22 Şubat 2009
Yunanistan’da gelirin en önemli üç kalemi, yani gemicilik, turizm ve AB fonları kırmızı alarm veriyor. Adalara turist ayak basmazsa ne olacak? İşte duyduğum komik öneriler. Ekonomik krizle yatıyor, ekonomik krizle kalkıyoruz. Etrafımızda herkes bize, biz de çaresiz çevremizdekilere ekonomik krizden bahsediyoruz. Vesellam aylardır günlük yaşantımızın vazgeçilmez parçası oldu “ekonomik kriz”.
Ancak birilerinin bu krizi sürekli bize hatırlatması sinir bozucu. Sanki biz sade vatandaşlar hiçbir şeyin farkında değiliz, öyle güle oynaya dörder beşer bir masanın etrafında toplanıyor, önümüze birer parça lokum alıyor ve odadaki sinek ilk hangimizin lokumu üzerine oturacak yarışı yapıyoruz...
Hayır efendim... O kadar tekrarlanmasına gerek yok. Kriz var biliyoruz, kemiklerimize kadar hissediyoruz işte...
Mesela Yunanistan’da sanayi yok denecek kadar az, dolayısıyla işsizlik oranında büyük patlama tehlikesi sınırlı. Ancak, gelirin en önemli üç kalemi, yani gemicilik, turizm ve AB fonları kırmızı alarm veriyor.
Dünyada 1 numara olan Yunan deniz nakliyatı, taşınacak malın azalması nedeniyle krizin eşiğinde. Bu sektördeki sarsıntılar kendini göstermeye başladı.
Dedikodulara bakılırsa, 1926 yılında İstanbul’dan gelen Rumların kurduğu, 15 yıldır şampiyonluk yüzü görmeyen, bu sezon da lider Olimpiakos’un tam 19 puan gerisinde bulunan “acıların takımı” AEK’nın borç batağından kurtulmasına tek çare olarak görülen Dimitris Melinasidis adlı armatör, kulübü satın almaya yanaşmıyor. Neden? Çünkü aldığı 20 yeni tanker denizin ortasında öyle bekliyor. Bankalara borçlarını ödeyebilmekte de zorluk çekiyormuş adam.
Turizmde de “kara yaz” yaşanacak deniyor. Karamanlis hükümeti turizm propagandası için bütçeden ayırdığı parayı ikiye katladı ama herkes umutsuz.
Adalara turist ayak basmazsa ne olacak? Duyduğum iki “öneriyi” aktarayım:
1.Gemiden tek turist çıksa bile hemen karşılama töreni düzenlensin. Belediye başkanı, adanın ileri gelenleri yanyana dizilsin. Kiliselerde çanlar çalsın.
2. Adalara gelen tek tük turistler kaçırılsın. Polis öyle arama marama yapmasın. Fidye midye de istenmesin. Kaçırılan turistlerin anası, babası, kardeşi, sevgilisi çaresiz adalara gelecek, böylece turizm üçe beşe katlanacak.
Yunan ekonomisini ayakta tutan üçüncü kaynak olan AB’nin para muslukları ise 2013’te tamamen kapanacak. Onbinlerce çiftçi, binlerce traktörle 3.5 milyar Euro’yu bulan taleplerinin kabul edilmesi için ülkenin tüm karayollarını günlerce trafiğe kapattı. Hükümet ancak 500 milyon Euro vaatedebildi.
AB fonlarında yaklaşan “the end” nedeniyle “düşünülen” çareler ise şunlar:
1. Brüksel’de AB para musluğunun gizlice bozulması ve “aaa kapanmıyor” denmesi.
2. AB’nin paraları akıtacağı yeni üye ülkelere giden hatlarda kaçak boru inşa edilmesi.
Şaka bir yana, ekonomik kriz buralarda insanların yaşamını her geçen gün daha da zorlaştırıyor.
KÖPRÜLER SERGİSİ ANKARA’DA
Başbakan Kostas Karamanlis’in tarihi Ankara ziyaretinden bir ay önce “Suyun Öte Yanından” köşesi, 22 Aralık 2007’de “Tuvaller ve iki kadın” başlığı altında Yunan başkentinde “Köprüler” adıyla ortak bir sergi açan TC’nin eski Atina Başkonsolosu Bahattin Gürsöz’ün eşi Hatice Kumbaracı Gürsöz ve sanat hayatına Viyana operasında soprano olarak başlayan, sağlığı bozulunca da fırçalara sarılan Sofia Kalogeropulu’yu konuk etmişti.
Yazının son paragrafında bu serginin Ankara’da açılmasını ve Karamanlis’in ziyaret programına dahil edilmesini önermiştik.
Kısmet bugünlere imiş.
“Köprüler” 13 Şubat 2009’da Ankara’da Devlet Resim ve Heykel Müzesi Fahri Korutürk salonunda açıldı.
Serginin organizasyonunu Yunanistan’ın Ankara Büyükelçisi Fotis Ksidas üstlendi. Açılışta, MGK Genel Sekreteri Tahsin Burcuoğlu, Dışişleri eski Bakanı Yaşar Yakış, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Göngör Özden, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın eşi Prof. Dr. Yıldız Atalay göze çarpan isimlerdi.
Sergide emeği geçenleri ve iki sanatçıyı yürekten kutlarım.
GAZETECİNİN ŞANSI
Gazetecilikte gerekli vasıflar bir yana şans da önemli bir faktör. Hiç beklemediği bir anda, hiç ummadığı bir yerde haberin içinde bulur kendini gazeteci. Bir de o anda o yerde etrafta başka bir meslektaşı bulunmuyorsa, keyfine diyecek yoktur.
Ziraat Bankası’nın Atina’daki merkez şubesinin açılış töreninden sonra verilen yemek davetine birkaç dakikalığına uğradım. Ardından adımlarım beni birkaç yüz metre ötedeki Karaköy Güllüoğlu baklavacısının şubesine sürükledi.
İşletmenin ortaklarından dostum Aris Prodromidis’i görünce içeri girdim. Bilmem kaçıncı kez İstanbul’un nezih mekanlarını, iyi kebapçılarını konuşurken kapıda baklavanın profesörü Nadir Güllü ve yanında da Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren belirdi.
Şansa baksanıza...
Bakanla tanıştık... Hal hatır sorduk. Hoş bir sohbete daldık.
Kaymaklı baklavalar da geldi az sonra.
Gazeteci, karşısında bakan gördü mü hiçbir faktörü gözönüne almadan peş peşe soru soran meslek sahibi değildir.
Her şeyin yeri vardır, zamanı da...
Tatlı yedik, tatlı sohbet ettik. Hepsi bu...
Haber “patlatamadım” üzgünüm.
Ama yine de bu fotoğraf bir tek bizde var...
Hayırlı olsun Ziraat Bankası
Türkiye’de gündemin bu kadar yoğun olduğu, bu kadar hızla değiştiği bir sırada, Ziraat Bankası’nın Atina ve Gümülcine’de iki şube açması size o kadar da önemli gelmeyebilir. Ancak, bu şubelerin açılabilmesi için yaklaşık iki yıldır yaşanan güçlüklerin, engellerin nasıl aşıldığını az çok bilen biri olarak “mucize” gerçekleşti desem inanır mısınız?
Biraz gerilere dönelim...
Hürriyet’in 4 Eylül 2006 tarihli sayısında ilginç bir anket yayınlandı.
Yunan Etniki Bankası (NBG) Finansbank’ı yeni satın aldığı dönemde iki ülke halkının nabzını ölçen anketin sonuçlarına göre, Yunanlıların yüzde 60-70’i Türk yatırımcıların Yunanistan’da banka, şirket, medya kuruluşu, GSM operatörü, hatta bakkal dükkanı bile satın almalarına olumsuz bakıyordu. Aynı ankette, Yunan işadamlarının Türkiye’deki yatırımlarına olumsuz bakan Türklerin oranı ise sadece yüzde 20-30 olarak gösteriliyordu.
İşte böyle bir ortamda ilk adımlarını attı Ziraat Bankası. Karamanlis hükümeti de gerekli siyasi iradeyi göstererek onay verdi.
Sonrasında bir sürü bürokratik engeller dikiliverdi Türk bankasının karşısına. Temsilci, oturma izni alamıyor çünkü çalışma izni yok. Çalışma izni alamıyor çünkü oturma izni yok misali.
Yunan medyası da “Türk bankasının Yunanistan’da ne işi var” gibi akıl almaz senaryolarla karşı çıktı bu işe.
Hükümetlerin siyasi iradelerinde iyi ki bir değişiklik, bir sapma olmadı ve iki yıl sonra “mutlu son”a ulaşıldı.
Nedendir bilinmez, Yunan hükümetinden bir bakan hatta bir bakan yardımcısının katılmamasına rağmen (Dışişleri Bakan Yardımcısı Varviçyotis Türk-Yunan İş Konseyi’nin verdiği yemek davetine katıldı) Atina’daki açılış töreninde, içimden yine de hep “Allah’a şükür bugünleri de gördük” diyordum.
Bugün Ziraat Bankası’nın Yunanistan’da şubeler açması, ilişkilerin her alanda eskiye kıyasla farklı ve daha iyi olmasının sonucu.
Biraz da daha gerilere dönelim.
Tarihe bir göz atarsak, aslında Ziraat Bankası Yunanistan’a geri döndü. Çünkü Ziraat Bankası (Menafi Sandıkları) Osmanlı İmparatorluğu döneminde de bugünkü Yunanistan toprakları içinde faaliyet gösteriyordu.
Gümülcine’deki şube (bugünkü şubeden sadece 100 metre mesafede) 1914 yılına kadar açık kaldı. Bölge sakinlerine çiftçi kredisi veren bankanın serveti, daha çok ödenmemiş kredilere karşılık haciz yoluyla aldığı gayrımenkullerden oluşuyordu. 1915 yılında Yunan ekonomi bakanlığına geçen banka “Makedonya-Epir Agrotiki (Ziraat) Bankası” adını aldı.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2009
Dışişleri Bakanı Bakoyani, nüfusun yüzde 40’ının sigara tiryakisi olduğu Yunanistan’da 1 Haziran’da başlayacak sigara yasağına evet derken, aklından kimbilir neler geçiyordu.
Tepkisini her fırsatta gösteren bir millet Yunanlılar, direnecekler. Binlerce insan Sintagma Meydanı’nda toplanıp biri bitmeden diğerini yakarak tepkilerini dile getirirse hiç şaşmam.
Tartışmalı bir oturumdan yeni çıkmıştı ve kendisini bekleyen parlamento muhabirleri ile sohbet ediyordu. Kimi Türkiye’yi soruyordu, kimi Kıbrıs’ı. Biraz bunalmış olsa gerek, özel kalemine her zamanki gibi işaret etti...
Uyanık muhabirlerden biri “Parlamento başkanımız, kafe dışındaki mekanlarda sigara içilmesini yasakladı” diye uyarınca o hiç bozuntuya vermedi ve özel kaleminin uzattığı sigaradan bir nefes aldı: “Evet biliyorum yasak. Ne var ki ben bu yasağa bazen uymuyorum.”
Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, kişi başına yılda 2.954 sigara tükedildiği, nüfusun yüzde 40’ının sigara tiryakisi olduğu ve son 10 yılda sigara içenlerin sayısının yüzde 15 arttığı Yunanistan’da 1 Haziran’da başlayacak “yasaklar” yasasına “evet” derken, aklından kimbilir neler geçiyordu. .
Aynen Türkiye, aynen Avrupa’daki gibi olacak. Orada, burada, şurada ve ötesinde sigara içmek yasak.
Orada, burada, şurada tamam da, ötesinde ciddi sorun var.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2009
Kardak krizinin 13. yılında Sfina adlı haftalık gazete, muhabirini Kardak’a göndermiş, adam orada elinde Yunan bayrağıyla fotoğraf çektirmiş. Sonra anlaşılıyor ki, orası Kardak değil Sarri kayalıklarıymış. Muhabiri teknesiyle taşıyan balıkçı onu başka bir kayalığa götürüp “aha sana Kardak” da demiş olabilir...
Geçen hafta perşembe gecesi geç vakit, okuduğum haber yüzünden beynimde şimşekler çaktı.
Bir haber sitesinde (www.zougla.gr), ertesi gün yayınlanacak bir gazetenin eleştiri dozu yüksek manşeti anons ediliyordu.
“Sfina” adlı aşırı miliyetçi, marjinal, tirajı düşük, evlere şenlik haftalık bir gazete, muhabirini Kardak kayalıklarına göndermiş, adam orada elinde Yunan bayrağı ile fotoğraf çektirmiş...
Türkiye ile Yunanistan’ı 1996 yılında savaşın eşiğine getiren Kardak krizinin 13. yılında provokasyon işte.
Aynı saatlerde Türkiye, Davos’ta yaşananlarla çalkalanıyordu.
Cuma sabahı ilk işim hayatımda ilk defa Sfina gazetesini almak oldu. Manşet: Kardak’a Yunan çıkarması.
Gazetenin muhabiri, arkasında deniz veya kaya parçalarının göründüğü karelerde elinde Yunan bayrağı ile görülüyordu.
Haberde ise Kilimli (Kalimnos) adası liman müdürlüğü ile yapılan bir telefon görüşmesinin içeriği de yayınlanıyordu. Liman müdürlüğü “Kardak’a gidemezsiniz. Niye sorun yaratmak istiyorsunuz?” diyordu.
İzin alamadığı için Kilimlili bir balıkçı ile anlaşıp gizlice gittiğini, Türk sahil güvenlik botu tarafından fark edilince de apar topar kaçtığını iddia ediyordu “muhabir”.
Kulağım radyolarda:
“Deniz Ticaret Bakan Yardımcısı Panayotis Kamenos, muhabirin Kardak’ta değil başka kayalıklarda (Kala nera) fotoğraf çektirdiğini söyledi...”
Sfina gazetesinin sahibi Spiros Karancaferis’in, bakan yardımcısına cevabı gecikmedi: “Muhabirim eğer Kardak’a gitmemişse Atina’nın meydanında harakiri yaparım...”
Cumartesi günü, haberin ilk duyurulduğu internetteki haber sitesinde, Yunan Deniz Ticaret Bakanlığı tarafından çekilip gönderilen ve o dandik gazete muhabirinin Kardak’a değil de Sarri kayalıklarına çıktığını gösteren fotoğrafları yayınlandı.
“Türkiye’nin müdahalede bulunmasını sağlamaya çalıştı” deniyordu bakanlığın yolladığı fotoğrafların altında.
Bir rivayete göre, Kilimli adasındaki balıkçı, parayı tatlı bulup, muhabiri başka bir kayalığa götürmüş “aha sana Kardak” da demiş olabilir.
Ancak Yunanistan’ın önde gelen gazetelerinin konu ile ilgili tek kelime yazmamalarını eleştirmeden de geçmeyeceğim.
Aşkta kırmızı ve siyah
Siyasetçi değiliz ki her dediğimizin arkasında duralım. Bilim adamı da değiliz muhtemelen neden, niçin diye araştıralım.
Bu nedenle 14 Şubat Sevgililer Günü’nü hararetle desteklemek de, esefle kınamak da hakkımız. Sevgililer Günü, her yıl keyfimiz nasılsa öyle muamele görmeli.
Bazen günler öncesi hazırlıklar yapıp sevgiliye kırmızı mı kırmızı güller, tatlı mı tatlı çikolatalar, gözünü kamaştıran hediyeler alırız. Bazen de, yahu ne gerek var onca şeye, deyip “eskiden 14 Şubat mı vardı” sloganı ile meydanlarda haykırmak gelir içimizden. İkisi de riskli, ikisi de iki yanı keskin bıçak..
Diyelim ki tercihinizi Sevgililer Günü’nü dışarıda kutlamaktan yana kullandınız. Gerekli tüm hazırlıkları yaptınız ve her şey mükemmel gidiyor. Aşk yeminleri verip tam kadehlerinizi tokuşturacaksınız, kör olası piyanist eski bir sevgilinizin şarkısını çalmaz mı? Ne olacak şimdi?
Erkek iseniz (daha masum yaratıklarız) “O şimdi nerede, kimbilir ne yapıyor”; kadın iseniz “O şimdi kimbilir kiminle?” tarzı düşünceler ziyarete gelmeyecek mi?
Üstelik, Sevgililer Günü’nü birlikte kutladığınız kişinin de benzer süreci yaşıyor olması mümkün. Erkek ise (daha saf yaratıklarız) “Ya bu kadının suçu yok ki. Niye bu geceyi bozayım?”; kadın ise önce ısrarla hâlâ “O şimdi kimbilir kiminle?” ardından da “Aman şu adama bir şey belli etmeyeyim” düşünceleri dolaşıp durabilir kafasında.
İşin tadı kaçabilir..
O halde evde kutlamak bu günü akla daha yatkın. Piyanist yok, şarkıları siz seçiyorsunuz. Ancak, hiçbir şey garanti değil yine de. Bazen keşfedene lanet yağdırdığımız cep telefonu çalarsa ne olur gecenin bir vakti? Çalan telefonda karşıdan gelen ses tanıdıksa ve “Öylesine aradım, nasılsın” diyorsa ne yapacaksınız?
Erkek iseniz (daha görgülü yaratıklarız) “Sevgilimle beraberim”; kadın iseniz “Şu anda konuşamam, yalnız değilim” tarzı sözler çıkacak dudaklarınızdan muhtemelen.
Yine işin tadı kaçabilir..
Vesselam 14 Şubat bazı açılardan “tehlikeli” bir tarih. Aşkın renk değiştirip kırmızıdan siyaha dönüşmesi işten bile değil.
Aman dikkat...
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2009
İyi ya da kötü, öyle fazla medeni bir bölgede yaşamıyoruz. Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs üçgeninde dünyanın en medeni insanlarının yaşadığı iddia edilemez. İnsanlar bu bölgede tatlı ama bir o kadar belki de daha çok acı olaylar yaşadı. Kötü hatıraları kimi unuttu, kimi unutmak istedi, kimi unutmadı, kimi de unutmamak, unutturmamak için elinden geleni yaptı. Kimi ise birbirinden farklı çıkarlar uğruna kullandı o kötü hatıraları.
Türkiye’de ve KKTC’de istendiği kadar aksi söylensin, Kıbrıs Rum Kesimi’nde ve Atina’da resmi görüş, 1974 Kıbrıs olaylarında 1619 kişinin kaybolduğu ve akıbetlerinin bilinmediğidir. Buna karşı, resmi Türk görüşü 1963-1974 döneminde 803 Kıbrıslı Türk’ün kaybolduğudur.
“Kayıplar” Kıbrıs sorununun bir parçasıdır. Onca yıl müzakerelerde hep gündeme gelmişti ve hatta bir araştırma komisyonu bile kurulmuştur.
“Kayıp” oldukları söylenen Rumların aileleri örgütlenmiştir-örgütlendirilmiştir. Yabancı bir devlet adamı ne zaman Lefkoşa’nın güneyine gitse, ellerinde “kayıp” çocuklarının, eşlerinin, kardeşlerinin fotoğraflarını taşıyan siyahlar içine bürünmüş yaşlı kadınların gösteri yapması alışılmış bir manzaradır.
O kadınların acısına saygı göstermek gerek. Ancak, Rum yönetimlerin o kadınları kullandığına da şüphe yoktur.
Bu konunun canlı tutulabilmesi için geçen yıllar içinde Rum kesiminde olmadık senaryolar üretildi.
Birkaç örnek vereyim:
SENARYO 1 Yunan bir turist Anadolu’da dolaşıyormuş. Günün birinde bir köyün yakınında çobanın biri kendisine yaklaşıp ‘kalimera’ (günaydın) demiş. Bu çoban büyük ihtimalle kayıp Rumlardan biriymiş…
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2009
TC Atina-Pire başkonsolosu Beyza Üntuna’nın himayesinde gerçekleştirilen Türkiye’den manzaralar konulu fotoğraf sergisine giderken, doğrusu bu kadar güzel iki insanla tanışacağımı hiç ummuyordum.
Prof. Dr. Ömer Türel 62 yaşında. Gözleri gülen insanlardan. Hayatı, derler ya “film gibi”. Vefa Lisesi’ni bitirinceye kadar tornacılık yaptı, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirinceye kadar da opera sanatçılığı...
Fakülteyi bitirince üniversitede parlak bir kariyerin ilk adımlarını attı. Cambridge Üniversitesi Adenbrookes Hospital’de çalıştı. İngiltere dönüşünde Çapa’da “ilk ve acil yardım anabilim dalı”nı kurdu. Yıllarca hem genç doktorlar yetiştirdi, hem de genel cerrah olarak binlerce ameliyat gerçekleştirdi Prof Türel. Mesleğinin dışında bir sürü ilgi alanı var. Anıt Çevre ve Turizm Değerlerini Koruma Vakfı üyeliği bunlardan biri. Ayrıca motosiklet sevdalısıdır. Halen 1050 cc’lik Triumph Tiger motoruna binip dolaşıyor İstanbul’u. Bir dönem için Futbol Federasyonu mili takımlar sağlık kurulu başkanlığı da yaptı. İyi bir kayakçı da üstelik. Bir tutkusu daha var: Fotoğraf.
Kamil Ercüment Atak 51 yaşında. İstanbul Konservatuvarı yüksek keman ve piyano bölümünün son sınıfında iken fotoğraf merakı yüzünden terk etmiş okulu. İsveç’e gidip fotoğrafın sırlarını öğrendi. Dönüşünde bir süre eski Günaydın gazetesinde görev aldı. Sonrasında serbest çalışarak dünyayı dolaştı. Kimi zaman kameranın, kimi zaman fotoğraf makinesinin objektifinden anlatmaya çalıştı sevinci, kederi. İran-Irak savaşı, Afganistan-SSCB savaşını görüntüledi. 1987’de Lübnan’daki savaşı izlerken “iş kazası”nda yaralandı. Bir süre için ara verdi mesleğine. Kalbini, İstanbul’a turist olarak gelen Kalamatalı Yianna’ya kaptırdı. Evlenip 1993 yılında Yunanistan’a yerleşti. Yunan devlet televizyonu için, İngiliz Sky televizyonu için bir sürü belgesel çekti. Fotoğrafları burada defalarca ödüllendirildi. Yine dolaşıyor, yine objektifinden ölümsüzleştirmeye çalışıyor hayatı. Dolaşırken dünyayı Ercüment Atak, Osmanlı İmparatorluğu’nun bıraktığı tüm kültür mirasını da görüntüledi. Elinde 140 bin dia’lık inanılmaz bir Osmanlı arşivi var.
İşte bu iki ayrı dünyanın insanı 2005 yılında, meraklıları bilirler, İstanbul Sirkeci’deki ünlü Cevizli Fotoğrafçılık’ta karşılaşmışlar. Ortak tutkuları sayesinde de dost olmuşlar.
EN İYİ FOTOĞRAF DAHA ÇEKİLMEMİŞ
Her ikisiyle de konuşurken defalarca “insan sanatçı doğar” diye düşündüm.
Fotoğraf nedir? diye sorduğumda Ercüment “Hayatın bir parçası, hayatı görmek. Mileti ne olursa olsun insanı görmek”, Prof. Ömer de “Sevginin başlangıcı. Bir karenin içinde yer alma isteği”, diyor.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2009
Erkek ve Baba Onurunu Koruma Derneği’nin 1500 üyesi var. Geçenlerde, kadın mağduru olduklarını söyleyen bu asabı bozuk adamlar Drama’da buluştular. İçlerinden biri de Atina Teknik Üniversitesi eski rektörü Nikos Markatos’tu. Osmanlı İmparatorluğu’nda önemli bir yeri ve önemi olan Drama şehri, geçtiğimiz günlerde alışılmadık bir toplantıya ev sahipliği yaptı.
Kimi uzak Yeni Zelanda’dan kimi daha yakın Hollanda’dan, vesselam gelenekleri görenekleri farklı tam 17 ülkeden gelmiş bir sürü "mağdur" buluştu Drama’da.
Aynı dava için mücadele veren asabı bozuk adamlar iki gün süreyle dertlerini, tecrübelerini paylaştılar.
Kadın-erkek eşitliği uğruna ayaklar altına alınan erkeklik ve babalık gururunun kurtarılmasının yollarını aradılar.
Yaklaşık 1500 üyesi bulunan "Yunanistan’da Erkek ve Baba Onurunu Koruma Derneği"nin düzenlediği toplantıda adaletin en demokratik ülkelerde bile hep kadından hep anneden yana olması kınandı.
Konuşmacılar ya kendi başlarından geçen ya ülkelerinde yaşanan olayları anlatarak boşandıkları eşlerinin "marifetlerini" dile getirdiler. Annelerinden emdikleri süt burunlarından gelmiş zavallıların, sürüm sürüm sürünmüşler. Hepsi hakimlerden şikayet etti. Adaletin haklıyı haksızı tartarken, terazide hile yaptığını söylediler.
Toplantıya katılamayan ancak gönederdiği mektubu delegelere okunan bu ülkenin en önemli eğitim kurumu Atina Teknik Üniversitesi’nin eski rektörü Nikos Markatos "Eski eşimden boşanmaya karar verdiğim andan itibaren adaletin acımasız yüzü ile tanıştım. Dava üstüne dava açan eski eşim sürekli daha fazlasını istiyor. Her açtığı davayı hakimlerin adaletsiz kararları yüzünden kazanıyor. Adil yargılanmam gerekirken haksızlığa uğruyorum. Bu haksızlık daha nereye kadar gidecek?" dedi.
Kadınların- annelerin sistemli bir şekilde erkeklerin- babaların haklarını "gasp ettiklerinin" vurgulandığı toplantıda tartışılan bir konu da, çocukların genellikle anne-babaları evliyken 2, boşandıklarında ise 1 velisi olması.
Dertli erkekler-babalar Drama’da bir dizi karar da aldılar:
1. Boşanma davalarına özel eğitim görmüş hakimler baksın.
2. Her ülkenin anayasasında anne-baba eşitliği sağlansın.
3. Hakimler cinsiyeti ön planda tutmak yerine tarafsız karar versinler.
4. Ayrılan çiftlerin çocukları annelerin "malı" gibi sayılmasın.
5. Nafaka miktarı, erkeğin yeniden evlenip aile kurması halinde yeniden belirlensin.
Ne dersiniz... Haklılar mı?
Yunanlılar kime güvenir kime güvenmez
Hangi kurumlara güvenirsiniz? Hükümete, orduya, üniversitelere? Ya da bankalara, medyaya güveniniz var mı?
Kathimerini Gazetesi’nde 48 kurum ve müesse hakkında vatandaşların görüşlerine dayalı ilginç bir anket yayınlandı.
Anket sonuçlarına göre, Yunanlılar en çok itfaiye (1840 kişi), meteoroloji (1517 kişi) ve cumhurbaşkanlığı (880 kişi) kurumlarına güveniyor.
İlk 10 sırayı "halkın avukatı" olarak da bilinen ombudsman, Atina Akademisi, istatistik teşkilatı, silahlı kuvvetler, Avrupa Parlamentosu, bilgisayar firmaları ve üniversiteler tamamlıyor.
Son 10’a, yani en az güvenilir kurumlara gelince 39-45 arasındaki sıralarda Yunan Sanayici İşadamları Derneği (55 kişi), reklam firmaları (53 kişi), bankalar (44 kişi), televizyon (37 kişi), sigorta firmaları (36 kişi), bakanlıklar (31 kişi), gıda ürünleri üreten firmalar (27 kişi) bulunuyor.
En az güvenilen üç kurum ise Atina Borsası (16 kişi), hükümetler (12 kişi) ve siyasi partiler (10 kişi).
Anket sonuçları düşündürücü..
Ekonomik krizden etkilenmeyen meslek
Dünyadaki ekonomik krizin kapımızı çalan ya da çalmaya hazırlanan etkileri malum. İşsizliğin artması her ülkenin üstüne çökmüş bir kabus. Ancak son günlerde Yunanistan’da talebin yüzde 300 arttığı bir iş kolu var: Özel güvenlik.
Ülkenin nakit açısından en büyük 5. zengini sayılan "solcu armatör" lakaplı 74 yaşındaki Periklis Panagopulos hafta başında kaçırılıp, iddialara bakılırsa serbest bırakılması için 100 milyon Euro fidye istenince, özel korumalar birdenbire kıymete bindi.
Özel korumayla dolaşmanın maliyeti hayli yüksek. İyi eğitim almış bir koruma için günde 8 saat olmak şartıyla ayda 3 bin Euro ödemek gerekiyor. Mesai saatleri dışında ekstra korumanın maliyeti de saati 55 Euro. 24 saat koruma isteyen ayda 10 bin Euro’yu gözden çıkarmak zorunda.
Tabii her iş kolunda olduğu gibi burada da piyasayı bozanlar var. Özel koruma hizmeti veren firmalar, polislerden şikayetçi. Geçenlerde okudum, mesai saatleri dışında ek gelir elde etmek için işadamlarının yanında koruma olarak çalışan yüzlerce polis varmış. Fiyatları daha uygun. Ayda 1000-1500 Euro. Yine de polisin maaşından yüksek bir rakam.
KOMŞU MERHABA
Tık tık... Merhaba Latif Demirci. Kalimera (günaydın). Yorgo ben. Alt kattaki yeni komşun. Yan binada oturuyordum üçbuçuk yıldır (Cumartesi eki). Üç hafta önce buraya taşındım. Yerleşmeye çalışıyorum. Yukarıda havalar nasıl? Senin pek ihtiyacın olmaz da eğer tuz, biber filan istersen hiç çekinme. Ayrıca ziyarete de beklerim.
Üstadım millet bu sayfayı açıyor, yazdıklarınla çizdiklerinle hem düşünüyor hem de katıla katıla gülüyor. Peki benim halimi düşünüyor musun? O yarattığın muhteşem tiplerin altında "Kıbrıs’ta çözüm gayretleri" veya "Türk-Yunan ilişkileri" filan diye yazsam -ki bazen yazmak da gerekiyor- millet ne der? Kahkahayı bir anda deruni düşüncelere dönüştürmeye hakım yok elbet. En azından tebessümü muhafaza etmem şart. Kolay mı sanıyorsun?
Fizik, faça da yardım etmiyor ki sağlıklı beslenme veya günde 10 dakika spor yapmanın faydalarından bahsedeyim. Senin alt daireye taşınan adam içki alem paf puf..
Ancak buna karşı, iyi komşu gibisi de yok. Seni okumayacak adamın alnını karışlarım. Aynı sayfadayız ya, insanoğlu bu, gözü aşağıya da ilişir. Beni okuyanlar böylece üçe beşe katlanır. Ünlü bilem olabilirim. İstanbul kaçamaklarımda kameralara yakalanabilir, yanımdaki hatun için "biz sadece arkadaşız" filan diyebilirim.
Eline, kalemine sağlık komşu...
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2009
Annem, ben babanızdan önce İstanbul’da bir İtalyan genç ile flört ediyordum, dedi. Öylece kalakaldık... Annem hakında her şeyi bilmediğimi anladım. Onun da kadın olduğunu, babamdan bir başkası için de kalbinin çarptığını düşündüm. Gülümsedim, hatta sevindim.
Annem Katerina, 1926 yılında İstanbul Tarlabaşı’nda doğdu. O henüz 7 yaşında iken dedem Yorgo öldüğünden, anneannem Paskalya, Büyükada Yetimhanesi’nde çalışarak, 17 yaşında kaybettiği Manol’u da eklersek tam 5 çocuk büyüttü.
İlkokulu bitirdikten sonra kardeşlerine baktı ve 16’sında terziliğe başladı Katerina. Tünel’de kendi deyişiyle "mebusları giydiren" Melahat Hanım’ın yanında yetişti. Ustalığa kadar terfi etti. Patron Melahat Hanım "yahu Rum kızı, dikişteki ustalığın bir yana, ütü ile giysiye başka hayat veriyorsun" dermiş.
Hálá söylemese de son nefesine kadar aşık olduğuna inandığım rahmetli babam Koço ile tanıştı ve evlendi. Babacığım çapkın, hovarda biri olduğundan ve ailesini sık ihmal ettiğinden biz üç kardeşi büyütürken terziliğe devam etti. Terzilikteki ustalığı bir yana kahve ve iskambil falında da üstüne yoktu.
Bizler büyüdük, ablalarım evlendi, Atina’ya göçtük. Babacığım uslandı, Katerina da nihayet rahat bir nefes aldı. Kocasının koluna girip gezmelere, tatillere çıktı.
Çocuklarını büyütmeleri için ablalarıma yardımcı oldu. Boş vakitlerinde aşevlerinde gönüllü aşçılık yaptı. Aşevlerinden dağıtılan yemeği alacak durumda olmayan yaşlılara, sefertaslarını bizzat götürdü. 1980’li yıllarda Akropolis gazetesinde "yardıma muhtaçların havarisi" başlıklı bir habere konu oldu.
Yaşı 65’e gelince "hasta" moduna girdi. Hala da öyledir. Bir başı, bir midesi, bir kaşı, bir başı ağrır. Nereye gitse tansiyon aleti yanında. Gözleri, sinsi bir hastalık yüzünden çok zayıfladı. Sadece gölgeleri seçebiliyor. Televizyon izleyemiyor. Sabah akşam radyo dinliyor.
ERKEK GİBİ KATERİNA
Babacığım göçtükten sonra evinde tek başına kaldı ama hayatı pek değişmedi. Misafiri eksik olmaz. Komşuları pek sever onu. İstanbul’dan hikayeler anlatır hep. Çocuklarına ve torunlarına toz kondurmaz. Hep "bir arkadaşımın kızı" ya da "komşunun kızı" diye başlayan cümlelerle eskilere dönüp, çocukları ve torunları ile ilgili olumsuzlukları törpüler, yumuşatır.
Annemi bayramlar, düğünler dışında öyle bakımlı hatırlamam. Saçını boyamayalı herhalde 40 yıl oluyor.
Erkek gibi Katerina. Hani Allah yanlışlıkla kadın yarattı misali. Kendimi bildim bileli dişiliğini pohpohlayacak bir şey ne gördüm ne de duydum.
Çılgın yönetmen Pedro Almadovar’ın şaheser filminin adını ödünç alacağım: "Annem hakkında her şey"i bilirim.
Daha doğrusu birkaç gün öncesine kadar bildiğimi zannediyordum.
Masada annem, ablam, eniştem ve ben. Konu dönüp dolaşıp çocuklarımıza geliyor. İki kardeş kafamız biraz bozuk, dertleşiyoruz. Katerina, yine başkalarından örnekler verip derdimize derman olma çabasında. Umursamadığımızı anlayınca, hepimizi şaşırtan bir itirafta bulundu:
"Ben babanızdan önce İstanbul’da bir İtalyan genç ile flört ediyordum."
Öylece kalakaldık...
"Benimle evlenmek istiyordu. Ancak bir süre sonra başka bir kızı da beğenmiş. Ağabeyim Stefo bunu duymuş. Gelip bana söyledi. Hemen ayrıldım. Çok yalvardı ama kararımdan dönmedim. Bilmiyorum, belki bugün kaderim başka olurdu."
Derin bir sessizlik. Ablam bana, ben ablama bakıyoruz. Annemin "sırrına" inanmak güç.
İşi gırgıra vurmak için "yahu bende zaten bir şey var, yani bir İtalyanlık. Artık bundan sonra Yorgo değil bana Massimo deyin" şeklinde bir espri yaptım. Ablam da "evet benim de adım Ornella olsun" dedi. Biz peşpeşe esprilerle gülmekten kırılırken annem gayet ciddi o ilişkiyi anlattı.
BABAMDAN BİR BAŞKASI
- Sevmiş miydin İtalyanı?
- Genç kızdım.
- Babamıza söylemiş miydin?"
- Babanızı çok sonra tanıdım. Anlatmadım.
O gece uykuya teslim olmadan, annem hakında her şeyi bilmediğimi anladım. Katerina’nın da kadın olduğunu, babamdan bir başkası için de kalbinin çarptığını düşündüm. Eski aklım olsa kızardım, küserdim belki. Gülümsedim, hatta sevindim.
Yaşlanıp bir köşeye çekilen annelerimize, babalarımıza bazen gülüyor, bazen kızıyor, bazen de çocuk muamelesi yapıyoruz. Özellikle bizden önce "özel hayatları" olabileceği aklımızın ucundan bile geçmiyor. Onlar da konumları nedeniyle yıllarca susuyorlar. Ancak, aynı şeyi biz de çocuklarımıza yapmıyor muyuz?
Bugünlerde çok takılıyoruz anneme "si sinyora" ya da "ciao, come sta?" diyerekten. Ancak, tansiyonu yine 19’a çıktığına göre açıkladığı sır için sanki pişman 83 yaşındaki Katerina.
Askerin özel hayatı
Türkiye’de benzer bir olay yaşandı mı bilmiyorum. Yaşandıysa sonucunu da...
İnsanoğlu 20’sinde de sever, 40’ında da, 60’ında da. Sevdiğinin çok yakın bir arkadaşının eşi olması da üzücü ancak rastlanmayan bir durum değil. Peki bu üçgende aldatılan koca ve sevgili askerse, subaysa ne oluyor?
Yunan Kara Kuvvetleri’nde görevli bir subay, en yakın arkadaşı ve meslektaşından tayin olduğu yurtdışı görevinden dönünceye kadar eşi ve iki çocuğuyla ilgilenmesini ister. Yurtdışı görevi bitip döndüğünde ise eşi ile arkadaşının mercimeği fırına verdiklerini anlamakta gecikmez.
Kara Kuvvetleri Disiplin Kurulu’na şikayette bulunur. Disiplin Kurulu, yaptığı soruşturmadan sonra "asker şerefini zedelediği" gerekçesiyle aşık subayı ordudan ihraç kararı verir.
Arkadaşının eşi ile ilişki kurduğu için ordudan atılan subay, yüksek mahkeme nezdinde bu karara itiraz etti.
Geçtiğimiz günlerde toplanan yüksek mahkeme, gerek Anayasa gerekse Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kişinin özel hayatını teminat altına aldığını, dolayısıyla daha farklı disiplin ve kuralların bulunduğu silahlı kuvvetler mensubu bile olsa, ilişki kurduğu için bir bireyin cezalandırılamayacağı sonucuna vardı.
Kara Kuvvetleri Disiplin Kurulu’nun ihraç kararını bozan yüksek mahkemeye göre, kurallar kişinin aşk hayatını denetleyemez, evlilik dışı ilişki kurdu diye kimse cezai işleme tabi tutulamaz.
Mahkemenin üstünde durduğu önemli bir detay ise, bu evlilik dışı ilişkide psikolojik baskı ya da tehdit olup olmadığı. Öyle bir durumun da bulunmadığı anlaşılınca mahkeme aşık subayın sökülen rütbelerinin iadesine karar kıldı.
Disiplin kurulunun ya da mahkemenin kararları bir yana, sevenin ya da aldatılanın sivil veya asker olması bir yana, insanın en yakın arkadaşının eşine farklı gözle bakması çirkin.
Nazım Hikmet, Şeyh Bedrettin Destanı’nda diyor ki:
Yarin yanağından gayrı her şeyde, her yerde, hep beraber diyebilmek için...
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2009
Şans oyunlarına en çok ilgi gösteren halk, Yunan halkı. Kumara düşkünlük moda değil, nesilden nesile geçiyor. Hatta 1905’te kumarhaneler kapanınca bir kumarhane sahibi bu yüzden başbakanı öldürmüş. Haber iki yıl önce Türk medyasında da yayınlanmıştı. Dünya Piyangolar Birliği’ne göre, şu yaşadığımız fani gezegende şans oyunlarına en büyük ilgiyi Yunan halkı gösteriyor. Bu ülkede her yıl kişi başına ortalama 392,18 dolarlık şans oyunu oynanıyor. Yunanistan’da 1 yıl içinde talih oyunları için ceplerden çıkan para 4 milyar 302 milyon dolar. Türkiye ise 44 ülke arasında kişi başına 12,4 dolarlık harcama ile 35. sırada.
İki yılda çok şey değiştiğini zannetmiyorum. Şöyle etrafıma baktığımda pazartesi, perşembe, pazar farketmeksizin bayilerde hep kalabalık görüyorum. Uzun kuyrukların oluşmaması bayi sayısının çokluğundan kaynaklanıyor. Bu diyarın en ücra köyüne gitseniz ya bakkalı ya da kasabı aynı zamanda şans oyunları bayiidir.
Devlet kontrolündeki şans oyunları bir yana, kaçak bahislerin (sözgelimi bir caddedin başından sonuna kadar yürüyüp X marka kaç araba geçeceğine kadar varıyor), kahvelerde, kulüplerde ve evlerde oynanan kumarın haddi hesabı yok.
Evlerde, yeni yılda "uğur getirsin" diye 1 Ocak’ın ilk saatlerinde kumar masasına oturup, saate hatta takvime bakmadan ancak işe gitmek için kalkanlar olduğunu söylesem inanır mısınız?
Kumara düşkünlük "moda" değil. Nesilden nesile geçiyor adeta. 19. yüzyılda bazı Fransızca sözlüklerde "grec" kelimesinin karşıtı "kumarda hile yapan" anlamına geliyormuş, Nedeni de Teodoros Apulos adlı bir Yunanlının, Fransa’da saraya sızmayı başarıp, önceden işaretlediği bir iskambil destesi sayesinde bir sürü subayı soyup soğana çevirmesiymiş. 1821’de başlayan Yunan bağımsızlık savaşının kahramanlarını gösteren iskambil kağıtları da sadece birkaç ay sonra 1822 başlarında "piyasaya" sürülmüş.
Kumar, Yunanistan’ın siyasi tarihini ne kadar etkiledi diye sorarsanız bir örnekle anlatayım.
Takvimler 31 Mayıs 1905’i göstermektedir. Dönemin başbakanı 82 yaşındaki Teodoros Deliyiannis, rutin bir toplantı için parlamentoya gelir. Arabasının kapısını, orada bekleyen 35 yaşlarında tanımadığı birisi açar. Başbakan, kendisini seven bir vatandaşının jesti sanıp teşekkür ederek parlamento binasına doğru ilerler. Arabanın kapısını açan genç adam cebinde gizlediği bıçağı birdenbire çıkarıp başbakanın karnına saplar. O anda yoldan geçenler saldırganı linç ederler. Muhafızlardan biri son nefesini vermeden saldırgana sorar:
-Adın?
-Andonis Kostagerakakis..
-Neden başbakana bıçak çektin?
-Kumarhanem vardı. O kumarı yasakladı. Perişan oldum. Aç kaldım.
Kostagerarakis parlamento binası önünde ölür. Başbakan Deliyiannis de birkaç saat sonra ameliyat masasında. Ertesi gün cenaze törenine onbinlerce insan katılır.
İntihar vakaları, cinayetler, insan onurunun ayaklar altında çiğnenmesi, ailelerin dağılması gibi birçok felaketin nedeni kumar şüphesiz. Ancak, oynayanın elindeki üç asa bir dördüncüsünün eklenmesi, zarın dönüp dolaşıp düşeşe oturması veya rulet masasında bilyenin tam yerini bulmasının "tadı" da başka.
Emek vermeden kazanmanın dayanılmaz cazibesi.
İnsanız işte..
YUNANLILARIN GÖZBEBEĞİ AVUSTRALYALI
Atina Akademisi geçtiğimiz günlerde Avustralyalı Oliver Zammit’i "yılın adamı" seçip özel bir törenle "insanlık örneği" ödülünü verdi.
Bu diyarda geçen yıl en çok konuşulan isimlerden Oliver Zammit, geçen ağustos ayına kadar belki de Yunanistan’ın haritada nerede olduğunu bile bilmiyordu.
Oğlu, 20 yaşındaki Doujon "Baba arkadaşlarla yaz tatilini Mikonos adasında geçireceğiz" dediğinde, kaderin ördüğü o körolası ağdan habersiz "İyi fikir. Duyduğuma göre eğlencenin sınırı yokmuş orada" cevabını vermişti.
Doujon, babasından aldığı parayla her gencin rüyası, sorunsuz sorumsuz tatiline başladı. 29 Temmuz gecesi adı "günah adası" olarak da bilinen Mikonos’ta "Tropicana" barının dışında korumalarla tartıştı. Tartışma kavgaya dönüştü ve barın dört koruması beyzbol sopalarıyla ölesiye dövdüler talihsiz genci. Mikonos devlet hastanesine sevk edildi once, durumunun ciddiyeti nedeniyle askeri helikopterle Atina’ya götürüldü sonra.
Doktorların teşhisi gecikmedi: "Klinik açıdan ölü".
Avustralya’nın Atina Büyükelçiliği durumu babaya bildirdi. İlk uçakla geldi Yunan başkentine Oliver Zammit. Haber tüm dünyayı dolaşıyordu, Avustralya medyası yerden yere vuruyordu Yunanistan’ı.
Oğlunun başucundan bir an olsun ayrılmadı. Onun nefes alması bile yetiyordu. Öfkesini, isyanını bastırıp çıktı gazetecilerin karşısına. Münferit bir olay olduğunu, oğlunu dövenlerin onu öldürmek niyetinde olmadıklarını bildiğini söyledi. Her şeyin kötü tesadüfler zincirinde yaşandığını...
Sonra, talihsiz oğlunun hastanedeki odasında geçen upuzun bir geceden sonra, ne yürek taşıyormuş ki o baba, Yunan yetkililerle temasa geçip "Oğlumun organlarını bağışlıyorum" diyebildi. Yetkililer bile şaşırdı bu insanlık örneğine.
Doujon birkaç saat sonra son nefesini verdi. Organlarından dört Yunan vatandaşı hayata döndü. Baba "Oğlum yok ama onun artık dört kardeşi var" dedi. 10 Ağustos’ta Doujon Zammit’in tabutu Sydney’e götürülürken, Facebook’ta açılan sayfada aileden özür dileyen Yunanlıların sayısı 20 bini geçmişti. Oliver Zammit’e ne ödül verilse az bence.
Doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor ve ölüyoruz. Kaçımız, bu hayatta bir defalığına olsun içine biraz ışık girsin diye kalbimizi yüreğimizi örten perdeyi aralayabildik ki?
YİNE GÖSTERİ VARDI
Geçen pazar, 2008’in son pazarı yine gösteri vardı Atina’da. Hayır, 16 yaşındaki bir gencin polis kurşunu ile hayatını kaybetmesiyle 6 Aralık’ta başlayan protestoların bir yenisi değildi. Yürüyenlerin çoğunluğu 30 yaşın üzerindeydi. Gösterinin sloganı ise "Pazarları asla".
Karamanlis hükümeti, sadece günler süren şiddet olaylarından değil, daha sonraki günlerde halkın gitmekten korkması yüzünden çok büyük maddi zarar gören şehir merkezindeki dükkanların bir defalığına olsun açık kalmalarını kararlaştırdı. Çalışanlar yevmiyelerini yüzde 75 zamlı alacak, pazar iznini de ilerleyen günlerden birinde kullanacaklardı. Hedef, hem dükkan sahiplerinin hem de halkın psikolojisini biraz pompalamaktı.
Hükümetin burnundan geldi desek yeridir.
Önce merkezlerin alışveriş merkezlerini bulunduğu semtlerdeki dükkan sahipleri tepki gösterdi. Bu uygulamanın ayrıcalık olduğunu, söyleyip, kendilerinin de dükkanlarını açacaklarını ilan ettiler.
Ardından, Komünist (KKE) ve Sol Koalisyon (Sinaspismos) partilerinin kontrolündeki sendikalara üye çalışanların tepkisi geldi. "Hükümet, fırsatını buldu pazarları da çalışmamız için zemin hazırlıyor" diyerekten.
Tepkiler çoğalınca, hükümet topu Atina valiliğine attı. Valilik, 1966 yılından kalma ve bir kararnameye dayanarak, sadece şehir merkezindeki dükkanların açık kalacağını, başka semtlerdeki dükkanların açılması halinde kanuni işlem yapılacağını açıkladı.
Ve pazar sabahı onbinlerce Atinalı çocukları ile birlikte hem hoş vakit geçirmek hem de alışveriş için şehir merkezine geldiklerinde yine polisle, yine göstericilerle karşılaştılar. Trafik deseniz tam bir kaos.
Sendikacı göstericiler dükkan sahiplerini önce "demokratik" sonra da tehdit yollu kepenk indirmeye çağırdılar. Adamların zaten iki hafta önce dükkanları yağmalanmış, benzeri tekrarlanır korkusuyla siftah etmeden kapattılar.
Gerilimli saatler yaşandı. Göstericiler "Pazarları asla" kuralının istisnasız çiğnenemeyeceği mesajını vermiş olmanın mutluluğu ile "er meydanını" terk ettiklerinde vakit öğleni geçmişti. Valiliğin izni dükkanların saat 18.00’e kadar açık kalmasıydı. Dükkanlar üç dört saatliğine çalıştı.
"İşler nasıl gitti" diye soranlara gülüp geçiyordu dükkan sahipleri.
Yazının Devamını Oku