Bana Fenerbahçe’mi geri verin

Şükrü Saracoğlu’ndaki Dinamo Kiev maçı öncesi mutat şekilde toplandık. Herkes, her şey yerli yerinde. Stelyo (kuzenim), Levon (eniştem), formalarımız, kaşkollarımız, bayraklarımız.

Telefon çaldı. Arayan arkadaş, bayram için Atina’ya gelen bir arkadaşının koyu Fenerli olduğunu ve maçı izlemek istediğini söyledi:

"Madem bizden, gelsin elbet, buyursun" dedik.

Bu defa bir Tanrı misafiri de vardı grupta.

Maç başladı... "Semih oynamıyor", "Güiza atsın bi gol artık", "Ya nerde eski Fener" gibi muhabbetle 20 dakika geçmiş. Organize ne bir atak var ne bir şey...

Sohbetin içeriği farklı ilgi alanlarına sıçradı. Stelyo, çocukluğundaki İstanbul’u anlatıyor. Levon, Kayseri Orduevi’nde (baterist idi) geçen askerliğini, Tanrı misafiri de Çengelköy’ü...

İlk yarıyı öyle tamamladık. Kanal değiştirdik. Ya dizi oynuyordu ya da eğlence programı. "Yahu maç başladı" diye bağırdığımda ikinci yarının 3 dakikası geride kalmıştı. İlk ve tek gol pozisyonuna girdik. "Haydi Fener" şeklindeki teşviklerimiz birkaç dakika sürdü. Sonra yine aynı zevksiz görüntü.

Burak filan girdi oyuna... Bizler İstanbul, Atina’yı konuşuyoruz. Türkleri, Yunanları. Göz ucumuzla da maçı izliyoruz. Kapı çaldı, Eli (ablam) geldi. Kapı çaldı, Vilma (yeğenim) geldi.

Mutfağa gittim, istavrit, uskumru ve izmarit benzeri "gopa" denen balıktan almıştım, kızartmaya başladım. Nasılsa gol atsak Levon mahalleyi ayağa kaldıracak. Mutfak da Maldovano’nun attığı pas mesafesinde. Koşar sevinci paylaşırım.

Sohbet Atina’da, İstanbul’da güzel kadınlar nerelere gidere uzandı. Hangi mekanlar "in" filan. Meğer bizim Tanrı misafiri İsviçre’de okumuş. Türkiye’de, Yunanistan’da bayağı büyük işleri varmış.

Ve son düdük...

Tanrı misafirine dönüp "Yemeğe kal, balık var. Salata ve Kara Efe" dedim. "Yok ağabey, kadın çocuk bekler gideyim" dedi.

Masaya oturduk, maçın yorumlarını, izlenimlerini beklemeden başka kanala çevirdik. Adnan Şenses "Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş"ı söylüyordu.

Nasıl beyazlamasın?

Kadehler kalktı: "En kötü günümüz böyle olsun."

Birkaç gün sonra Kayserispor maçında Stelyo ilk kez yoktu aramızda. İlk kez gol yedikçe kızmıyor, gülüyorduk.

Oysa daha geçen sezon maçları izlerken yerimizde hop kalkar hop otururduk. Salonda kendimizi yerlere atardık. Sarılırdık, öpüşürdük. Yemekte, televizyonlardaki maç sonrası gelişmeleri izlerdik. Atina sokaklarına çıktığımız bile olmuştu bayraklarla.

Tadı da yok tuzu da Fenerbahçe’nin. Heyecan vermiyor, daha kötüsü başarısızlıklara alışıyoruz, gülüp geçiyoruz.

Eğer bizim haller böyle ise, o maçta Şükrü Saracoğlu’ndan çıkan taraftar ne desin?

Takım, kalecisinden santrforuna kadar sorunlu. Neden sakat oyuncular mı? Aragones mi? Aurelio’nun doldurulamayan boşluğu mu? Zaten az pozisyon üretiyoruz, onları da kaçıran ama çok "çalışkan" olduğu söylenen Güiza mı? Takıma manevi katkısı beklentilerin gerisindeki Roberto Carlos mu? Sanki başka maçta oynayacak da ısınıyor edalı Kazım mı? Uğur Boral mı? Gökhan mı? Emre mi? Bilmiyorum. Alex’i de, Volkan’ı da, Selçuk’u da beğenmiyorum işte.

Sayın yöneticiler, teknik kadro ve futbolcular... Lütfen yani...

Bana Fenerbahçe’mi geri verin.

Türk şehitliği

Oramiral Metin Ataç, Yunanistan’ı resmen ziyaret eden ilk Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak geçen hafta Atina’ya geldiğinde, ilk işi Pire’deki Kokinia semtinde bulunan Türk Şehitliği’ni ziyaret etmek oldu. Her mezara bir avuç serpsin diye beraberinde toprak da getirdi memleketten.

Burası 1859 yılında Müslüman mezarlığı olarak kurulmuş, Balkan, 1. Dünya ve Kurtuluş savaşları sırasında esir düşen, Yunanistan’da ölen Türk askerlerinin buraya defedilmeleri ile şehitlik hüviyetini kazanmış.

İlk gidişim; Turgut Özal’ın 1988 yılındaki Atina ziyaretinin arifesinde, kimliği meçhul şahısların bombalı saldırı düzenlemeleri yüzündendi.

Daha sonra çeşitli vesilelerle Atina’ya gelen Türk siyasetçiler ve askerler ile birlikte defalarca ziyaret ettim.

Şehitliğe gitmek için her yola çıkışımda hep iki şey için canım sıkılırdı. Birincisi çok karmaşık bir yerde olması. Kokinia semtinin daracık bir sokağında. Kaybolmam rutin işlem. Bu yüzden de hep erken çıkarım yola.

İkincisi ise şehitlikteki manzara idi. Bakımsızlık, terk edilmişlik. Kırık mezarlar, dört bir yanda başıboş taşlar.

Yaklaşık 2700 metrekarelik şehitlikte 1954 yılında yaptırılan abidenin önünde düzenlenen saygı duruşu ve oramiral Ataç’ın ziyaretçi defterini imzalamasından sonra, şehitliği gezme faslı başladığında aynı kötü manzarayı görmek istemediğimden heyeti takip etmedim.

Ne olduysa, gazetecinin önsezileri mi nedir, bir ara bakayım dedim ve o anda gözlerime inanamadım. Her şey bakımlı, her şey düzenli. Mezarların her biri orada yatanın anısına gerçekten saygı gösterir nitelikte. Tertemiz mermerler, çiçekler. Oramiral Ataç’ın ziyareti aynı zamanda bakım onarım sonrası yeni açılışa da vesile oldu.

Şehitlikte büyük iş yapılmış. Bakım ve onarımdan sorumlu TC Atina Askeri Ataşeliği’ni tebrik ediyorum.

Kızcağız uyuyakalmış

Sabahın altısı... Ege’de, Ayvalık’ın karşısında bulunan Midilli Adası’nda gün daha yeni ağarıyordu. Yaz bitti ya, adalarda bu mevsim hayatın temposu farklıdır, yavaştır.

O derin sessizliği Midilli semalarında beliren iki uçak bozdu. Biri Atina’dan havalanan ve içinde 67 yolcu ile 4 mürettebatın bulunduğu Yunan Olimpik Havayolları’na ait. Diğeri Slovakya’ya gitmek üzere yolcu alacak. Sadece mürettebatla uçuyor.

Pilotlar iniş işlemleri için havaalanının kontrol kulesini aradılar. Belki de hayatlarında ilk defa karşıdan cevap gelmiyordu. Cihazlarında bir arıza mı var diye baktılar. Hayır, tıkır tıkır çalışıyordu her şey.

Birkaç başarısız denemeden sonra Olimpik uçağının pilotu, Atina hava kontrol kulesi ile temasa geçti; "Midilli Havaalanı’ndan hiç yanıt almıyorum" diyerek.

Atina kontrolde "alarm"a geçildi hemen. Pilota birkaç dakika sonra cevap ulaştı: "Midilli Havaalanı’nda şu anda görevi başında bulunması gereken arkadaş yerinde yok. Arıyorlar. Siz adanın etrafında dolaşın."

On dakika, yirmi dakika, neredeyse yarım saat geçti. İki uçak sabahın köründe Ege semalarını yararak turladı da turladı.

Olimpik uçağının pilotu, durumu nazik bir dille yolculara anlattı. Kimi "Ah canım Yunanistan işte" diyerek gırgıra aldı, kimi "Yahu böyle bir şey olabilir mi?" diyerek öfkelendi, kimi de "Ya başımıza bir şey gelirse" diyerek endişelendi, korktu.

Yetkililer ne yaptılar ne ettilerse kontrol kulesi görevlisine ulaşamadılar. Tek çare o gün izinli olan kontrolörü bulmaktı. Adam apar topar yatağından kaldırılıp havalanına götürüldü ve az sonra iki uçak sağ salim piste indi.

"Olaya" sebep kadın kontrolör ise ancak birkaç saat sonra çıktı ortaya:

"Sabah uyanamadım. Saati kurdum ama çalmadı. Cep telefonum da bozuldu, bu yüzden kapalıydı."

Ulaştırma Bakanı Kostas Hacidakis, öğle saatlerine doğru yolcu ve mürettebattan uyuyakalan kızcağız için özür diledi.

Ne demeli? İnsanlık hali?

Yıllarca aynı şeyi söyler dururum. Yunanistan asla bir Orta ya da Kuzey Avrupa ülkesi değil ve olmayacak da. Bence iyi ki de değil ve iyi ki olmayacak. Çünkü aksi takdirde "rengini" ve "büyüsünü" yitirecek.
Yazarın Tüm Yazıları