Yunanistan’da siyasetçilerin, devlet yetkililerinin ve keşişlerin karıştığı yüz milyonlarca Euro’luk skandallarda işte bu soruya cevap aranıyor.
Sözgelimi bir bakan, bir siyaset adamı, devlet sektöründe bir üst düzey yönetici ya da kendini Allah’a adamış bir din adamı kar amaçlı ticari faaliyetlerde bulunduğunda, yasalar karşısında suç işlemediği veya her şeyi yasalara uygun yaptığı takdirde, ahlaki değer ve kamu vicdanı açısından sorun var mıdır yok mudur?
Bu konu, iktidar partisi merkez sağcı Yeni Demokrasi’nin kadın hakları için verdiği mücadele yüzünden lakabı "Süper Katerina"ya çıkan miletvekili Katerina Papakosta ile aşırı sağcı-milliyetçi LAOS partisinin iri cüssesi yüzünden lakabı "Big Mac"a çıkan milletvekili Makis Voridis arasında ilginç bir söz düellosuna yol açtı. Karşılıklı atışmaların odağında ise hayat kadınları vardı.
Her şey Voridis’in "İnsanın kendi bedenini satması yasal hakkıdır. Ancak bu ahlaki değildir" demesiyle başladı.
Papakosta hemen Baron de Montesquieu’nün bir sözü ile karşılık verdi: "Yasada var, öngörülüyor diye bir şeyin aynı zamanda adil olduğu söylenemez. Ancak, yasa adil olduğu için vardır."
Süper Katerina hemen ardından da meslektaşı Big Mac’in hayat kadınlarını aşağılamaya hakkı olmadığını vurgulayarak, "Açıkça söylesin. Kendi kriterlerine göre ahlaksız saydığı vatandaşların oyunu istiyor mu istemiyor mu?" dedi.
Voridis "Saçmalıklara cevap vermem" diyerek tartışmayı kapatmak istediyse de Papakosta’nın "Saçmalık kelimesini sahibine iade ediyorum" çıkışı karşısında "Yasal nedir ne değildir ve etik’in anlamı, hukukun temel felsefesinde yeralır. Bunları da hukuk fakültesinin 1. sınıf öğrencisi bile bilir" açıklamasıyla sataştı.
Big Mac bir adım daha ilerleyerek "Naziler, Yahudileri imha etmek için yasa çıkarmışlardı. Bu yasalar adil miydi? Eğer benim bir kızım olsaydı, Bayan Papakosta’nın yasal saydığı hayat kadınlığı mesleğini seçmesini istemezdim. Fuhuş ahlaka uygunsa o zaman hepimiz kendimizi satalım" diye konuştu.
Altında kalır mı hiç Süper Katerina, hemen gürledi: "Kadın siyasetçiler, bazı erkek meslektaşlarının aksine giydikleri pantolonların hakkını veriyorlar. Pantolonun içini doldurmak gerek."
Big Mac bir ara neye uğradığını şaşırdı. Neyse ki soğukkanlılığını muhafaza edip pantolonunun içinde ne olduğunu söyleyecek yerde Amerikalı hukuk düşünürü Ronald Dworkin’in sözlerine atıfta bulundu: "Ahlaka uymamakla beraber bazı davranışlar hoşgörülü toplumlarda tahammül ile karşılanabiliyor. Tabii bu kesinlikle söz konusu davranışların aynı zamanda ahlaki olduğu anlamını taşımaz."
Bakalım Süper Katerina’nın buna cevabı ne olacak?
Dünyanın en eski iki mesleği siyaset ile fuhuştur.
Bayram hatıraları
Biz İstanbullu Rumlar için bir zamanlar ramazanın ayrı bir yeri vardı. Şüphesiz, Hıristiyan olarak oruç tutmuyorduk ama komşularımız davet etti mi iftar sofralarını kaçırmazdık. O ne güzel yemekler, o ne güzel sohbetler. Sevgili komşularımızın öyle dini içerikli sohbetler açtıklarını da hiç hatırlamıyorum.
Çocukluğumda, delikanlılığımın ilk yıllarımda, "evin erkeği" olarak her gün fırına gidip sıcak ramazan pidesi almak benim görevimdi. Tabii eve gidinceye kadar pidelerin bir bölümünü tüketirdim. Annemden azar işitir, ablalarımla kavga ederdim.
Doğru veya yanlış, biz "şeker bayramı" olarak bilirdik ramazan sonrasını. Bayram yaklaştıkça da biz İstanbullu Rumları bile tatlı bir heyecan sarardı.
Öncelikle okul yoktu, işe gitmek yoktu. Biliyor musunuz, Rum öğrencilerin büyük bir avantajı var. Hem Hıristiyan hem Müslüman alemlerin bayramlarında okulları tatildir.
Mahallemdeki tek bakkal, yaşıyorsa Allah uzun ömürler versin, koyu Beşiktaşlı Suavi Bey, dükkanının önündeki sebze kasalarının üstüne birkaç kutu şeker koyardı. Gelen geçen tatsın, tatlansın diye.
O zamanlar, 30-40 yıl önce, öyle güneyde oteller de yoktu, uygun ödeme şartları ile tatil de. Veya vardı da bizim mahallede bilen yoktu.
Herkes temiz pak giyinip sokağa çıkardı. Bayramlaşırdık. Arkadaşlarım annelerinin pencereden "oğlum gel ziyarete gideceğiz" ya da "misafir geldi" şeklindeki çağrılarına uymazlardı pek. Tepki gösterirlerdi.
Giydiğimiz temiz gömleğin kollarını, kumaş pantolonun paçalarını sıvar, bildiğimizi okurduk. Top oynardık işte. Kösele ayyakabıların yeni olması da, asfalt ya da arnavutkaldırımında koşarken kaymaları da engel değildi. İki taşla işaretlediğimiz bir kale yokuşun bir ucunda, diğeri öteki ucundaydı. Yokuş aşağı sorun değildi de yokuş yukarı koşmak da, pas vermek de, şut çekmek de acayip güçtü.
Bildiğimizi okurken, bayram olduğunu, her gün giriş katındaki evinin demir parmaklı penceresi arkasından "çıkıp şu topu alacağım" ya da "sizin eviniz yok mu?" diye bağıran ihtiyar teyzenin o kutsal günlerde ses çıkarmamasından da anlıyorduk.
Yorgun düştüğümüzde "bayram harçlığımız" ile Suavi bakkalda "Ankara" ya da "Elvan" marka gazozlarımızı içer, karnımız acıktığında çeyrek ekmek içine kaşar ya da sucuk alırdık.
İkindi vakti "gönül yaralarımız" aileleri ile gittikleri bayram ziyaretlerinden dönerdi. Onlarla bayramlaşmak birazcık da kakara kikiri için vesileydi.
Bayramın ikinci günü mutlaka Beyoğlu’na çıkardık. O sinema senin, bu sinema benim... "Pam Pam"da kır pidesi, "Atlantik"te sosis...
Bir derken, iki derken, üç gün oluyor ve bayram tatili bittiğinde, okul ödevlerinden hiçbirini yapmadığımı hatırladığımda normal öğrenci paniğine kapılıyordum.
Atina’ya göçtükten sonra birkaç bayramı İstanbul’da geçirdim. Sonra sonra, bayramlarda pek uğramaz oldum. Bilemiyorum ben mi değiştim, zamanlar mı? Ama o eski bayram tadını alamıyorum sanki İstanbul’da. Trafik deyin, kalabalık çok kalabalık deyin, biraz da değişen "melodiler" deyin, benim için eski tadı yok.
Bayramınız mübarek olsun.
Atina’da bayram namazı
Birkaç gün sonra bayram ve Atina’da yaşayan binlerce, onbinlerce Müslüman’ın hálá bayram namazı kılacağı bir cami yok.
Pakistan’dan, Irak’tan ve daha birçok ülkeden kaçak olarak gelen ve Yunan başkentinde çoğu işçilik ya da seyyar satıcılık yaparak daha mutlu bir yarın için hayatta kalmaya çalışan binlerce Müslüman, bayram namazını ya parklarda ya da ibadethaneye dönüştürülmüş apartman dairelerinde kılacak.
İki yıl önce Suudi Arabistanlı bir işadamı tarafından 2,5 milyon Euro’ya alınan Atina’nın Moshato semtindeki bir bina, ’’İslam ibadet, eğitim ve kültür merkezi’’ adıyla açıldı ama gönlüm, gözüm cami demeye elvermiyor.
Siz deyin 10, ben diyeyim 15 yıldır Atina’da cami inşa edilecek diye duyuyorum, okuyorum ama daha göremedim. Parlamento iki kere cami inşası için karar aldı, kilise bazı "çatlak" seslere rağmen sonuçta "olur"u verdi ama gözle görünür hiçbir gelişme kaydedilmedi.
AB üyesi Yunanistan, başkenti Atina’da hálá bir caminin olmamasıyla şüphesiz iftihar edemez.