Başbakan bu diyarda az konuşur, çok az konuşur. Hükümetin icraatını anlatmak hükümet sözcülerinin işi.
Başbakan yılbaşı ve milli bayram günlerinde halka hitaben mesajlar yayınlar. Yabancı ülke liderleri ile görüşmelerinden sonra açıklamalar yapar ve o görüşmenin çerçevesinden çıkmadan bir iki soruya cevap verir.
Katıldığı davetlerde de duruma göre ya bir konuşma yapar, ya da kısa bir "selamlama" ile yetinir.
Dört yıllık icraatında bu diyarın başbakanı -seçim öncesi dönem hariç- gazetelere, televizyonlara demeç filan vermez. Meydanlarda da pek görünmez.
Başbakan, gazetecilerle yılda bir kez, eylül başında Selanik Fuarı’nın açılışında düzenlenen basın toplantısında buluşur ve 50-60 soruya cevap verir.
Bu "geleneksel" basın toplantısında, önümüzdeki bir yıl içinde izleyeceği politikaların işaretlerini verir. Kamuoyunu meşgul eden konulardaki soruları net ve açık bir şekilde yanıtlar.
Siyasi partiler için, medya mensupları için, kamuoyu için önemli bir gündür bu basın toplantısı.
Yaklaşık 25 yıldır izliyorum Yunan başbakanlarının "geleneksel" basın toplantılarını. Çoğuna da katıldım.
Türk-Yunan ilişkileri, Türkiye-AB ilişkileri, Kıbrıs sorunu 1980’li, 90’lı hatta 2000’li yıllarda bu buluşmalarda önemli bir yer tutardı. Özellikle Türk medyası için çalışan bizlerin, o gün çok mu çok işi olurdu. Hatırlıyorum da, Anadolu Ajansı’nda çalışırken, "Yunan başbakanı şu cevabı verdi" diyerek sıralardım alt alta paragrafları... Türkiye’den bakıldığında olumsuz cevaplardı çoğu. Aynı gün değilse ertesi gün, Ankara’dan açıklama gelirdi. Ardından Atina’dan cevap, sonra Ankara’dan karşı cevap, sonra yine Atina’dan karşı cevaba karşı cevap. Tırmanırdı ilişkiler.
Zamanla bu durum değişti. 1999’da başlayan Ege’deki yakınlaşma meyvelerini verdikçe, Yunan başbakanlarına bu konularda daha az soru soruldu, cevaplar da daha ılımlıydı. Televizyonların naklen yayınları sayesinde Selanik’e gitmeme artık gerek bile yoktu.
Son iki yıldır ise Türkiye konusunda tek kelime bile edilmedi.
Türk-Yunan ilişkilerinin 9 yılda kat ettiği mesafenin bence tartışılmaz bir kanıtı.
Yaz bitmemeli
Eylül geldi mi, "Yaz bitti, tatil de. Şimdi dört elle işe, sorumluluklara dönme zamanı" diyenleri oldum olası esefle protesto etmişimdir.
Onca zaman, gündüzleri bedenlerinizi canım kumsallara, canım sulara teslim edeceksiniz, yıldızlı gecelerde namelerin eşliğinde gönlünüzü, beyninizi bir sürü güzellik fethedecek ve paldır küldür bu "rüyadan" uyanıp telefon faturası, banka kredisinin taksiti ya da çocukların okulu gibi "gereksiz" işlerle uğraşacaksınız...
Her şey niye bıçak gibi kesilsin ki. Yaz, eylülde de devam etmeli. Hani haftasonu kaçakmaklarıyla ya da uzun yürüyüşlerle. Oruç tutanların sofrasında yazı ve tatili hatırlatan lezzetler niye eksin olsun?
Sizi bilmem ama benim yazlarım hep uzun sürer. Hiç uzun tatiller yapmasam da.
İşte bugünlerde karanlık çöktü mü, arabam programlanmış gibi Atina’nın sahiline gidiyor. Müzikçalarda da takılmış plak gibi bu diyarda aşkın yorumcusu Yiannis Parisos’un son süksesi çalıyor hep. Piyanodan çıkıyor notalar önce... Sonra Parios’un kadife sesi:
"Her şey bıraktığın gibi duruyor. Mutfakta bir bardak dudaklarını bekliyor. Perdeler senin sevdiğin kırmızı renkte. Bir kitap duruyor açtığın, açık bıraktığın sayfada. Bir hayat durmuş bıraktığın noktaladığın yerde. Satıyorum evi. Senin dokunduğun, baktığın ve birlikte yaşadığımız her şeyle birlikte. Satıyorum evi."
Parios dinleyerek İstanbullu Rumlar’ın "memleketi" Paleon Faliron’da alıyorum soluğu. Sahilde liman teşkilatına ait eski binalar, özel sektör teşebbüsüyle restore edildi. Hepsi tek renk. Kırmızı toprak.
Marinaya bağlanmış birbirinden güzel, alımlı tekneler hayal kurmaya göz kırparken, kafelerde sohbetler hep geçen yaz, geçen tatil ile ilgili. Yaşadıklarını anlatıyorlar birbirlerine insanlar. Kahkahalar yükseliyor. Sonrasında her masada illa da bir "uyanık" çıkıp "Ee, eylül geldi iş güç zamanı" diyor. Suratlar buruşuyor.
Sorumluluklara da evet, yükümlülüklere de. Ancak takvimler sonbahar dese bile yazı yaşamak ve içimizde yaşatmak hakkımız.
Sirtaki rekoru
İnsanoğlu tarihe geçmek uğruna neler yapmıyor ki? Günümüzde de "ölümsüzleşme"nin pratik bir yolu, şüphesiz Guinness Rekorlar Kitabı.
Dünyanın dört bir yanından gelip, şövalyeler adası Rodos’ta buluşan 2 bin 500 "Google" üyesi de muhtemelen öyle düşündüler.
Önce kırılacak rekor seçildi. Madem buluşma yeri Yunanistan idi, "sirtaki rekoru" kırmaya karar verdiler.
Son sirtaki rekoru, Avustralya’daki Yunan festivalinde kırılmış ve 1608 kişi sirtaki oynamıştı.
Rodos’ta 2 bin 500 kişi işe koyuldu. Yunan dansörlerden sirtaki dersleri aldılar.
Geçtiğimiz günlerde de Kalipatira Stadı’nda, ünlü besteci Mikis Teodorakis’in ölümsüz eseri Zorba’nın eşliğinde dansedip Guinesss Rekorlar Kitabı’na girdiler.
Hiç de fena fikir değil doğrusu...
Tersanede bekleyen bir tekne
Eski adı Qadissiyat Saddam, yeni adı Basra Breeze. Uzunluğu 80 metre. Danimarka’da inşa edilmiş, 1981 yılında sahibine verilmiş. Gemiden farksız teknede 28 misafir ağırlanabiliyor, mürettebatla birlikte 35 kişi için yatacak yer var.
Bu teknenin kardeşi sayılan Al Mansur, 2003’te NATO güçlerince bombalanıp batırılmıştı.
Saddam Hüseyin’in teknesi, bugünlerde Pire Limanı yakınlarındaki Perama semtinde bulunan Atlas firmasının tersanesinde, halat bağlamış bekliyor. Restorasyon çalışmaları yapılıyor. Yüzer bir saraya dönüştürülecek.
Teknenin ilginç bir öyküsü var. Ne kadar doğru bilemem, 2003 yılından sonra kayıplara karışmış. Saddam Hüseyin, Suudi Arabistan kralına, o da Ürdün kralına hediye etmiş. Ürdün kralı, bir İngiliz firmaya satmış ve tekne 2007’de Ocean Breeze adıyla Fransa’nın Nice Limanı’nda görülmüş. Irak Hükümeti, mahkeme yoluyla tekneyi İngiliz firmanın elinden almış ve lüks bir kruvaziyere dönüştürmesi için Yunan firması Atlas’a vermiş.
Restorasyon tamamlandığında Saddam Hüseyin’in teknesiyle ilk kimler mavi suları yarmak isteyecek merak ediyorum.