Yorgo Kırbaki

Sokaktaki göstericileri kim sakinleştirdi

27 Aralık 2008
Çeşitli konulardaki görüşlerinden dolayı defalarca şaşırdığım, hatta "ya bu adam ne diyor" diye kızdığım oldu. Buna karşılık hakkını da teslim etmeliyim. Kriz dönemlerinde, Yunanistan denen ülkenin büyük çalkantılar içinde olduğu dönemlerde, akıntıya karşı kürek çekme pahasına, kulaklara hoş gelmeme pahasına çıkıp çatır çatır görüşünü söylüyor ve tartışılmaz saygınlığı nedeniyle öfkeli bir sürü insanın beynine, vicdanına "acaba yanılıyor muyum?" sorusunu yerleştiriyor.
/images/100/0x0/55eb52f4f018fbb8f8b9ed5b
Takvimler 1999 Şubat’ının son gününü gösteriyordu. Birkaç gün önce Abdullah Öcalan’ın gizlendiği, Yunanistan’ın Nairobi Büyükelçiliği rezidansının kapısında başlayan yolculuğu Türkiye’de noktalanmıştı. Dönemin başbakanı Kostas Simitis, "Öcalan’ı satmakla" suçlanıyor, yer yerinden oynuyordu. Kontrol elden gitmiş, devlet darmadağın, ortalık toz duman. Hemen herkes "Bunu Öcalan’a nasıl yaparız?" duygusu içinde. Yunan kilisesinin lideri Hristodulos bile "Onu düşmana teslim ettiğimize inanmak istemiyorum" diyordu.

Ertesi gün, yani 1 Mart’ta, Yunan hükümetini protesto gösterisi düzenleniyordu. Yaklaşık 70 sanatçının katılacağı gösteride 1 milyon kişinin yürüyeceği söylentileri dolaşıyordu. Şubat ayının son günü, Öcalan ile birlikte Kenya’da 3 kadın militan bulunuyordu. Kod adı Şemse Dilan Kılıç olan militanın, Yunan devleti himayesinde Nairobi’den Atina’ya getirildiğinde ilk sözü "Başbakan Simitis, kendi elleriyle Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti. Öcalan Yunanistan’ın da yer aldığı bir komplo sonucu yakalandı" oldu. Ortam daha da gergineşti. Yunan hükümetine karşı tepki, öfke daha da büyüdü.

HASTA YATAĞINDAN KALKTI KAMERA KARŞISINA GEÇTİ

İşte o günü gecesi, o, pijamasıyla hasta yatağından kalktı ve kameralara "Esefle kınıyorum. Bu kadın kim oluyor da Yunan Başbakanı’nı, Dışişleri Bakanı’nı suçluyor? İktidar partisi üyesi değilim ama Yunanlıyım. Simitis de Yunan halkının oylarıyla seçilmiş bir başbakan. Biz Kürtleri burada onca tehlikeye rağmen misafir ediyoruz, onlar da kalkıp bizi ihanetle suçluyor. Bizim dostumuz yoktur. Kürtler nankör" dedi.

Ardından, Yunan halkını Öcalan yüzünden sarsılan Yunan hükümetinin yanında yer almaya çağırdı. Bir gün sonraki gösteriye katılacağını ilan etmişti önceden, "Vazgeçtim gitmeyeceğim" sözleri çıktı dudaklarından.

O gece, onu ekranda gören yüzbinlerce insan, son dakikada da olsa "acaba?" diye düşündü. Ertesi gün, sanatçıların da, göstericilerin de sayısı beklentilerin çok ama çok gerisindeydi.

Takvimler, 2008 yılının Aralık ayını gösteriyordu. Yunanistan yine darmadağın. Polis kurşununun 16 yaşındaki bir gencin kalbine isabet etmesiyle başlayan şiddet olaylarında devlet bir kez daha kontrolü elden kaybedince, anarşistler kendi kanunlarını kabul ettirip, yakıp yıkıp yağmalayınca, ilerleyen günlerde de sokağa dökülen onbinlerce ortaokul, lise ve üniversite öğrencisi bu ülkenin emniyet güçleri ile alay edercesine eylemler yapınca, O yine ortaya çıktı ve yine sağduyunun sesini yükseltti.

GERÇEK DEVRİMCİ YÜZÜNÜ GÖSTERMEKTEN KORKMAZ

"Öğrencilerin öfkesi sadece polise yönlenmiş. Oysa hem okulda hem de toplumdaki konumlarının gerçek nedenlerini göremiyorlar. Sanki birileri onları sadece polise karşı olmaları için yönlendirmiş. Ben 2. Dünya Savaşı’nda yer aldım, ardından İç Savaş (1944-48), sonra da Albaylar Cuntası (1967-1974) dönemlerini yaşadım. Polisin ne olduğunu gayet iyi bilirim. Bir polis cinayet işlemiş olsa bile bütün polis teşkilatının katil olduğunu kimse söyleyemez. Gençler siz de sahte hedeflere kulak asmayın. Aranızda dolaşan yüzleri kukuletalarla gizlenmiş (anarşistleri kastediyor) kişilerin, verdiğiniz mücadeleyi lekelemesine izin vermeyin. Gerçek mücahit, gerçek devrimci yüzünü göstermekten ne utanır ne de korkar" dedi.

Ertesi gün radyolarda pek çok konuşmacının onu örnek aldıklarını duydum. 1999’da da, 2008’de de aynı cesareti gösterdi bu diyarın dünya çapında ünlü bestecisi Mikis Teodorakis. Hem de 84 yaşında olmasına rağmen. Dilerim Teodorakis’in bu sağduyu sesi, şarkıları gibi dalga dalga yayılır.

Ha bu arada unutmadan...

EYLEMLERE NOELDE ALIŞVERİŞ MOLASI

Gösterilere Noel ve yılbaşı münasebetiyle ara verildi. Sokaklara bakıyorum yine cıvıl cıvıl. Olaylar patlak verdiğinde "halk ayaklanması", "ekonomik ve sosyal baskılara karşı isyan" tarzı nostajik veya romantik yorumlarla Yunanistan’ı hiç bilmeden, ahkam kesen Avrupalı, Amerikalı meslektaşlarım şimdi ne der merak ediyorum.

Gösteriler 9 Ocak’ta muhtemelen yeniden başlayacak. Görebildiğim, siyasi partilerin, bugün itibariyle öğrencilerin eylemlerini yönlendirme konusunda kontrolü ele geçirdikleridir. Bunun ötesinde öğrenciler, anarşistler ve polis ne yapar bilemem.

Yeni yıl dileklerinde nelere dikkat etmeli

Geçen yılbaşı saaatler geceyarısını gösterdiğinde, muhtemelen bakışlarınızı gökyüzüne çevirip bir sürü dilekte bulundunuz. Geçen 365 günde her insan gibi elinizden geleni yaptınız ama dileklerinizden belki de hiçbiri gerçekleşmedi. Geriye baktığınızda sanki 365 gün süren çılgın bir partiye davetliydiniz de bir tek siz eğlenemediniz gibi. Geriye baktığınızda yılbaşı gecesi yaptığınız yatırım hiç kár getirmedi gibi. Geriye baktığınızda sanki mükemmel kalkış ancak berbat bir iniş yapan bir uçaktaydınız. Üstelik kısa da sürdü yolculuk.

Neden diye düşündünüz şüphesiz. Hani hiç değilse birkaçı hakikat olsaydı bu dileklerin. Olmadı işte.

Kabahat kimde? Elbet her insan gibi sizde değil. Sanırım geçen 31 Aralık gecesi hava epey bulutluydu. Dolayısıyla sesinizin yıldızlara kadar ulaşmasını engelleyen bulutlardaydı kabahat.

Bu nedenle, çarşamba gecesi saatler yine aynı anı gösterdiğinde, önceden belirleyeceğiniz bulutsuz bir yer seçip gökyüzüne çevirin bakışlarınızı. Dilekleriniz bu defa kesin gerçekleşecek.

2008’in ilk saniyelerindeki dileklerinizin gerçekleşmemesinde bulutlardan başka yaşadığımız "şimdiki zaman kültürü" de kabahatli.

Her şey çok hızlı gelişiyor. Tam "ha anladım" dediğimiz herhangi bir şey, başkaları için çoktan geçmiş oluyor. Aslında aklımızın almadığı, gönlümüzün razı olmadığı birçok şeyi, hayatın temposuna ayak uydurmak uğruna kabulleniyoruz. Oysa, kabullendiğimiz şeyler yılbaşı gecesi dileklerimizle ilgisiz çoğu zaman. Sözgelimi, yeni bir sevgiliniz olması dileğinde bulundunuz mu hiç yılbaşı gecesi? Koskoca bir yıl geçtikten sonra eğer yanınızda bir sevgiliniz varsa, onun hiç dileklerinizdeki sevgili olup olmadığını düşündünüz mü?

Demek ki, körolası bu şimdiki zaman kültürüne de karşı koymak gerek. Sözgelimi o televizyonlardaki "bir yıl böyle geçti" tarzı dünyamızı, insanlığı sarsan onlarca, yüzlerce, binlerce olayı 30 dakika içine sığdıran programları bu defa izlemeyelim. Aşkı, keyfi, şiiri ve hatta ölümü bile düşünelim 30 dakikalığına.

Yılbaşı gecelerinin dezavantajı, insanoğlunun onu kimse sevmiyor ya da ne yapsa kimse onu anlamıyor gibi gerçekte saçma sapan duygulara kapılmasıdır. Bir yıl daha geçti, tuhaf bir yorgunluk hissi de olur aynı zamanda.

Buna karşın elimizde önemli bir koz var. Doğum günümüzde bile hissetmediğimiz bazı duyguları, o derin uykudan uyandırır yılbaşı gecesi. Yeniden doğmak, yeniden başlamak ve geçmişle ilgili pek çok şey için "sil" komutu vermek arzusu, kararlılığı.

Gelin 31 Aralık sabahından itibaren teşvik edelim bu duyguları. Her şeyden önce de biraz çocuk olalım. Annelerimiz bayramlarda giymemiz için lustrin (parlak kumaştan yapılmış) ayakkabı alırdı hatırladınız mı? Büyüdünüz diye bir geceliğine de olsa lustrin ayakkabı giyemez misiniz sözgelimi?

Hepinize mutlu bir yıl...
Yazının Devamını Oku

Polis kurşunuyla ölen gence arkadaşlarının yazdığı şiir

20 Aralık 2008
Bugün, ağacı görmek uğruna ormanı kaybetmemek için yazmadığım ama sakladığım bazı şeyleri yazma vakti. Sözgelimi polis kurşunu ile hayatını kaybeden 16 yaşındaki Aleksis Grigoropulos’un cenaze töreninde okunan ve bir yaşıtı tarafından yazılan şiiri. Gazetecinin görevi, bir olayı okuyucuya, izleyiciye, dinleyiciye aktarmaktır. Ancak 17 yaşında bir kız babası olarak, Yunanistan’da yaşanan şiddet olaylarının üçüncü gününden itibaren sokaklara dökülen binlerce öğrenciyi izlerken elbet etkilendiğim, benim neslin yapamadığı şeyler için belki özür dilercesine onları anlayışla karşıladığım anlar oldu.

Bu duygularımı öyle anlarda bastırmaya çalıştım. Bugün, ağacı görmek uğruna ormanı kaybetmemek için yazmadığım ama sakladığım bazı şeyleri yazma vakti. Sözgelimi, kendilerine gözyaşartıcı gazlar kullanan polislere çiçek vermeleri. Sözgelimi gösteri yaparken aralarındaki şakalaşmaları anlamlı mı sloganları. Sözgelimi "Off bugün de gösteri... Ya bu hayat çok zor. Ne zaman dinleneceğiz" tarzı esprileri.

Ve sözgelimi bir şiir... Polis kurşunu ile hayatını kaybeden 16 yaşındaki Aleksis Grigoropulos’un cenaze töreninde okunan ve bir yaşıtı tarafından yazılan şiir. Adı "Daha güzel bir dünya istiyoruz":

Bize yardım edin / Terörist, anarşist değiliz

Sizin çocuklarınızız

Hayal kuruyoruz... Öldürmeyin hayallerimizi

Hız aldık... Kesmeyin hızımızı

Hatırlayın.../ Bir zamanlar siz de gençtiniz

Şimdi paranın peşindesiniz, sırf gösteriş ilgilendiriyor sizi/ Şişmanladınız, saçlarınız döküldü / Unuttunuz her şeyi

Bizi desteklemenizi beklerdik

İlgilenmenizi...

Bir kere olsun iftihar etmenizi bizimle

Boşuna... / Yalan hayatlar yaşıyorsunuz, başınızı öne eğdiniz

Pantolonlarınızı bile indirdiniz

Öleceğiniz günü öyle bekliyorsunuz

Hayal kurmuyorsunuz, aşık olmuyorsunuz, yaratıcı değilsiniz

Sadece satın alıyor ve satıyorsunuz

Her yerde maddecilik. Sevgi yok.

Sahici olan hiçbirşey yok hiçbir yerde

Nerede velilerimiz... Nerede onca sanatçı

Niye bizi korumak için sokaklara dökülmüyorsunuz

Öldürüyorlar bizi burada

Yardım edin

İmza:
Çocuklar

Not: Daha fazla gaz bombası fırlatmayın bize. Biz kendiliğimizden de ağlamasını biliriz.

Çocuk masumiyetinin dayanılmaz cazibesine diyeceğim yok. Ancak, aynı çocuğun öfkesi ile karşılaştığımızda ne oluyor? "Öfkeli çocuklar"a karşı ne yapmalı? Yunanistan’ın takdirle okuduğum kalemlerinden Pavlos Çimas, ülkede kaos ortamı devam ederken bir yazısında şöyle diyordu:

"Ne yapmamız gerek bilmiyorum. Çocukların öfkesine baş eğmemeliyiz. Ancak buna karşı, Marie Antoniette misali, yahu bizim her şeyi verip harikulade büyüttüğümüz bu şımarık çocuklar acaba niye öfkeli de dememeliyiz."

Pavlos’a da hak verdim.

Annan Planı’na evet deseydi cenazesi daha kalabalık olurdu

Kıbrıs Rum yönetimi eski lideri Tasos Papadopulos’un cenaze törenini televizyondan izledim. Rum politikacıların "Seni unutmayacağız", "Kalbimizdesin" tarzı konuşmalarını dinledim. Törene, Atina’dan Başbakan Kostas Karamanlis, ana muhalefet lideri Yorgos Papandreu ve Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani katıldı. Papadopulos iktidardayken Papandreu ile de, Bakoyani ile de pek öyle iyi ilişkiler içinde değildi.

Cenazede başka hiçbir ülkenin lideri ya da önemli bir yabancı siyaset adamı yoktu. İşte Papadopulos’un Kıbrıs konusuna hizmetlerinden bahsedenler bunun nedenini oturup bir düşünsün.

2004’te Kıbrıs için büyük bir fırsat çıkmıştı. Papadopulos, Rumlar’a seslendiği ve vatandaşlarını gözyaşları içinde Annan Planı’na "hayır" demeye çağırdığı o tarihi konuşmasını, eğer "evet" demeleri için yapsaydı, kimbilir pazartesi günkü cenazeye dünyanın kaç ülkesinden kaç lider katılırdı.

2003 Haziran’ında daha çiçeği burnunda lider iken, Yunanistan’ın Halkidiki Yarımadası’nda yapılan AB zirvesi sırasında, bana demeç vermeyi kabul etmişti (Miliyet-Radikal-NTV 21 ve 22 Haziran 2003).

Tabii o zamanlar Ankara’nın ve KKTC’nin Kıbrıs’a yaklaşımının değişeceğine milyonda bir ihtimal vermediğinden ve daha sonra da anlaşılacağı gibi blöf yapmayı sevdiğinden "illa da çözüm" diyordu.

Söyleşi bittiğinde kendisine "off the record" bir soru sordum. O günlerde yaşlı bir Kıbrıslı Türk ile ilgili bir haber okumuştum. Adamcağız 1974 öncesi geçirdiği bir iş kazası nedeniyle çalıştığı şirkete tazminat davası açmış ve kazanmış. Tazminat, yine 1974 öncesi bir ara çok ünlü bir avukat olan Papadopulos’a ödenmiş, bu arada Kıbrıs’ta önce Yunan darbesi ardından da Türk müdahalesi yaşanınca adamcağız tazminatını alamamış. "Tasos borcunu ödesin" demişti. Öyle ahım şahım bir para da değildi. "Hatırlamıyorum. Öyle bir şey yok" dedi sadece Tasos. Hani "bir araştırayım" demeye bile gerek duymadı.

Sonrasında, defalarca yeni söyleşi talebinde bulundum hep "başka bahara" deyip geçiştirdiler adamları.

Papadopulos aslında, Türk medyasında çalışan bir gazetecinin sorabileceği sorulara, Kıbrıslı Türkler’i eşit saymayan, iki toplumun yakınlaşmasına sıcak bakmayan ve Türkiye’yi AB’de sıkıştırmaya dayalı icraatı ile cevap veriyordu.

Tek bir soru sormak isterdim kendisine, nasip olmadı: "Kıbrıslı bir Türk size neden güvensin?"

Kendisiyle ilgili bir diğer anım da onun hakkında yazdığım, ancak hiçbir zaman yayınlanmayan tek "olumlu" haberdi.

Kaynak Rum Politis gazetesiydi. Başlık da "Papadopulos ile Denktaş anlaşıyor". Hayret ederek yazdım haberi; "iddia edildi" filan diyerekten. Okudum, bir daha okudum sonra içime kurt düştü. Lefkoşa’yı aradım. Hiç öyle bir hava yoktu. Nasıl olduysa bir ara takvime baktım "1 Nisan" diyordu. Politis gazetesinin şakasıydı işte. Kahkahalar attım.

Dalya demesine az kalan Glafkos Klerides ve bugünkü Rum lider Hristofyas’ın aksine yüzü hiç gülmez, hiç espri yapmazdı Tasos. Fotoğrafı çekildiğinde bile dudaklarındaki tebessüm binbir güçlükle belirirdi.

Bu yüzden, hiç değilse onun hakkında anlatılan bir fıkra ile noktalayayım:

BM Genel Sekreteri Kofi Annan, planı sıcakken ve çetin müzakereler sürerken, Papadopulos kaldığı otelde kahvaltı için salona inmiş. Garson "Coffee (kofi)?" dediğinde kaşlarını çatıp "No kofi, never kofi... Çay getir su getir ama kofi asla" demiş.

Allah rahmet eylesin.
Yazının Devamını Oku

Polis sevmeyen millet, şiddet olaylarına da müsamaha ile baktı

13 Aralık 2008
Meslek hayatımda, önemli bir olayı olabildiğince objektif aktarabilmek için iki söz her zaman kulağıma küpedir. İlkini kimin söylediğini bilmiyorum, ikincisi bir Fransız deyişi: Önce dumanın dağılmasını bekleyeceksin ve sokağa pencereden değil balkondan bakacaksın. Ayrıca, ne zaman "ilk defa bu tip bir haberle karşılaşıyorum" diye kendimi mazeretlendirsem, rahmetli hocam Ahmet Uran Baran’ın sözlerini duyar gibi olurum: "Meslekte ve genelde hayatta bazı şeyler sadece bir defa olur."

Geçen cumartesi gecesi, Atina’da bir polis memurunun (Epaminondan Korkoneas) tabancasından çıkan merminin, direkt ya da sekerek (balistik raporu bu satırlar yazıldığında açıklanmamıştı) 16 yaşındaki bir gencin (Aleksis Grigoropulos) hayatına malolmasından sonra kaç saat televizyon izledim, kaç saat radyo dinledim, kaç gazete sayfası okudum, kaç defa başkentteki çatışmaların merkezinde dolaştım hatırlamıyorum.

Perşembe sabahı şimdi. Sokağa balkondan bakmaya çalışıyorum ama duman o kadar çok ki göz gözü görmüyor.

"Ayaklanmaya" başlangıç noktası açısından yaklaşırsak, hem 2001 yılında Cenova’da, hem 2005 yılında Paris’te yaşananlarla benzerlik taşıyor.

Hatırlayalım...

20 Temmuz 2001’de G-8 zirvesinin gerçekleştirildiği Cenova’da onbinlerce insan küreselleşme karşıtı gösteri yaparken 23 yaşındaki Carlo Guliani’nin bir jandarma kurşunu ile ölmesi üzerine çıkan olaylarda 425 kişi yaralandı, yüzlerce araç ve dükkan ateşe verildi.

27 Ekim 2005’de Paris’te başlayan ve yaklaşık 10 gün süren olaylar "varoşların isyanı", "itilmişlerin başkaldırışı", "göçmenlerin ayaklanması" olarak anlatıldı. 15 yaşında bir Malili ile 17 yaşında Tunuslu bir genç, Paris yakınlarında bir semtte, kendilerini polisin izlediğini sanıp kaçarken gizlendikleri trafo merkezinde elektrik akımına kapılarak öldü. Binlere araba, ev, dükkan tahrip edildi.

Bunun ötesinde, Cenova ve Paris olayları ile Yunanistan’da yaşananlar arasında şu an itibariyle başka önemli bir benzerlik göremiyorum.

Bu diyarda, bazı yorumcuların, bazı siyasetçilerin ve birkaç yıl burada kalıp her şeyi bildiklerini zanneden bazı batılı meslektaşlarımın "halk ayaklanması", "ekonomik ve sosyal baskıya başkaldırma" gibi yaklaşımlarına katılmıyorum. Gerçekçi bulmuyorum.

2007 Ağustos’unda Yunanistan’ın Mora Yarımadası’nın üçte biri yandı, en az 63 kişi hayatını kaybetti. Devletin acizliği, yetersizliği en çıplak haliyle görüldü. Ancak, bir ay sonra 2007 Eylül’ünde yapılan seçimleri yine Karamanlis kazandı. Seçim sonrası geçen 15 ayda iki büyük skandal yaşandı ülkede. İlki Karamanlis’in yakın arkadaşı Kültür Bakanlığı Genel Sekreteri’nin kendisine şantaj yapan metresi yüzünden intihar etmesi, ikincisi de keşişler diyarı Aynoroz’daki bir manastırın devletle yaptığı takaslardan büyük servet edinmesi. Özellikle manastır skandalı Karamanlis’e pahalıya patladı. Şiddet olayları patlamadan önce Karamanlis anketlerde, rakibi Yorgos Papandreu’nun zaten 5 puan gerisindeydi. Dolayısıyla "hükümeti devirmeyi amaçlayan provokasyon" iddiası da inandırıcı gelemez.

Bu ülkenin ekonomisi turizme, gemi taşımacılığına ve üyesi olduğu AB’dan gelen paralara dayanır. Sanayisi filan yoktur. Dolayısıyla da dünyayı sarsan ekonomik kriz nedeniyle Yunanistan’da öyle yer yerinden oynadı denemez.

Demek istediğim halkın sokağa dökülmesi için uykularını kaçıran "acil" bir neden yoktu.

O halde?

O halde taşları yerine koyabilmek için biraz daha derine inmek gerekiyor.

ÇOCUKLAR OYUN OYNUYOR OLAMAZ MI

İzlediğim görüntülerde, binlerce çocuk ve genç gördüm. Yaşları 14-15, hadi bilemediniz 20. Her yıl "kaliteli eğitim" sloganıyla, ders sınıflarını beğenmeyen, tuvaletleri kirli, öğretmenlerini yetersiz bulan ve okullarını haftalarca işgal eden öğrenciler bunların çoğu.

Sonra, yüzlerini kukuletalarla gizleyen 500, hadi bilemediniz 600 anarşist-holigan gördüm. Çocuklar, öğrenciler peşlerinde koşuyordu. Sanki onları taklit ediyorlar gibi geldi bana.

"Çocuklarımız, onlar için hazırladığımız geleceğe isyan ediyorlar", "Yozlaşmış küflenmiş sisteme, siyasetçilere, dalaverelere tepki gösteriyorlar" ya da "Ellerinde gül taşıyorlardı ama polis tahrik etti" gibi değerlendirmeler iyi hoş da, hiç mi "oyun da oynuyorlar" demek gelmiyor akla?

Ekranda 10-11 yaşındaki bir çocuğun polise taş attığını sonra da arkaya dönüp sevincini arkadaşlarıyla paylaştığını gördüm.

Kendilerini "iktidar karşıtları" diye adlandıran, polisin kim olduklarını bildiği, ancak yıllardır kedi-fare oyunu ile yetindiği, ikide bir molotof kokteylleri atan, bankalara, devlet dairelerine küçük çaplı saldırılar gerçekleştiren, haftasonları da stadyumlarda "stres atan" bu anarşist-holiganlara gelince, onlar işlerini yaptılar. Yaklaşık 30 yıldır "aykırıcıların semti" olarak bilinen Eksarhia’da devam eden polis-anarşist hesaplaşmasında büyük bir raundu kazandılar.

Yanılıyor olabilirim ama orta yaş sınıfından pek öyle fazla insan görmedim sokağa dökülmüş.

Orta yaş ve daha büyüklerin çok eskilere, ta Albaylar Cuntası’na (1967-1974), hatta belki daha da öncesine dayanan bir "üniforma antipatisi" vardır. Daha Türkçesi, askeri, polisi sevmez bu millet. Bu diyarın insanlarıyla ne zaman polisi konuşmuşsam, her defasında olumsuz şeyler duydum. Bir polisin uyuşturucu ticareti suçundan yakalanması, bir polisin mafyanın adamı olduğunun ortaya çıkması ya da bir karakolda işkence vakası her zaman tüm polis teşkilatına maledildi.

POLİSE BALKONDAN SAKSI ATILDI

İşte "Polis 16 yaşındaki bir genci öldürdü" haberi duyulur duyulmaz, bu antipati tekrar canlandı. Şiddet olaylarına "müsamaha" ile baktı adeta kamuoyu. 16 yaşındaki gencin ölümüne gösterilen tepki, eğer şiddet olaylarına da gösterilseydi iş bu kadar büyümezdi.

Duyduklarımdan birini aktarayım: "Göstericileri kovalayan polise, insanlar balkonlarından saksılar atıyorlar." Evet polise bir tepki bu... Ancak kapıyı da biraz aralık bırakalım. Polis göstericileri kovalarken göz yaşartıcı gazlar kullanıyor. O gazlar evlerin kapılarından pencerelerinden içeri giriyor herhalde.

Anarşist-holiganlar yakıp yıkıyor. Öğrenciler, gençler arkalarında. Evlerinde oturup olanları televizyonlarından izleyenler de sessiz. Polis ise sanki başka bir filmde oynuyor. İşte ben bu manzarayı gördüm.

Yunanistan, vatandaşları için demokratik bir ülke. İsteyen gösteri yapar, isteyen hakkını arar. Anarşist-holigan olsun olmasın 16 yaşındaki bir gencin polis kurşunu ile hayatını kaybetmesine seyirci kalacak bir toplum değil bu diyarın insanları.

Ne var ki, geçen cumartesi gecesinden sonra yaşananlar da demokrasi ile hiç bağdaşmıyor. Şiddet olayları sırasında duyduğum sloganlardan birini unutmayacağım: "Damarda akan kan intikam istiyor" idi. Bu sloganın anlamı sanırım "bir polisin kellesini isterüz".

Başbakan Karamanlis ile hükümeti, sevk ve idarede yetersiz kaldı. Polis, bir gün anarşislerin üstüne gitti, ertesi gün seyirci kaldı, üçüncü gün başka bir taktik izledi. Hükümete, polise verilebilecek mazeret, olayların bu kadar büyümesini kimsenin beklemediğidir. Bu mazeret yeterli mi bilemiyorum? Olaylar, şiddet dalga dalga yayıldı Yunanistan çapında. Girit, Larisa, Patra, Atina, Selanik ayrımı yapmadan.

Her halükarda, o kaosta can kaybı olmaması büyük şans. Eğer bir insan hayatı daha kaybolsaydı neler olabilirdi düşünemiyorum.

Suyun Öte Yanından’da bu hafta "önemine binaen" tek yazı var. Aklımda kalan bir görüntü ile noktalayalım.

Dükkanlar tahrip edilirken Atina şehir merkezinde göstericiler ya da yağmacılar bir gözlükçü dükkanına giriyorlar. Raflardaki gözlükleri çalmadan tek tek takıp, aynada yakışıyor mu diye bakıyorlar.
Yazının Devamını Oku

Kriz cinsel performansı da vurdu

6 Aralık 2008
Merkezi Atina’da bulunan Cinsel Sağlık Enstitüsü’nün, 40-60 yaş grubunda 1525 erkeğin katılımı ile gerçekleştirdiği araştırmanın sonuçlarına bakılırsa, dünyadaki ekonomik krizin boyutları Yunanistan’da sadece bankaları ve borsayı sarsmakla sınırlı kalmadı. Özel sektörde çalışanların yanı sıra esnaf ile tüccar erkeklerin cinsel performanslarını da son derece etkiledi.

Ekonomik krizin kendini iş dünyasında daha çok hissettirdiği ekim ayında, enstitünün "Alo cinsel sorunum var" hattını arayan 40-60 yaş grubundaki erkeklerin sayısı, eylül ayına kıyasla yüzde 40 gibi anormal bir artış gösterdi. Arayanların neredeyse tümü, aynı şeyi söyledi: "Dört - beş haftadır cinsel ilişki için hiç istekli değilim". Yarısı da ekim ayı içinde hiç cinsel ilişkiye girmediğini...

Krizin, yatak odalarını etkilediği erkeklerin yüzde 33’ü özel sektörde çalışıyor, yüzde 26’sı ise tüccar ve esnaf.

Özel sektör çalışanı, işini koruyabilecek mi endişesi içinde. Ya bir sabah kendini çalıştığı şirketin kapısında bulur mu? Ödenmesi gereken krediler, borçlar, kredi kartları ne olacak?

MEMURLARA BİR ŞEY OLMADI

Tüccar ve esnaf deseniz malını satamıyor. Müşterilerden aldığı çekler karşılıksız çıkıyor. Bankalardan kredi alması zorlaştı.

E ne yapsın adamlar? Onca dert, onca tasa varken kafalarında "Hanım şu lambaya püf de" mi desinler?

Buna karşı, ekonomik krizin Yunanistan’da devlet memurlarının cinsel performanslarını etkilemediği anlaşılıyor. Eylül ayına kıyasla ekim ayında "Alo" hattını arayıp cinsel sorunları için uzman görüşüne başvuranların oranındaki artış yok denecek kadar az.

E adamın iş kaybetme korkusu yok. Bir şekilde geçinip gidecek. Hálá "Hanım şu lambaya püf de" diyebilecek durumda. Emekliler de aynı kategoride ama cinsel performasın yaş ile bağlantısı gerçeğini unutmamak gerek.

Enstitünün verdiği rakamlarda, cinsel sorunları için yardım isteyenler arasında işsizlerin sadece yüzde 4 olması ilk bakışta dikkat çekse de, bu diyarın Haydar Dümen’i sayabileceğimiz seksolog Thanos Askitis’in "İşsizlik kişinin kendisine güvenini de etkiler. İşsiz bir erkek cinsel sorununa çözüm aramakta tereddüt eder" şeklindeki izahı mantıklı.

E adamın ekonomik durumu zaten berbat, üstelik kriz yüzünden iş bulabilmesi daha da zorlaşmış, ne "hanım" geçer aklından, ne "lamba" ne de "püf".

Ayrıca, cinsel sorunları için yardım isteyen erkekler arasında evlilerin bekarlardan çok daha fazla olduğunu söylemek de sanırım "haber" teşkil etmez.

Durum böyle suyun bu yanında. Şimdi sizin oralarda benzer bir araştırma yapıldı mı bilmiyorum. Susayım daha iyi. Çünkü manalı manalı "Ağabey kriz mriz bizi etkilemez" tarzı yaklaşımlara verebilecek cevabım yok.

İngiliz televizyoncu Yunanistan’ı ayağa kaldırdı

Top Gear, BBC’deki en uzun ömürlü programlardan biri şüphesiz. Neredeyse 20 yıldır yayın hayatını sürdürüyor. Otomobillerin acımasızca testten geçirildiği bu programın bütün dünyada bu kadar çok sevilmesinin en önemli nedeni, yapımcısı ve sunucusu Jeremy Clarkson. /images/100/0x0/55ea2679f018fbb8f86e4afd

Çocukluğunda sigara içtiği ve bir sürü "saçmalık" yaptığı için gittiği özel okuldan kovulan Clarkson’un, programında bir otomobil için iyi veya kötü demesi o otomobilin satışlarını etkileyebiliyor. 2005 yılında uluslararası Emmy ödülüne layık görülen Top Gear’da test edilen otomobiller hakkında Clarkson’un yorumları kimine göre zeka dolu, absürd ve alaycı, kimine göre ise buz gibi soğuk İngiliz mizahının tüm karakteristiğini taşıyor.

Hız belirleyen radarlara, otomobillerin şehir içine girmesini istemeyen çevrecilere ve bazı trafik kurallarına "düşman" Clarkson’un bazı "inci"lerini aktarayım:

- İşte bu da bir otomobil. Diğerleri gibi 4 tekerleği var ve gidiyor. O kadar.

- X markanın X modelinden Etiyopyalı bir eşcinsel ile korumasız cinsel ilişkiye girmek kadar kaçının.

- Bugün X markanın X modelini tanıtacağım. George Bush bir ABD başkanının özelliklerine ne kadar sahipse, bu otomobil de spor otomobiller kategorisinin o kadar özelliğine sahip.

- Otobüsler için olan tercihli yolların nedenini anlayamıyorum. Fakir insanlar neden gidecekleri yere benden daha çabuk varsınlar?

İngiliz mizah anlayışını çok sivri dili ile birleştiren Clarkson’un, son derece pahalı bir sürat otomobili ile test sürüşü yaptıktan sonra kapıyı açıp kusması da yoğun tartışmalara neden olmuştu.

"Atina’dan bildirdiğime" göre, ne alaka diyeceksiniz. Olmaz olur mu? Clarkson aynı zamanda The Sun gazetesinde de yazıyor. Bu gazetenin 8 Kasım 2008 tarihli internet baskısında yer alan yazısında da, Yunanistan’ın turizm tanıtımını üstlenen devlet kuruluşu EOT’un bir afişini konu almış. Afişte, masmavi Ege sularında bir sürat teknesinde oturan genç bir kadın ve arkasında genç bir erkek görünüyor ve "Yunanistan... Gerçek deneyim" yazıyor.

Clarkson’un görüşü ise şöyle: "Öncelikle tekne Yunan imalatı değil. Genç kadın da Yunan’a hiç benzemiyor. Çünkü bıyığı yok. Yunanistan koskoca bir tuvalettir".

Önce İngiltere’de yaşayan Yunan cemaati tepki gösterdi. The Sun gazetesinin telefonları, faksları, mailleri kitlendi. İngiltere’deki medya ile ilgili sendikalara, kuruluşlara ihbarlarda bulunuldu. Clarkson’un cezalandırılması, kovulması istendi. Onca tepki üzerine yazı yayından kaldırıldı.

Tepki dalgası daha sonra Atina’ya yayıldı. Reyting ölçümlerine bakılırsa, özel bir televizyonda gösterilen Top Gear programının izlenme oranı tepetakla oldu. Yunan medyası ateş püskürdü. Clarkson’un faşist, ırkçı olduğu yazıldı, söylendi.

Arşivlere bakıldığında ise Clarkson’un Yunanistan aleyhinde ilk kez tavır almadığı ortaya çıktı. Birkaç yıl önce yine Top Gear programında, Atina şehir merkezinde Sintagma meydanında bulunan parlamento binası önündeki efsun askerlerinden görüntülere yer verip "Bugün Yunan erkeklerin tek bir hedefi var. Tüm dünyaya eşcinsel olduklarını göstermek. Aksi halde kısa etekler giyip terliklerle dolaşmazlardı" demişti.

Jeremy Clarkson artık sadece kötülediği otomobil markalarının değil Yunanistan’ın da "kara liste"sinde.

Dışişleri Bakanı Bakoyani İzmir Ticaret Odası’na ödül verdi

Atina şehir merkezindeki Yunan Dışişleri Bakanlığı’nda, geçen hafta anlamlı bir tören vardı. Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, İzmir Ticaret Odası (İTO) Başkanı Ekrem Demirtaş’ı iki ülke ilişkilerine katkılarından dolayı ödüllendirdi.

Demirtaş, Dışişleri Bakanı Bakoyani’nin davetlisi olarak Atina’ya geldi. İTO Başkanı, konuşmasında "Ege’de savaş uçaklarının değil, yolcu uçaklarının uçmasını, savaş gemilerinin yerini yük gemilerinin almasını istiyoruz" dedi. Fırsat bu fırsat, bir kez daha TC vatandaşlarına uygulanan vize uygulamasının getirdiği zorluklara değindi.

"Yunan adalarındaki esnaf, bu durumdan şikayetçi. En azından günübirlik ziyaretlerde Schengen vize uygulaması kaldırılabilir veya Türkiye ile Yunanistan arasında özel bir uygulama yapılabilir. AB sınırları içinde İsviçre, İzlanda ve Norveç ile özel uygulama yapıldı" dedi Demirtaş.

Bakoyani, "Schengen yüzünden birtakım sorunlar var, çözüm için çalışıyoruz" demekle yetindi vize konusunda. Ekrem Demirtaş’a ödülünü verirken de "Sizin gibi insanlara ihtiyacımız var" diye konuştu. Ayrıca, İTO Başkanı’na önümüzdeki ilkbaharda İzmir’i ziyaret sözü de verdi.

İki hafta önce bu köşede Ege’de yaşanan kıta sahanlığı gerginliğini anlatmıştık. Eh bu hafta da güzel bir etkinliğe değindik.
Yazının Devamını Oku

Güzel Evgenia’nın kariyeri muhafazakár sevgili Adonis’i gerdi

29 Kasım 2008
Adonis Yeorgiadis (36) aşırı sağcı ve aşırı milliyetçi LAOS partisinin milletvekili ve Başkan Yorgos Karancaferis’den sonra partinin en popüler 2 numaralı adamı. Siyasetçi olarak sıkı bir "Helenizm"ci. Yabancılara, göçmenlere iyi gözle bakmıyor. Uyuşturucu veya alkol bağımlılarıyla, eşcinsellerle "mücadele"nin öncülerinden. Namus sevdalısı, dindar mı dindar. "İdeal saf ırk ve toplum" savunucularından işte.

Hemen her gün televizyonların haber bültenlerinde, ya da açık oturumlarda misafir edilir. Ağzı iyi laf yapıyor. Özellikle ortamı kızıştırmayı biliyor. /images/100/0x0/55ea8b0ef018fbb8f886d7f3

Aynı zamanda tarihçi ve yazar Adonis. Eski Yunan medeniyeti ağırlıklı üç kitabı var. Üstelik bir yayınevi ve bir kitabevinin de sahibi. Ucuz fiyata sattığı kitapların tanıtımını da yerel küçük televizyonlarda kendisi üstleniyor. Kitap tanıtımı reklamlarında siyasi gelişmelere değinmeyi de ihmal etmiyor.

Evgenia Manolidu ise sanatçı. Klasik müzik alanında önemli bir kariyeri var. Besteci ve orkestra şefi. Olimpiyat Oyunları sırasında Pekin’de verdiği konserde Çin Devlet Operası ve orkestrasını yönetti. İlk evliliğinden iki çocuk annesi. Son yıllarda Adonis Yeorgiadis ile birlikte. Bu aşkın ilk meyvesi de bir erkek çocuğu.

Adonis, Evgenia ve üç çocuk, aynı evde mutlu yaşarken, televizyondaki bir yarışma programı ailenin hayatını altüst eti.

En büyük TV kanallarından Antena, Gerçek Anı adlı bir yarışma programının sunuculuğunu Evgenia’ya teklif etti. Çift oturup medeni insanlar gibi konuştu ve "evet" cevabı vermeyi kararlaştırdı.

Yalan makinesi, yarışmacıların tepkilerini ölçüyor ve namusun, dürüstlüğün, iyi Hıristiyan’ın savunucusu Adonis’in hayat arkadaşı Evgenia soruyor: "Hiç bir hemcinsinizle birlikte oldunuz mu?", "Hiç toplu seks partisine katıldınız mı?" Olacak iş değil...

Bu da yetmiyormuş gibi Evgenia konuk olarak katıldığı bir magazin programında Adonis hakkında "O benim tontonum" demez mi?

LAOS partisinin zaten muhafazakár mı muhafazakár bir tabanı var. Tepkiler gecikmedi: "Halka kötü mesajlar veriliyor", "Partimiz için kötü imaj yaratıyor". Hatta dedikodulara bakılırsa parti başkanı Karancaferis "Oğlum bu kızı oradan çıkar" diyerek Adonis’in kulağını çekmiş.

Aşırı sağcı, aşırı milliyetçi genç milletvekili, hayat arkadaşı hakkında yazılıp çizilenlerden yorulduğunu, ancak kariyerine de engel olmayacağını söyledi. Eleştirilere, tepkilere göğüs germeye kararlı ama Evgenia’nın programına yarışmacı olarak asla katılmayacağını ilan etti.

Güzel Evgenia’ın sunduğu Gerçek Anı yarışmasının reytingleri çok iyi. Ancak, Adonis’in siyasi geleceğini ne kadar etkiler bilinmez.

Ne krizi, ne keşişi? Milletin derdi Natasa ile Yorgos

Millet sıkıntılı, millet öfkeli buralarda. Dünyayı sarsan ekonomik krizin Yunanistan kapılarına dayanması bir yana, her akşam televizyonların başına geçip papazların, keşişlerin "allah aşkına" nasıl yüz milyonlarca Euro’yu cebe indirdiklerini hayretle izliyor. Manastır arazileri devlete gerçek fiyatının 5 katına satılmış, karşılığında devlet arazileri gerçek fiyatlarından 5 kat ucuza alınmış, sonra da gerçek fiyatlarının birkaç katına karanlık geçmişleri olan "işadamlarına" devredilmiş. Hem devlete keşiş "kazığı" hem de kirli para aklanması söz konusu. Devlet öyle de kaybetmiş böyle de.

Skandalın başrol kahramanları keşişler, lüks arabalardan inip yanlarında özel korumaları ve avukat ordusuyla parlamentoya geliyor ve milletvekillerinden oluşan inceleme komisyonuna "İfade mifade vermiyoruz. Söyleyeceklerimizi bir kağıda yazdık. Aha buyurun. Haydi bize eyvallah" diyecek kadar ileri gidiyor. Kara cüppeli bu adamlar, kendilerini bekleyen gazetecilere de "Sen evli misin? Değil misin? O zaman dengesiz ve günahkarsın" diyecek kadar küstah.

İki ayda iki bakan yediler, başbakan Karamanlis’in bugün popülerliğinin yerlerde sürünmesine neden oldular. Kimbilir neler biliyorlar keşişler. Ağızlarını açsalar yer yerinden oynayacak.

Peki böyle bir ortamda millet ne yapar? Nasıl soğukkanlı kalır? Nasıl "sineye" çeker olanları? Ekonomik kriz karşısında acizliğini nasıl unutur?

İşte bunu "tespit" etmek için geçenlerde şehir merkezinde, siz deyin 5, ben diyeyim 10 müzikholü misafir eden "İera Odos"un (Kutsal Yol) yolunu tuttum. Günlerden perşembe idi. Vakit geceyarısı. Bu diyarda eğlencenin bence "imparatoru" Yorgos Mazonakis ile "hanımefendi" sanatçılardan Natasa Theodoridu’nun sahne aldığı "Votanikos" (Botanik) müzikholü önünde durdum. İnanılmaz bir kalabalık kapıda. İçerisi de farklı değil. Dostlarım ile zar zor masaya oturabildik. En az 1000 kişilik bir mekan ve iğne atsanız düşeceği yer yok. Efrafımdaki masalara göz attım. Marka marka viskiler, kırmızı, pembe, beyaz karanfiller. Erkekler yanlarındaki ya da bir masa ötedeki kadınlara dikmişler bakışlarını, kadınlar da karşılık veriyor.

"Uvertür" şarkıcılar geçip gittiğinde orkestranın gümbür gümbür "anons müziği" başladı ve iki assolist açık bir asansörün içinde sahneye çıktı. Ortalık ana baba günü. Tabii o an "Ha bu millet ekonomik krizi, avantacı sahtekar keşişleri ve onlara her türlü kolaylığı sağlayan devleti böyle protesto ediyor" şeklindeki düşüncemin gerçekle ilgisiz olduğunu anlamakta gecikmedim.

Ne krizi, ne devleti, ne keşişi? Millet, Natasa ile Yorgos’u ölümsüzleştiriyor.

İlk bölümde yaklaşık 2 saat sahnede kaldı assolistler. Sonra tatlı bir "sürpriz". "Nerdesin? Beni unuttun demişsin... Nerdesin?" hemen ardından "Zeytinyağlı yiyemem aman asma da fistan giyemem aman". İki yıl önce Yunanistan’daki bir popstar yarışmasına katılıp o zamandan itibaren bu diyarda kalan Türk şarkıcı Fide Köksal sahnede.

Assoslistler ikinci bölümde iki saat daha şarkı söylediler. Sabahın 5’ine kadar. Ekonomik krizden ve keşiş skandalından "bezmiş" millet de, ya sahnede ya masaların sandalyelerin üstünde oynadı.

"Votanikos"tan çıkarken diğer müzikhollerdeki binlerce kişi o saatte sokaktaydı. Kimbilir hafta sonu ne kıyamet kopacaktı.

Radyoda "günaydın" programları başlamıştı bile. Keşişlerden, skandallardan, devletin rolünden bahsediyorlardı. Ekonomik krizden de elbet.
Yazının Devamını Oku

Kanlı Yunan bayrağının öyküsü

22 Kasım 2008
Etimolojik anlamı ile "demos" (halk) ve "kratia" (yönetim) kelimelerinin birleşmesinden üreyen "demokrasi", MÖ 5. yüzyılda ilk kez adını duyurduğunda elbet bugünkünden çok farklı bir kavramdı. Belki "halkın kendi kendini yönetmesi" kastediliyordu bugünkü gibi ama "halk" sadece soylular ve zenginlerden ibaretti eski Yunan’da. Demokrasinin nimetleri, yani haklar sadece onlar için geçerliydi. Köleler, kadınlar, fakirler "halk" sayılmıyordu.

Atina şehir merkezinde koskoca bir kaya üzerinde kral Perikles’in sevdiği kadın uğruna inşa ettirdiği Akropolis mabedi, işte bu eski Yunan demokrasisinin sembolü sayılır.

Yine şehir merkezinde bu defa birkaç kilometre ötede, Patision ile Sturnara caddelerinin kesiştiği noktada bulunan, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından hemen sonra, 1836’da daha inşası bitmeden kapılarını genç beyinlere açan Teknik Üniversite (Metsovion Politehnio) binası ise yeni Yunan demokrasisinin sembolüdür.

Takvimler 14 Kasım 1973’ü gösterdiğinde bir grup öğrenci Teknik Üniversite binasına kapanarak "komünizm tehlikesi" ve "vatanı korumak" masalıyla 1967’de darbe yapıp iktidara gelen Albaylar Cuntası’na karşı direnişe geçer.

ÖĞRENCİ DİRENİŞİ HALK HAREKETİNE DÖNÜŞTÜ

Birkaç yüz öğrencinin direnişi üç gün içinde halk direnişine dönüşür ve 17 Kasım 1973’te asker tanklarla üniversitenin giriş kapısını yıkarak içeri girer. Ortalık savaş alanına dönüşür. Olaylarda kaç kişinin öldüğü onca yıl sonra bile kesin olarak bilinmiyor. Genel kanı o gün ölenlerin sayısının bir elin parmaklarını geçmediği şeklinde.

1973 Teknik Üniversite olayları Albaylar Cuntası için sonun başlangıcıdır. Cuntanın lideri değişir. Yorgos Papadopulos’tan yönetimi "devralan" ve halen cezaevinde yatan general Dimitrios İoanidis (Türkiye’de Yuanides olarak bilinir) bir yıl bile geçmeden Kıbrıs’ta darbe yapar. Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi de bir anlamda Albaylar Cuntası’nın sonu olur. Fransa’da yaşayan eski başbakanlardan Konsantinos Karamanlis (bugünkü başbakanın amcası) ülkeye döner ve Yunanistan 7 yıllık aradan sonra demokrasi ile buluşur.

Geçen 35 yılda her 17 Kasım günü, Teknik Üniversite’nin önünde başlayarak Albaylar Cuntası’nın "başlıca sorumlusu" sayılan ABD’nin Atina büyükelçiliğine kadar yürüyüş düzenlenir.

1974’teki ilk yürüyüşe sağcısı solcusu, öğrencisi işçisi, emeklisi ev kadını 1 milyondan fazla insan katıldı Atina’da. Zamanla bu sayı doğal olarak azaldı, coşku dindi. Siyaset insanları "böldü". Sonuçta, geçen pazartesi günkü yürüyüşe katılanların sayısı 10 bini (sağanak yağmurun da etkisi vardı) geçmedi.

17 Kasım 1973’te yaşanan olayların "sancağı" da kanlı bir Yunan bayrağıdır.

Direnişçilerin üniversite kapısına astıkları ve tankın o kapıyı yıkarken beton kolonların üstünde bekleyen öğrencilerin düşüp yaralanmaları sonucu kanla boyanmış bir bayrak.

O gece o bayrak öğrenciler tarafından yerden kaldırılıp, saklaması için bir gazetenin (Vradini) yayın yönetmenine verildi. Albaylar Cuntası’nın devrilmesinden sonra, 1982 yılına kadar Yunanistan Talebe Birliği’nde korunan bayrağa, öğrenciler arasındaki siyasi görüş ayrılıkları nedeniyle birliğin aktif faaliyetlerini durdurması yüzünden o dönemin en güçlü öğrenci kuruluşu olan PASP, yani sosyalist PASOK partisinin öğrenci kolları sahip çıktı.

17 Kasım yürüyüşlerinde daima en önde taşınan bu bayrak için PASOK partisi geçenlerde "Parlamentoya teslim edilsin" kararı aldı. Ancak, diğer siyasi partilerin yanı sıra bizzat PASP tepki gösterdi. "Bu bayrağı korumak PASOK’un değil bizim sorumluluğumuzdur. Öğrenci direnişinin bir parçasıdır ve müzelik değildir. Bu bayrak bugün parlamentoda çoğunlukta olan neslin ganimeti değildir" dediler.

Vermiyorlar işte. Haksız da değiller. O Teknik Üniversite’deki direnişin "başrol oyuncuları" bugün ya milletvekili, ya bakan ya üst düzey yönetici ya da işadamı. Hemen hepsi "sistem" ile barışık.

Otuz beş yıl sonra 17 Kasım günü, Yunan başkentinde anacaddelerin erkenden trafiğe kapanması, anarşistlerin polislerle çatışması, molotof kokteylleri, göz yaşartıcı gazlar, ateşe verilmiş otomobiller ve vitrinleri yerle bir olan mağazalar yüzünden gündemde kalıyor.

Zamanlar değişti, her şey değişti. 1973’teki 17 Kasım ile 2008’deki 17 Kasım’da bir tek atılan slogan aynı kaldı: "Psomi, Pedia, Elefteria" yani "Ekmek, Eğitim, Hürriyet".

Kıta sahanlığı geriliminin ardından

Geçen haftasonu, Doğu Akdeniz’de yaşanan kıta sahanlığı ile ilgili anlaşmazlık, istediği kadar ticaret artsın, istediği kadar kültür sanat yakınlaşması olsun, siyasi sorunlar halledilmedikçe Türk-Yunan ilişkilerinde "tehlike"nin her zaman kol gezdiğini gösterdi.

Yaşananların "Yunan versiyonu" şöyle: "TPAO hesabına çalışan bir Norveç arama gemisi, Gediz adlı Türk fırkateyninin refakatinde petrol arama çalışmaları için Meis adasının 80 mil güneyine geldi. Yunan Dışişleri’nde söz konusu bölgenin uluslararası sularda olmakla birlikte büyük bölümünün Yunan kıta sahanlığı içinde bulunduğu tespit edildi. Savunma bakanlığı haberdar edilerek bölgeye bir Yunan hücumbotu gönderildi. Hücumbotun kaptanı, Norveç gemisinin kaptanını uyardı. Atina’da Norveç ve Türkiye’ye diplomatik girişimlerde bulunuldu. Ertesi gün (cumartesi 15 Kasım) aynı durum tekrarlandı. Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, Norveçli meslektaşı ile telefon görüşmesi yaptı. Norveç gemisini kaptanı, Atina’dan bölgedeki Yunan kıta sahanlığının koordinatlarını bildirmesini istedi. Atina koordinatları bildirdi. Norveç gemisi çalışmalarını durdurdu."

Bu bilgilerin medyaya yansıma şekli de, "Ankara, Yunanistan’a, Kıbrıs Rum Kesimi’ne ve Mısır’a kıta sahanlığı ile bağlantılı Ekonomik Çıkar Bölgesi konusunda oldu bittilere gelmeyeceğini gösterdi" şeklinde oldu. Tabii "Türk tahriki", "Türkler direncimizi ölçüyor" gibi başlıklar da eksik olmadı.

Türk Dışişleri sözcüsünün cevabı, salı günü (18 Kasım) kısa bir açıklama ile geldi: "Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), Norveç bayraklı M/V Malene Ostervold isimli araştırma gemisiyle, Doğu Akdeniz’de ülkemizin deniz yetki alanları dahilinde, önceden yayınlanan seyir duyurusuyla (NAVTEX) ilan edilen araştırma sahasının içinde 14-18 Kasım 2008 tarihleri arasında jeofizik araştırma faaliyetleri icra etmiştir."

Çarşamba günü (19 Kasım) ise Yunan Dışişleri sözcüsü "Söz konusu sahada Yunanistan’ın izni olmadan herhangi bir araştırma ya da inceleme yapılamaz" diyordu.

İKİ TARAFIN KITA SAHANLIĞI TANIMI FARKLI

Türkiye ile Yunanistan arasında Ege’de ve Norveç gemisiyle görüldüğü üzere Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı sınırları belirlenmiş değil.

Yunanistan adaların kendi kıta sahanlığı bulunduğunu ve bu Cenevre Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin kendisine bu hakkı tanıdığını savunuyor.

Sözleşmeyi imzalamayan ülkeler arasındaki Türkiye, adaların kıta sahanlığı olduğunu kabul etmiyor ve kıtasal kara parçalarını kıta sahanlığının başlangıç noktası sayıyor.

Bir diğer deyişle, Norveç gemisinin bulunduğu saha Türkiye için Türk, Yunanistan için Yunan kıta sahanlığı içinde bulunuyor.

Yunan tarafından Norveç gemisi kaptanına verilen, ancak açıklanmayan koordinatların da tek taraflı olduklarını ve bölgesel bir anlaşma sonucu belirlenmiş olmadıklarını burada vurgulamak gerek.

Zaten Elefterotipia gazetesinin "Koordinatlar Yunanistan’dan başkasını bağlamaz. Tek taraflı koordinat belirlemek de gerginliğin artmasına yönelik bir adım atmaktan başka bir şey değildir" demesi tesadüf değildir.

Kıta sahanlığı sorunu 1974’ten beri var. Bu sorun iki ülkeyi Ege’de 1987 yılında savaşın eşiğine kadar getirdi. O zamanlar iki ülkenin silahlı kuvvetleri savaş için alarm durumuna geçirildi. O büyük kriz, Türkiye’nin de Yunanistan’ın da Ege’de 6 millik karasuları dışında hiçbir petrol arama çalışması yapmama mutabakatıyla (1976 Bern Protokolü canlandırıldı) atlatıldı.

Yunan medyası geçen hafta yaşananları "1987’den bu yana kıta sahanlığı konusundaki en ciddi olay" olarak yorumladı.

Evet, siyasi sorunlar halledilmedikçe "tehlike" hep kol gezecek ama yazının başında "küçümsediğim" ticari ilişkilerin, sosyal ve kültürel yakınlaşmanın şimdi de önemine değinmek isterim.

Eğer yaklaşık 10 yıldan beri devam eden bu yakınlaşma, alışveriş olmasaydı ve onca yıllık çekişme, gerginlik, kriz zihniyeti hüküm sürseydi, Doğu Akdeniz’in suları geçen hafta belki de birbirine yakın seyreden savaş gemileriyle dolardı.
Yazının Devamını Oku

Karamanlis bıçak sırtında

15 Kasım 2008
Başındaki onca dert yetmiyormuş gibi bir de dünyayı sarsan ekonomik kriz Yunanistan’ın da kapısını çalınca, Başbakan Kostas Karamanlis’in iktidar koltuğu 4-1 yandan (Fenerbahçeli’yim ne de olsa) gıcırdıyor. Ülkenin kuzeyindeki Halkidiki Yarımadası’nda bulunan keşişler diyarı Aynoroz’da, sosyete manastırı Vatopedi’nin başkeşişi Kıbrıslı Rum Efrem’in başrolünü oynadığı ve yüzmilyonlarla hesaplanan skandal (manastıra ait arsa ve araziler devlete çok yüksek fiyatla verilip, karşılığında devlete ait arsa ve araziler çok düşük fiyattan alınıyordu), 40 gün içinde iki bakanın (deniz ticaret bakanı ile basın bakanı) istifasına yol açtı ama yine de Başbakan Karamanlis bu dertten kurtulamadı. /images/100/0x0/55ea99a3f018fbb8f88a91a9

Üç yüz üyeli Yunan parlamentosunda Karamanlis’in 152 milletvekili ile hassas bir çoğunluğu vardı. Bu yüzden bazı milletvekillerinin "çatlak" seslerini duymazlıktan geliyordu çaresiz. Ancak, özellikle Aynoroz’daki skandal yüzünden apaçık isyan eden Petros Tatulis adlı miletvekilinin "Başbakan esir alınmıştır" tarzı açıklamalarına daha fazla duyarsız kalamadı. Başbakanın prestiji söz konusuydu ve isyancı milletvekilini ihraç etti. Sonuç, parlamentodaki çoğunluk ince bir ip üzerinde. Hani bir milletvekili daha isyan etse, Karamanlis ya koalisyona ya da erken seçime gitmek zorunda kalacak.

Ekonomik kriz de her geçen gün daha çok hissediliyor bu diyarda. Bankalar, daha yüksek faizle kredi veriyor, tek taraflı kararlarla kredi kartları faizlerini yükseltiyor. Karamanlis, kriz nedeniyle ödeme zorluğu çekmemeleri ve parayı daha pahalıya satmamaları için 28 milyar Euro’luk bir acil yardım paketi açıkladı. Ne var ki bankaların henüz hiçbiri yardım talebinde bulunmadı. Nedeni de hesaplarının devlet kontrolü altına girmesini istememeleri.

Piyasa durgun mu durgun. Esnaf sinek avlıyor. Halk işini kaybetme korkusu içinde. Atina Ticaret Odası "Haftada beş yerine dört çalışma günü ve maaşlarda yüzde 15 indirim " formülünü önerdi. Süpermarketlerde dikkat ettim de insanlar temel ihtiyaçlarını alıyorlar.

Kriz, bu ülkenin en çok övünebileceği şeylerden birisi olan eğlence sektörünü de vurdu. Müzikholleri doldurabilmek uğruna assolistler artık ikişer üçer, aynı sahneyi paylaşıyorlar.

İşte böylesi bir ortamda, Başbakan Karamanlis, bence hiçbir şey yapmadan popülerliği artan rakibi sosyalist Pasok’un lideri Yorgos Papandreu’nun karşısında sürekli zemin kaybediyor.

Kamuoyu araştırmaları, bir ay önce Papandreu’nun 2 puan önde gittiğini gösteriyordu: Şimdi fark 3,5-4 puana çıktı. Önümüz Noel, önümüz yılbaşı. İnsanlar satın alma güçlerinin ne kadar zayıfladığını bayram alışverişine çıktıklarında daha somut hissedecekler. O zaman da farkın 6-7 puana çıkması işten bile değil.

Zor, çok zor işi Karamanlis’in.

Geç de olsa...

Geç de olsa değinmek isterim. Cumhuriyet Bayramı’nın 85. yıldönümü münasebetiyle 29 Ekim’de, T.C. Atina Büyükelçisi Oğuz Çelikkol, 30 Ekim de T.C. Atina - Pire Başkonsolosu Beyza Üntuna’nın davetlerine katıldım. /images/100/0x0/55ea99a3f018fbb8f88a91ab

Büyükelçi Çelikkol’un davetinde tüm dikkatler bir kez daha Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani ile babası eski başbakanlardan Kostas Miçotakis’e çevrilmişti. Türk - Yunan ilişkilerinin gergin olduğu dönemlerde bile Miçotakis, Cumhuriyet Bayramı davetlerinden eksik olmazdı.

Başkonsolos Üntuna’nın davetinde ise Finansbank’ı satın alan Yunan Etniki Bankası’nın (NBG) Yönetim Kurulu Başkanı Takis Arapoğlu’nu gördüm. Adam NBG’nin bu ekonomik kriz dönemindeki politikası yüzünden epey eleştiriliyor buralarda. Davette ayrıca, Yunanlılar ile evli Türkler ve çok sayıda İstanbullu Rum’la karşılaşmak pek hoştu.

4085 mahkûm açlık grevinde

Yaz kış fark etmiyor, doluluk oranı her mevsim yüzde 140-150 arasında değişiyor. Toplam yatak kapasitesi 7543 olarak açıklanıyor ve halen 12 bin civarında insan yatıyor.

Yunanistan’da neredeyse iğne atsanız düşecek yeri olmayan cezaevlerinden bahsediyorum. Hücrelerde, tutuklu ve mahkûmlar bazen bir yatakta iki kişi yatıyorlar, bazen de yerde, eski ve pis kokan bir yorganın üzerinde.

Bu hükümet, bir önceki hükümet, ondan bir önceki hükümet hep vaatlerde bulundular "Yeni, modern, insan onuruna saygılı cezaevleri inşa edeceğiz" diyerek.

Ama ne gezer...

Atina’da Koridalos, Selanik’te Diavaton cezaevleri vardı ben 30 yıl önce bu diyara geldiğimde, hálá onlar var.

Tutuklu ve mahkûmlara verilen sağlık hizmetleri yetersiz. Cezaevlerinde sosyal, sportif etkinlikler yok denecek kadar az.

Durum böyle olunca Yunan’ı yabancısı tam 8 bin tutuklu ve mahkûm, geçen hafta açlık grevine başladı. Bir hafta sonra bunların 4085’i direnişi sürdürüyor.

Daha iyi yaşam şartları ve bazı durumlarda erken tahliye istiyorlar. Açlık grevi yapanlar arasında, yetkililere göre 4, grev koordinasyon komitesine göre 19 Afgan ve Iraklı Kürt mahkûm, sesleri dışarıda daha çok duyulsun diye ağızlarını iple dikti.

Adalet Bakanlığı, açlık grevinin uzun sürmesi ve cezaevlerinde toplu bir isyana dönüşmesi tehlikesi karşısında bir dizi tedbir almayı kararlaştırdı. Sözgelimi uyuşturucu suçundan mahkûm olanlar, cezalarının beşte dördü yerine beşte üçünü çektiklerinde salıverilecekler. Sözgelimi tutukluluk süresi azami 18 aydan 12 aya indirilecek. Hedef, cezaevlerinin nefes alabilmesi tabii.

Bu arada belirteyim, Yunanistan’daki cezaevlerinde yatan TC vatandaşlarının sayısı 250-300 civarında. İşledikleri suçların başında başka ne olacak, göçmen kaçakçılığı geliyor.

Bond filmindeki kötü adam

Hayatımda hiç değişmeyen şeylerden birisi de James Bond filmlerine olan hayranlığım. Her defasında izah edemediğim bir çocukluk masumiyeti ile izlerim 007’nin maceralarını. James Bond’un 21 filminden her birini kaç defa izledim bilmiyorum. Yeter ki TV’de gösterilsin, yine yine izlerim.

Ajan hızlı, ajan yakışıklı. Her defasında kurtulmayı kurtarmayı başarıyor. Her defasında en "kritik" kadınlarla koklaşabiliyor ve her defasında kötülerin üstesinden geliyor.

22. Bond filmi Qauntum of Solace’da efsanevi ajanı canlandıran Daniel Craig’in haddini bildirdiği onca kötü adam arasında Yusuf da var. Filmde bu küçük rolü, babası Ege’deki Antiparos adasından, annesi Kıbrıs’tan olan, Londra doğumlu 29 yaşındaki Simon Kassianidis oynuyor.

Çocukluk yılları Kıbrıs’ta geçmiş, bir ara kickboks filan da yapmış. CV’sine bakılırsa kötü adam rolü için birebir. 18 yaşında iken Vietnam’da bir barda yediği dayak yüzünden bir ay yatakta kalmış. Birkaç yıl sonra da "günah adası" Mikonos’ta DJ’lik yapmış. Burada aşklar da yaşamış kavgalar da.

Bond filmlerine de böyle "kötü" yakışır.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs’ta olup bitenlerin özeti

8 Kasım 2008
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas arasındaki müzekereler, neredeyse ikinci ayını dolduruyor. İki liderin açıklamalarından ve takip edebildiğim kadarıyla Yunan ve Rum medyasında yer alan haberlerden yola çıkarak bazı değerlendirmelerde bulunmak mümkün. 1. Müzakerelerin gizliliği hakkında iki lider de sözünü tutuyor. İki aydır medyaya "büyük haber" sızmadı, sızdırılmadı. Hatırlıyorum da, 2003-2004 döneminde Annan Planı ile ilgili müzakerelerin bırakın ciddi içeriğini, komik olayları bile sızmış, sızdırılmıştı. Örnek mi? BM Genel Sekreteri’nin o dönemdeki Kıbrıs Özel Koordinatörü Alvaro De Soto, görüşmelerin birinde sıkıntıdan uyuyakalmış hatta horlamıştı (Simerini gazetesi 21 Şubat 2004). Başka örnek mi? Rauf Denktaş, eski Rum lider Tasos Papadopulos’a dönüp "1960’ta Doktor Fazıl Küçük hangi marşı önermişti hatırlıyor musun?" diye sormuş, Papadopulos bilmediğini söyleyince, KKTC’nin eski cumhurbaşkanı "Ya Mustafa ya Mustafa" şarkısını söylemeye başlamıştı. Türk ve Rum heyeti ilk şoku atlattıktan sonra kahkahalar patlamıştı tabii (Politis gazetesi, yine 21 Şubat 2004). KKTC yönetimi bu haberi yalanlamıştı.

2. Talat ile Hristofyas arasındaki "kimya", müzakereler için hálá bir "emniyet supabı". Gazetelerde okumuştum. Talat, Hristofyas’ın kendisine "yoldaş" diye hitap etmesine kızıyormuş. KKTC Cumhurbaşkanı geçen pazar günü Politis gazetesindeki demecinde, "Bana yoldaş demesine kızdığım söylentileri düzmece. Boşuna gürültü kopartıldı. Görüşmelerde Hristofyas bana yoldaş, dost ve dostum, ben de ona Dimitri diye hitap ediyoruz" dedi. Hristofyas ile konuşurken son derece rahat olduğunu da belirten Talat "Şüphesiz çok yakın arkadaşım değil, aynı mektepte sınıf arkadaşı değildik. Ancak ağzını açtığında ne diyeceğini anlayabiliyorum" diye ekledi. Hristofyas ise aynı gün Kathimerini gazetesindeki demecinde, "Kapalı kapılar ardında Talat ile aynı dili konuşuyor musunuz?" veya "Bazen Talat’ın bir şeyler yapmak istediğini ancak gücünün yetmediğini hissediyor musunuz" tarzı sorulara direkt cevaplar vermemeyi yeğledi. "Şimdi Talat istiyor ama gücü yetmiyor desem, onu köşeye sıkıştırdığımı ve ona sorun yaratığımı söyleyebilir" dedi.

3. İki lider de bugüne kadar "anlaşamıyoruz ama müzakerelere devam" mesajı verdi. Tamam işin daha başındayız ama nereye kadar devam? "Kıbrıs sorununa çözümü Kıbrıslılar verecek" sloganı kulağa iyi geliyor ama BM ağırlığını ortaya koymadan, müzakereleri rayına oturtacak bir "yol haritası" belirlenmeden nereye kadar ilerleme sağlanabilir ki? Daha Türkçesi, eğer siyasi irade varsa taraflarda Rumlar’ın reddettiği Annan Planı’nın ruhu er veya geç kendini gösterecektir. O zaman da Hristofyas’ın Rum kesiminde işi zor.

4. Federe devletin merkezi yönetim şeklini konuşuyorlar Talat ile Hristofyas. KKTC Cumhurbaşkanı, Annan Planı’nda öngörülen yönetim şeklini, yani başkanlık konseyi ile yönetimi önerdi. Rum lider ise "Kıbrıs bu şekilde yönetilmeye yabancı" diyerek, dört yıllığına Rum cumhurbaşkanı ve Türk yardımcı, iki yıllığına da Türk cumhurbaşkanı ve Rum yardımcı şeklinde dönüşümlü başkanlık önerisini ortaya attı. Ayrıca, Türk olsun Rum olsun, adayların aynı listede (yani ortak listelerde) yer almalarını istedi. Peki bu durumda, Türk adayın Rum seçmen tarafından da desteklenmesi gerekmeyecek mi? Benim anladığım, Hristofyas’ın demek istediği "Bugüne kadar Kıbrıs Cumhuriyeti, Türklerin katılımı olmadan tıkır tıkır işledi. Türkler de işte bu yönetime katılsın. Sistem yine tıkır tıkır işler".

5. Türkiye dendi mi Talat ile Hristofyas, onca yıllık dostluklarını bir kenara bırakıp sanki iki ayrı dünyanın insanları oluyorlar. Talat demecinde gayet açık: "Benim dünya ile ilişkilerimi, ekonomik açıdan varolmamı Türkiye sağlıyor. Eğer bir ülke sana bütün bu imkanları sağlıyorsa ve sana yok kardeşim artık müzakerelere gitmeyeceksin, gidersen sana bu imkanları vermem derse ne yapacaksın? Yok olursun, mahvolursun. Türkiye’den başka kime güvenebiliriz?

6. Prensipte Kıbrıs için her zaman iyi niyetliyim. Çünkü böylesi büyük bir sorunu kaldıramayacak kadar küçük bir yer Kıbrıs. Ancak, onca yıl onca yaşananlardan sonra, kaybedilen onca fırsatlardan sonra "çözüm filizleri" ya da "çözüm umutları" tarzı yaklaşımlar da tuhaf geliyor biraz.

Bizans entrikalarının kökeni

Çocukken, delikanlı iken Tarkan, Karaoğlan, Karamurat filmlerini hiç kaçırmazdım. Muhtemelen de Karamurat filmlerinden birisinin fragmanında ilk kez duymuştum "Osmanlı Sarayı’nda Bizans entrikaları" sözünü. Yani ayak oyunları, tezgahlar, üç kağıtlar, böl böl yaşa filan...

Meğer bu sözün "kökeni" Bizans’ta biraz farklıymış. Önümüzdeki günlerde Yunanca yayınlanacak "Byzantium. The Surprising Life Of Medieval Empire" (Bizans. Ortaçağ İmparatorluğunun Şaşırtıcı Hayatı) kitabının yazarı ve Londra’daki King’s College Üniversitesi öğretim üyesi Judith Herrin’e göre, Bizans entrikaları sözü, imparatorların ve imparatoriçelerin cinsel tercihleri yüzünden çıkmış.

"Bizans entrikaları derken, tarihçi Prokopios’un önyargılı bir şekilde anlattığı imparatoriçe Teodora’nın cinsel hayatından ve yine tarihçi Pselos’un anlattığı metresi ile karısını sarayda yan yana oturtan imparator 9. Konstantin’in cinsel hayatlarından söz ediyoruz. Bizans’ta, imparatorlar cinsel konularda ne isterlerse yapıyorlardı. Sonraları devlet yönetiminde entrikalar başgösterdi. Sarayda nüfuzunu kullanıp büyük servet sahibi olanlar ya da ailelerine iyi işler ayarlayanlar hiç de az değildi" diyor Judith Herrin.

To Vima gazetesinde yayınlanan demecinden atıfta bulunduğum tarihçi-yazar, Bizans’ın, Ortaçağ’da yaklaşık 1000 yıllık bir medeniyeti sürdürebilmesinin "sırrını" da "biraz Eski Roma İmparatorluğu’ndan alınan kanunlara, devlet yönetimi ve savaşma taktiklerine, biraz Ortodoks’luktan alınan sanat ve mimari anlayışına biraz da eski Yunan’dan alınan felsefe, matematik, astroloji vs. bilgilerine bağlıyor.

Peki Bizans’ın ekonomik yapısı nasıldı? Judith Herrin’e göre gayet basit. Toprağı işleyenden vergi topla, orduya ve saraya finans sağla. Bizans için sonun başlangıcı da imparatorların devalüasyonlara başlamaları olmuş.

Kitap çıktığında okuyacağım.

Ne olur yüzümü güldür Fener

Galatasaray’ın UEFA Kupası’nda, İstanbul’daki maçta 1- 0 yendiği Olimpiakos, Yunan liginde 8. hafta sonunda 19 puanla lider. Ali Sami Yen’deki maçta hiçbir varlık gösteremeyen kırmızı-beyazlılar, 13. yılda 12. şampiyonluğa yelken açtılar. Bendenizin ve Yunanistan’da yaşayan pek çok hemşerimin takımı AEK ise 13 puanla ancak 5. sırada. Sarı-siyahlıların başkanı Demis Nikolaidis, sezon sonunda görevi bırakacağını açıklamıştı. Ancak geçen haftaki Asteras Tripoli maçında (AEK 2-1 kazandı) taraftarlar takım gol attığında dalga geçince kızıp istifa etti. Ne başkan var, ne adamakıllı teknik direktör, ne de futbolcu. Hani Fener’im yarın Galatasaray’ı yener de yüzüm güler.

Zor mu?

Biliyorum...
Yazının Devamını Oku