak bu ahlaki değildir" demesiyle başladı.

Papakosta hemen Baron de Montesquieu’nün bir sözü ile karşılık verdi: "Yasada var, öngörülüyor diye bir şeyin aynı zamanda adil olduğu söylenemez. Ancak, yasa adil olduğu için vardır."

Süper Katerina hemen ardından da meslektaşı Big Mac’in hayat kadınlarını aşağılamaya hakkı olmadığını vurgulayarak, "Açıkça söylesin. Kendi kriterlerine göre ahlaksız saydığı vatandaşların oyunu istiyor mu istemiyor mu?" dedi.

Voridis "Saçmalıklara cevap vermem" diyerek tartışmayı kapatmak istediyse de Papakosta’nın "Saçmalık kelimesini sahibine iade ediyorum" çıkışı karşısında "Yasal nedir ne değildir ve etik’in anlamı, hukukun temel felsefesinde yeralır. Bunları da hukuk fakültesinin 1. sınıf öğrencisi bile bilir" açıklamasıyla sataştı.

Big Mac bir adım daha ilerleyerek "Naziler, Yahudileri imha etmek için yasa çıkarmışlardı. Bu yasalar adil miydi? Eğer benim bir kızım olsaydı, Bayan Papakosta’nın yasal saydığı hayat kadınlığı mesleğini seçmesini istemezdim. Fuhuş ahlaka uygunsa o zaman hepimiz kendimizi satalım" diye konuştu.

Altında kalır mı hiç Süper Katerina, hemen gürledi: "Kadın siyasetçiler, bazı erkek meslektaşlarının aksine giydikleri pantolonların hakkını veriyorlar. Pantolonun içini doldurmak gerek."

Big Mac bir ara neye uğradığını şaşırdı. Neyse ki soğukkanlılığını muhafaza edip pantolonunun içinde ne olduğunu söyleyecek yerde Amerikalı hukuk düşünürü Ronald Dworkin’in sözlerine atıfta bulundu: "Ahlaka uymamakla beraber bazı davranışlar hoşgörülü toplumlarda tahammül ile karşılanabiliyor. Tabii bu kesinlikle söz konusu davranışların aynı zamanda ahlaki olduğu anlamını taşımaz."

Bakalım Süper Katerina’nın buna cevabı ne olacak?

Dünyanın en eski iki mesleği siyaset ile fuhuştur.

Bayram hatıraları

Biz İstanbullu Rumlar için bir zamanlar ramazanın ayrı bir yeri vardı. Şüphesiz, Hıristiyan olarak oruç tutmuyorduk ama komşularımız davet etti mi iftar sofralarını kaçırmazdık. O ne güzel yemekler, o ne güzel sohbetler. Sevgili komşularımızın öyle dini içerikli sohbetler açtıklarını da hiç hatırlamıyorum.

Çocukluğumda, delikanlılığımın ilk yıllarımda, "evin erkeği" olarak her gün fırına gidip sıcak ramazan pidesi almak benim görevimdi. Tabii eve gidinceye kadar pidelerin bir bölümünü tüketirdim. Annemden azar işitir, ablalarımla kavga ederdim.

Doğru veya yanlış, biz "şeker bayramı" olarak bilirdik ramazan sonrasını. Bayram yaklaştıkça da biz İstanbullu Rumları bile tatlı bir heyecan sarardı.

Öncelikle okul yoktu, işe gitmek yoktu. Biliyor musunuz, Rum öğrencilerin büyük bir avantajı var. Hem Hıristiyan hem Müslüman alemlerin bayramlarında okulları tatildir.

Çocukluk yıllarımda radyo, delikanlılığımda televizyonun "bayram özel programları"nı iple çekerdik. Skeçler, konserler...

Mahallemdeki tek bakkal, yaşıyorsa Allah uzun ömürler versin, koyu Beşiktaşlı Suavi Bey, dükkanının önündeki sebze kasalarının üstüne birkaç kutu şeker koyardı. Gelen geçen tatsın, tatlansın diye.

O zamanlar, 30-40 yıl önce, öyle güneyde oteller de yoktu, uygun ödeme şartları ile tatil de. Veya vardı da bizim mahallede bilen yoktu.

Herkes temiz pak giyinip sokağa çıkardı. Bayramlaşırdık. Arkadaşlarım annelerinin pencereden "oğlum gel ziyarete gideceğiz" ya da "misafir geldi" şeklindeki çağrılarına uymazlardı pek. Tepki gösterirlerdi.

Giydiğimiz temiz gömleğin kollarını, kumaş pantolonun paçalarını sıvar, bildiğimizi okurduk. Top oynardık işte. Kösele ayyakabıların yeni olması da, asfalt ya da arnavutkaldırımında koşarken kaymaları da engel değildi. İki taşla işaretlediğimiz bir kale yokuşun bir ucunda, diğeri öteki ucundaydı. Yokuş aşağı sorun değildi de yokuş yukarı koşmak da, pas vermek de, şut çekmek de acayip güçtü.

Bildiğimizi okurken, bayram olduğunu, her gün giriş katındaki evinin demir parmaklı penceresi arkasından "çıkıp şu topu alacağım" ya da "sizin eviniz yok mu?" diye bağıran ihtiyar teyzenin o kutsal günlerde ses çıkarmamasından da anlıyorduk.

Yorgun düştüğümüzde "bayram harçlığımız" ile Suavi bakkalda "Ankara" ya da "Elvan" marka gazozlarımızı içer, karnımız acıktığında çeyrek ekmek içine kaşar ya da sucuk alırdık.

İkindi vakti "gönül yaralarımız" aileleri ile gittikleri bayram ziyaretlerinden dönerdi. Onlarla bayramlaşmak birazcık da kakara kikiri için vesileydi.

Bayramın ikinci günü mutlaka Beyoğlu’na çıkardık. O sinema senin, bu sinema benim... "Pam Pam"da kır pidesi, "Atlantik"te sosis...

Bir derken, iki derken, üç gün oluyor ve bayram tatili bittiğinde, okul ödevlerinden hiçbirini yapmadığımı hatırladığımda normal öğrenci paniğine kapılıyordum.

Atina’ya göçtükten sonra birkaç bayramı İstanbul’da geçirdim. Sonra sonra, bayramlarda pek uğramaz oldum. Bilemiyorum ben mi değiştim, zamanlar mı? Ama o eski bayram tadını alamıyorum sanki İstanbul’da. Trafik deyin, kalabalık çok kalabalık deyin, biraz da değişen "melodiler" deyin, benim için eski tadı yok.

Bayramınız mübarek olsun.

Atina’da bayram namazı

Birkaç gün sonra bayram ve Atina’da yaşayan binlerce, onbinlerce Müslüman’ın hálá bayram namazı kılacağı bir cami yok.

Pakistan’dan, Irak’tan ve daha birçok ülkeden kaçak olarak gelen ve Yunan başkentinde çoğu işçilik ya da seyyar satıcılık yaparak daha mutlu bir yarın için hayatta kalmaya çalışan binlerce Müslüman, bayram namazını ya parklarda ya da ibadethaneye dönüştürülmüş apartman dairelerinde kılacak.

İki yıl önce Suudi Arabistanlı bir işadamı tarafından 2,5 milyon Euro’ya alınan Atina’nın Moshato semtindeki bir bina, ’’İslam ibadet, eğitim ve kültür merkezi’’ adıyla açıldı ama gönlüm, gözüm cami demeye elvermiyor.

Siz deyin 10, ben diyeyim 15 yıldır Atina’da cami inşa edilecek diye duyuyorum, okuyorum ama daha göremedim. Parlamento iki kere cami inşası için karar aldı, kilise bazı "çatlak" seslere rağmen sonuçta "olur"u verdi ama gözle görünür hiçbir gelişme kaydedilmedi.

AB üyesi Yunanistan, başkenti Atina’da hálá bir caminin olmamasıyla şüphesiz iftihar edemez.
Yazının Devamını Oku

Siyaset sahnesi nasıl değişir

20 Eylül 2008
Önce hava karardı, şimşekler çaktı, fırtına sonrası... Her şey bir anda altüst oldu. Siyaset sahnesi birkaç hafta içinde birdenbire değişti Yunanistan’da. Sonuç olarak da iktidar partisi merkez sağcı Yeni Demokrasi (ND) sekiz evet tam sekiz yıl sonra ilk kez bir kamuoyu araştırmasında birinci parti çıkmadı.

Elbet her zaman tartışmaya açıktır kamuoyu araştırmaları, elbet soruların nasıl sorulduğu, hangi cevap seçeneklerinin bulunduğu sonuçlarda büyük rol oynar. Ancak bir gerçek var ki, bu diyarda 2000 yılından beri tüm kamuoyu araştırmaları başbakan Kostas Karamanlis’in lideri olduğu ND’nin birinci parti olduğunda hep birleşiyordu.

Gerek 2004, gerekse 2007 seçimlerinde ND’nin zaferini çok önceden "ilan etmişti" anketler. Son seçimlerden sonra da yine ND’nin sosyalist Pasok’un bazen 2, bazen 3, bazen 5 puan önde gittiğini gösteriyordu.

Ve geçtiğimiz günlerde Pasok’u 2 puan önde gösteren bir araştırma yayınlandı.

Ne oldu da öyle birden değişti manzara? Sosyalist Pasok atağa mı kalktı? Hayır... Kesinlikle hayır. Yorgos Papandreu’nun liderliği, babası Andreas’ın kurduğu Pasok’ta h l tartışılıyor. Papandreu partisinde tam hakimiyeti h l kurmuş değil. H l "ülkeyi yönetmeye hazırım" görüntüsü vermiyor.

Sorun asıl ND iktidarında. Karamanlis, 2004 yılında şeffaflık, devlet yönetiminde yozlaşmaya son, parti-hükümet ilişkilerinde sınırlar çizilmesi ve iktidarın verdiği gücü suiistimal etmeme vaatleriyle iktidara gelmişti. 2007’de de oylarını yüzde 45’ten yüzde 42’ye düşürmesine rağmen iktidarını korumuştu. Sloganı "Erdemli ve mütevazı yönetim" idi.

Geçen bir yıl içinde önce ülkede büyük bir zam dalgası yayıldı. Dar gelirli, emekli ve orta direk için geçim şartları çok zorlaştı. Bunun yanı sıra Karamanlis, seçim sistemi nedeniyle 300 sandalyeli parlamentoda 152 milletvekili ile "hassas" bir iktidarı olması yüzünden bazı şeyleri "görmezlikten" gelmeye başladı. Sözgelimi ND partisinde "asi" milletvekilleri baş gösterdi. Kovsa hükümet düşecek... Görmezlikten, duymazlıktan geldi.

Ardından peşpeşe patlayan bazı skandallar ve olaylar da Başbakan Karamanlis’i iyice güç duruma soktu.

Bu skandalların en önemlisi "keşişler diyarı" olarak bilinen Aynoroz’da, kadınların ayak basması yüzyıllardır yasak Aynoroz’da Vatopediu Manastırı Başkeşişi Efrem’in çevirdiği işlerdi.

Başkeşiş devlet ile arazi "takası" yapıyordu. Bizans ve Osmanlı tapu ve fermanları ile manastıra ait olduğunu söylediği arazileri gerçek fiyatının çok üzerinde veriyordu devlete ve bunun karşılığında gerçek değerinin çok altında fiyatlarla devlet arazileri alıyordu. Tabii alır almaz da büyük k rla satıyordu. Az buz değil dönen para, yüz milyonlarca Euro. Şimdi bir manastırın bu kadar paraya ne ihtiyacı olur? Keşişler parayı ne yapar? Bu sorulara cevap veremeyeceğim... Hatta Allah bile verebilir mi bilemem.

Manastır bu işleri Pasok iktidarı döneminde de çeviriyordu, ND iktidarı döneminde de. Ama ND, ama Karamanlis hani şeffaflık vaat etmişti? Hani usulsüzluk, yolsuzluk, iltimas olmayacaktı?

Ardından Deniz Ticaret ve Ege Bakanı Yorgos Vulgarakis’in serveti ile çalkalandı ortalık. Bakan vergi ödememek için off-shore şirket kurmuştu. Üstelik eşi ve kayınpederi de skandal manastırın noteri ve avukatıydı.

Kötülükler "üçledi" birkaç gün sonra. Bu defa da Basın Bakanı Teodoros Rusopulos’un eşi Mara Zaharea’nın gazeteci olarak televizyonda ve radyoya programlar yapması ve hatta yayımcılığa bile soyunması gündeme geldi. "Siyasi etik ile bağdaşmıyor" sesleri yükseldi.

Deniz Ticaret ve Ege Bakanı istifa etti, manastırın tüm alım satım işlemleri durduruldu, Basın Bakanı’nın eşi de çalıştığı medya kuruluşlarından ve ortağı olduğu yayımcı firmadan ayrıldı ama iş işten geçtikten sonra.

Her üç konuda da Yunan medyası muhalefet-iktidar yanlısı ayrımı olmaksızın bence görevini yerine getirdi. Gazeteler, televizyonlar, radyolar adeta ağızbirliği etmişçesine hükümeti eleştirdiler ve bu konuların üzerine gittiler.

Durum böyle olunca da kamuoyu vicdanı ağır bastı. Kamuoyu affetmedi ve ND partisi sekiz yıl sonra ilk kez bir kamuoyu araştırmasında ikinci çıktı.

Başbakan Karamanlis şimdi kaybettiği zemini yeniden kazanmanın yollarını arıyor.

KIBRIS RUMLARI HAKKINDA TÜYOLAR

Kıbrıs’ta dört yıllık aradan daha doğrusu ataletten sonra çözüm için müzakereler başladı. Şüphesiz iniş çıkışlar olacak, şüphesiz iki tarafın da önünde uzun ve dik bir yokuş var. Nereye kadar gidecekler, bir çözüme ulaşabilecekler mi? Şimdiden tahmin yürütmek imkansız.

Ancak her halükarda müzakereler başladığına göre, Kıbrıslı Rumlar hakkında muhtemelen bilmediğiniz bazı "tüyo"lar vereyim. Bu "bilgilerden" bazıları yaşadıklarımdan gördüklerimden, bazıları da okuduklarımdan duyduklarımdan.

Rumlar malum zengindir. Kişi başına gelir 20 bin Euro’ya doğru ilerliyor. Peki insanların zenginliklerini göstermekten çok hoşlandıklarını biliyor musunuz? Sözgelimi güney Kıbrıs’ta "köy" sayılan yerlerde lüks villalar, kocaman evlere rastlayabilirsiniz. Tuhaf olan bu villa ve evlerden bazılarının sahiplerinin avluda-bahçede inşa ettirdikleri hizmetçi odalarında yaşamaları. Sorduğunuzda da "ev kirlenmesin" diyorlar.

Kıbrıs ada ya dört tarafı deniz ile çevrili olmasına rağmen, Rumların çoğu tatil için Yunanistan’ı seçer. Geri döndüklerinde de her defasında "Kıbrıs gibisi yok" derler.

Rum Kesimi’nde bu zamanlar en güzel kadın kim, diye sorsanız cevap bir Romen dilber olacaktır. Modacı Ramona Filip. Rum bir işadamı ile evli Ramona, magazin dünyasında her gün adından bahsettiriyor.

Rum Kesimi’nde en ünlü DJ ise aralıksız 116 saat müzik çalarak rekor kıran Gee Papa.

Ben değil istatistikler söylüyor: Rum erkeklerinin yüzde 30’u son yıllarda Rus, Ukraynalı veya Bulgar kadınlarla evleniyor. Rum kadınlarının yabancı eş tercihlerinin başında Yunan, İngiliz ve Lübnanlı erkekler geliyor.

Nüfusu 750 bin civarında olan Rum tarafında 6 günlük gazete ile 30 haftalık- aylık dergi yayınlanıyor. Ayrıca 6 "ulusal kanal" var.

Nüfusa göre otomobil rekoru AB’de Rumlara ait olmalı. Her 1000 kişiye 746 otomobil düşüyor. Bir başka açıdan bakarsak her ailenin kapısında 3 araba bekliyor.

Rumların tüketiciliğinin bir başka kanıtı da çöpler. Her Rum yılda 600-700 kilo çöp bırakır geçen çöp kamyonlarına.

İnsanlar mutlu bir yaşam sürdürüyor adanın güneyinde. Eurobarometrenin anketlerine bakılırsa, Rumların yüzde 80’i hayatından memnun. Yüzde 75’i en güvenilir kurum olarak Rum Milli Muhafız Ordusu’nu görüyor. Dindarlar da aynı zamanda. Dinin modası geçmiş bir şey olduğuna inananların oranı sadece yüzde 4.

Rumların konuştuğu dile gelince, Yunancadan epey farklılıklar arz ediyor.

Ne zaman gitsem ve çarşı pazar dolaşsam konuşulanların ancak yarısını anlayabiliyorum. Bu arada Kıbrıslı Rumların kullandığı iki kelimeyi de yeni öğrendim. Meğer "kafa"ya "kelle", "kargaşa"ya da "karkasialiki" diyorlarmış.
Yazının Devamını Oku

Başbakan az konuşur

13 Eylül 2008
Başbakan bu diyarda az konuşur, çok az konuşur. Hükümetin icraatını anlatmak hükümet sözcülerinin işi. Başbakan yılbaşı ve milli bayram günlerinde halka hitaben mesajlar yayınlar. Yabancı ülke liderleri ile görüşmelerinden sonra açıklamalar yapar ve o görüşmenin çerçevesinden çıkmadan bir iki soruya cevap verir.

Katıldığı davetlerde de duruma göre ya bir konuşma yapar, ya da kısa bir "selamlama" ile yetinir.

Dört yıllık icraatında bu diyarın başbakanı -seçim öncesi dönem hariç- gazetelere, televizyonlara demeç filan vermez. Meydanlarda da pek görünmez.

Başbakan, gazetecilerle yılda bir kez, eylül başında Selanik Fuarı’nın açılışında düzenlenen basın toplantısında buluşur ve 50-60 soruya cevap verir.

Bu "geleneksel" basın toplantısında, önümüzdeki bir yıl içinde izleyeceği politikaların işaretlerini verir. Kamuoyunu meşgul eden konulardaki soruları net ve açık bir şekilde yanıtlar.

Siyasi partiler için, medya mensupları için, kamuoyu için önemli bir gündür bu basın toplantısı.

Yaklaşık 25 yıldır izliyorum Yunan başbakanlarının "geleneksel" basın toplantılarını. Çoğuna da katıldım.

Türk-Yunan ilişkileri, Türkiye-AB ilişkileri, Kıbrıs sorunu 1980’li, 90’lı hatta 2000’li yıllarda bu buluşmalarda önemli bir yer tutardı. Özellikle Türk medyası için çalışan bizlerin, o gün çok mu çok işi olurdu. Hatırlıyorum da, Anadolu Ajansı’nda çalışırken, "Yunan başbakanı şu cevabı verdi" diyerek sıralardım alt alta paragrafları... Türkiye’den bakıldığında olumsuz cevaplardı çoğu. Aynı gün değilse ertesi gün, Ankara’dan açıklama gelirdi. Ardından Atina’dan cevap, sonra Ankara’dan karşı cevap, sonra yine Atina’dan karşı cevaba karşı cevap. Tırmanırdı ilişkiler.

Zamanla bu durum değişti. 1999’da başlayan Ege’deki yakınlaşma meyvelerini verdikçe, Yunan başbakanlarına bu konularda daha az soru soruldu, cevaplar da daha ılımlıydı. Televizyonların naklen yayınları sayesinde Selanik’e gitmeme artık gerek bile yoktu.

Son iki yıldır ise Türkiye konusunda tek kelime bile edilmedi.

Türk-Yunan ilişkilerinin 9 yılda kat ettiği mesafenin bence tartışılmaz bir kanıtı.

Yaz bitmemeli

Eylül geldi mi, "Yaz bitti, tatil de. Şimdi dört elle işe, sorumluluklara dönme zamanı" diyenleri oldum olası esefle protesto etmişimdir.

Onca zaman, gündüzleri bedenlerinizi canım kumsallara, canım sulara teslim edeceksiniz, yıldızlı gecelerde namelerin eşliğinde gönlünüzü, beyninizi bir sürü güzellik fethedecek ve paldır küldür bu "rüyadan" uyanıp telefon faturası, banka kredisinin taksiti ya da çocukların okulu gibi "gereksiz" işlerle uğraşacaksınız...

Her şey niye bıçak gibi kesilsin ki. Yaz, eylülde de devam etmeli. Hani haftasonu kaçakmaklarıyla ya da uzun yürüyüşlerle. Oruç tutanların sofrasında yazı ve tatili hatırlatan lezzetler niye eksin olsun?

Sizi bilmem ama benim yazlarım hep uzun sürer. Hiç uzun tatiller yapmasam da.

İşte bugünlerde karanlık çöktü mü, arabam programlanmış gibi Atina’nın sahiline gidiyor. Müzikçalarda da takılmış plak gibi bu diyarda aşkın yorumcusu Yiannis Parisos’un son süksesi çalıyor hep. Piyanodan çıkıyor notalar önce... Sonra Parios’un kadife sesi:

"Her şey bıraktığın gibi duruyor. Mutfakta bir bardak dudaklarını bekliyor. Perdeler senin sevdiğin kırmızı renkte. Bir kitap duruyor açtığın, açık bıraktığın sayfada. Bir hayat durmuş bıraktığın noktaladığın yerde. Satıyorum evi. Senin dokunduğun, baktığın ve birlikte yaşadığımız her şeyle birlikte. Satıyorum evi."

Parios dinleyerek İstanbullu Rumlar’ın "memleketi" Paleon Faliron’da alıyorum soluğu. Sahilde liman teşkilatına ait eski binalar, özel sektör teşebbüsüyle restore edildi. Hepsi tek renk. Kırmızı toprak.

Marinaya bağlanmış birbirinden güzel, alımlı tekneler hayal kurmaya göz kırparken, kafelerde sohbetler hep geçen yaz, geçen tatil ile ilgili. Yaşadıklarını anlatıyorlar birbirlerine insanlar. Kahkahalar yükseliyor. Sonrasında her masada illa da bir "uyanık" çıkıp "Ee, eylül geldi iş güç zamanı" diyor. Suratlar buruşuyor.

Sorumluluklara da evet, yükümlülüklere de. Ancak takvimler sonbahar dese bile yazı yaşamak ve içimizde yaşatmak hakkımız.

Sirtaki rekoru

İnsanoğlu tarihe geçmek uğruna neler yapmıyor ki? Günümüzde de "ölümsüzleşme"nin pratik bir yolu, şüphesiz Guinness Rekorlar Kitabı.

Dünyanın dört bir yanından gelip, şövalyeler adası Rodos’ta buluşan 2 bin 500 "Google" üyesi de muhtemelen öyle düşündüler.

Önce kırılacak rekor seçildi. Madem buluşma yeri Yunanistan idi, "sirtaki rekoru" kırmaya karar verdiler.

Son sirtaki rekoru, Avustralya’daki Yunan festivalinde kırılmış ve 1608 kişi sirtaki oynamıştı.

Rodos’ta 2 bin 500 kişi işe koyuldu. Yunan dansörlerden sirtaki dersleri aldılar.

Geçtiğimiz günlerde de Kalipatira Stadı’nda, ünlü besteci Mikis Teodorakis’in ölümsüz eseri Zorba’nın eşliğinde dansedip Guinesss Rekorlar Kitabı’na girdiler.

Hiç de fena fikir değil doğrusu...

Tersanede bekleyen bir tekne

Eski adı Qadissiyat Saddam, yeni adı Basra Breeze. Uzunluğu 80 metre. Danimarka’da inşa edilmiş, 1981 yılında sahibine verilmiş. Gemiden farksız teknede 28 misafir ağırlanabiliyor, mürettebatla birlikte 35 kişi için yatacak yer var.

Bu teknenin kardeşi sayılan Al Mansur, 2003’te NATO güçlerince bombalanıp batırılmıştı.

Saddam Hüseyin’in teknesi, bugünlerde Pire Limanı yakınlarındaki Perama semtinde bulunan Atlas firmasının tersanesinde, halat bağlamış bekliyor. Restorasyon çalışmaları yapılıyor. Yüzer bir saraya dönüştürülecek.

Teknenin ilginç bir öyküsü var. Ne kadar doğru bilemem, 2003 yılından sonra kayıplara karışmış. Saddam Hüseyin, Suudi Arabistan kralına, o da Ürdün kralına hediye etmiş. Ürdün kralı, bir İngiliz firmaya satmış ve tekne 2007’de Ocean Breeze adıyla Fransa’nın Nice Limanı’nda görülmüş. Irak Hükümeti, mahkeme yoluyla tekneyi İngiliz firmanın elinden almış ve lüks bir kruvaziyere dönüştürmesi için Yunan firması Atlas’a vermiş.

Restorasyon tamamlandığında Saddam Hüseyin’in teknesiyle ilk kimler mavi suları yarmak isteyecek merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Futbol ve milli dava

6 Eylül 2008
Salı akşamıydı. Kritik bir maç öncesi, ta uzaklardan gelen misafir takımın bir avuç taraftarı Atina havaalanından otobüsle şehir merkezine yaklaşırken, ev sahibi takımın motorize (motosikletli) taraftarlarınca karşılandı. Öyle çiçekle filan değil. Ablukaya alındı otobüs. Şoför çaresiz durmak zorunda kaldı. Tekmeler, küfürler, tehditler.

Salı akşamıydı. Aynı manzara, bu defa bir başka otobüs, antrenman için misafir takım oyuncularını ertesi gün oynanacak maçın stadına götürürken yaşandı.

Çarşamba akşamüstüydü. Misafir takımın 200 kadar taraftarı toplu şekilde stada gelirken, ev sahibi takımın 400 kadar taraftarının saldırısına uğradı. Meydan dayağı. Taşlar, şişeler, pastik masa ve sandalyeler uçuştu havada. Maçı izleyebilmek için ta uzaklardan gelen misafir takımın taraftarlarından bazıları hastanelik oldu.

Çarşamba akşamıydı. Meydan dayağından kurtulanlar stada girdiler girmesine ama değişen pek bir şey yok. Ev sahibi takımın taraftarları "ayıp" sözlü tezahürat bir yana "milli davaya ihanet" sayılabilecek sloganlarla bekliyorlardı. Misafir takım oyuncuları ısınmak için sahaya çıktığında da kıyamet koptu.

Sanki ezeli bir derbi maçıydı, sanki tarihten süregelen açık hesapları olan iki rakip karşılaşıyordu.

"Yapmayın etmeyin, cezalandırılacağız. Futbol bayramdır, eğlencedir" tarzı anonslar yapılıyor ama aldıran kim? Ev sahibi takımın birkaç yüz fanatiği kendi "kanunlarını" on binlerce taraftara kabul ettirmişti.

Çok gergin bir ortamda geçen maçı ev sahibi takım 1- 0 kazandı. Ancak ilk maçı 3 - 0 kaybettiğinden, Şampiyonlar Ligi’ne daha elemelerde veda etti. UEFA’dan gelecek ceza bekleniyor şimdi. Misafir takımın oyuncuları yöneticileri ve taraftarları her ne kadar sevinse de yaşadıklarının şokunu atlatamıyordu. Yöneticilerden biri "Yahu biz Türkiye’de de oynadık, böyle şeyler görmedik" diyordu.

Ev sahibi takım, Yunanistan’ın üç büyüklerinden Olimpiakos, misafir takım ise Kıbrıs Rum Kesimi’nden Anorthosis idi. "Kıbrıs davasında" Yunan-Rum kardeşliği, dayanışması, ittifakı ne derseniz deyin, Pire’deki Karaiskaki Stadı’nda sanki bir kalemde silinmişti. Futbol işte...

Perşembe günü Yunan ve Rum gazeteleri "utanç manzaralarından" söz ediyordu. Aynı günün akşamı bir başka Yunan takımı AEK, Lefkoşa’da bir başka Rum takımı Omonia ile 2-2 berabere kalıp (İlk maçı Rum takımı Atina’da 1-0 kazanmıştı) UEFA kupasında havlu attı. Yazılanlara bakılırsa, seçim öncesi propaganda döneminde, Türk askerlerinin Kıbrıs’tan çekileceği vaadi veren Jimmy Carter’in ABD Başkanı seçildiği günden bu yana ilk kez Lefkoşa’da kiliselerin çanları bayram havasında çalmış. Futbol işte...

Perşembe akşamı bir başka Rum takımı APOEL de ilk maçta kendi sahasında 2-2 berabere kaldığı Sırp Kızılyıldız takımı ile Belgrad’da 3-3 berabere kalarak Avrupa kupalarında yoluna devam etti.

Kıbrıs Rum Kesimi’nde futbol belki de dünyanın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar siyasetle iç içedir. Kötü dillere bakılırsa hangi siyasetçinin hangi takımı desteklediğinden çok hangi takımın hangi siyasetçiyi desteklediği önemli.

Anorthosis, APOEL, Apollon Lemesu (Limasol) ve Lefkoşa Olimpiakos "sağcıların" takımları sayılır. Yani muhalefetteki "Demokratik Alarm" (DİSİ) partisine yakın takımlardır. Bu nedenle de maçlarda taraftarları Yunan bayrakları da taşır. Geçen şubat ayında yapılan başkanlık seçimleri öncesi Anorthosis ve APOEL kulüpleri yaptıkları açıklamalarla, DİSİ adayı Yiannakis Kasulidis’e destek verdiklerini beyan etmişlerdi. Seçimlerin galibi komünist AKEL partisinin lideri Dimitris Hristofyas da söz konusu iki takımın tutumundan küplere binmişti.

Komünist AKEL partisinin de başı elbet kel değil. Onların takımları Omonia, Nea Salamina ve ALKH. Yine kötü dillere bakılırsa, eski SSCB döneminde "yoldaşlar" ya, bu takımlara Rusya ve Bulgaristan’dan bedava futbolcu ve teknik direktör gönderiliyordu.

Dedik ya futbol işte...

Keşişler diyarından havadisler

Bugün "keşişler diyarı"ndan, kuzey Yunanistan’daki Halkidiki Yarımadası’nda, kadınların ayak basmasının asırlardan beri yasak olduğu Aynoroz’dan iki havadisim var.

İlki keşişler ile hükümet arasındaki çekişme. Yunan Hükümeti, Aynoroz’daki kilise ve manastırların, Aynoroz dışındaki gayrimenkullerini vergilendirmeyi kararlaştırdı. Yıllık vergi oranı gayrimenkul değerinin sadece 0.1’i. Ancak buradaki manastırların ülkenin dörtbir yanında arsaları, arazileri, binaları, dükkanları o kadar çok ki, ortaya çıkan meblağ karşısında keşişlerin keyfi kaçtı. Muaf tutulmaya alışmışlar onca asır. "Vergi ödemeyüz" deyip başkaldırdılar. Atina’ya gönderdikleri öfke dolu mektuplar bir yana, Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’yi de zor durumda bıraktılar. Bakoyani, Atina ziyareti sırasında Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’ye Aynoroz’daki paha biçilmez tarihi ikonların Fransa’nın AB dönem başkanlığı sırasında Paris’te sergilenmesi sözü vermişti. Keşişler "Madem vergi istiyorsunuz, ikon mikon vermiyoruz" mesajı yolladılar Yunan Dışişleri’ne.

Hükümet geri adım atmaya niyetli, ama bu kez ülkenin en zengin müesseselerinden birisi olan Yunanistan Kilisesi’nin "Madem Aynoroz vergi ödemeyecek biz niye verelim?" tepkisiyle karşılaşmamak, yani başına bela açmamak için ısrarlı göründü.

Yunanistan Kilisesi’ne bağlı manastırlarda yaşayan keşişlerin aksine, Aynoroz’daki keşişlerin askerlikten muaf tutulmalarına ilişkin hükümetin jesti ise itibar görmedi.

İkinci havadise gelince. Fener Patriği Bartholomeos bir süre önce Aynoroz’u ziyaret etti.

Patrik, ruhani lideri olduğu Aynoroz’daki bazı manastırlara gidebilmek için katıra bindi. Bu diyarda hayat, Ortaçağ temposunda. Kapılar dünya malına, medeniyete kapalı.

Bartholomeos bir tek Esfigmenu manastırına gitmedi, gidemedi. Çünkü bu manastırın bir bölümü "işgal" altında. Dev taş binanın batı cephesinde siyah bayraklar boy gösteriyor, "Ya Ortodoksluk ya ölüm" diye yazan dev bir pano. Buradaki keşişler "Katolikler ile yani Papa ile diyalog kuruyor diye Bartholomeos’un adını ne anıyorlar ne de duymak istiyorlar.

Esfigmenu Manastırı boşaltılsın diye Yunan mahkemelerinden çıkmış karar var, ama kim takar? Keşişler manastırı adeta dinamit ve tüpgaz deposuna dönüştürmüş. Müdahale olursa her şeyi havaya uçurmakla tehdit ediyorlar. Polis, mahkeme kararını uygulamak istiyor ama teşebbüs edemiyor. Ne zaman ettiyse de kanlı olaylar çıktı.

Bartholomeos, konuşmalarında "Kanunlar neden uygulanmıyor? Kanayan bir yara var. Bu iş nereye kadar gidecek?" tarzı sözlerle memnuniyetsizliğini dile getirdi. Kimse cevap veremedi.
Yazının Devamını Oku