Yorgo Kırbaki

Simi’de memleket özlemi

30 Ağustos 2008
’Memleket havası’nı özlemiştim. Ancak Bodrum, Kuşadası pek bana göre değil. Bu mevsim oralarda metrekareye düşen insan sayısı çok fazla. İskelelerden filan denize giremem. Sağa sola serpilmiş rengarenk büyük yastıklara gömülüp güneşlenmekten hiç hoşlanmam.

"Memleket havası"nı özlemiştim. Ancak, güney sahilleri de pek bana göre değil. Beton yığını dev tesislerde kaybolmaktan nefret ederim. Akdeniz’in suyuna da oldum olası deniz diyemem.

"Memleket havası"nı özlemiştim. Ancak, İstanbul da bu mevsim pek çekilmez. Güneş tepede, Beyoğlu’nda dolaşmak zor. Ya da Büyükada’da minnacık bir havuzda bilmem kaç kişiyle beraber serinlemeye çalışmak için yaşım da geçti başım da.

"Memleket havasını" özlemiştim. Belediye başkanının da daveti vardı. Geçen hafta birkaç günlüğüne Simi (Sömbeki) Adası’na gittim. Hani şu Ege’nin iki yakasında hiçbir siyasetçinin başaramadığı kadar halkları yaklaştıran Yabancı Damat dizisinin çekildiği adaya. Rodos’dan kalkan feribot Simi’ye yaklaşırken üç yıl önce yaşadıklarım bir film şeridi gibi geçiverdi beynimden, gözlerimden.

Hürriyet ailesine katılalı daha birkaç ay olmuştu. Hem belediye tarafından verilen ödülü almak hem de çekimler için Türker İnanoğlu ile dizinin bazı kahramanları Simi’ye gitmişti. Yunan hayranlarının sevgi gösterileri ile karşılaşan Niko ile Nazlı’yı izlemeye çalışırken cep telefonum çalmıştı:

"Yorgo Bey, Ertuğrul Bey sizi arıyor".

Olacak iş mi yani? Atina’dan çok uzaktayım ve gazetimin yayın yönetmeni beni arıyor. Soğuk terler döküldü başımdan.

- Yorgo nasılsın?

- Teşekür ederim. Buyurun

- Sağına bakar mısın.

Şansın böylesi. Yan teknede Ertuğrul Özkök! Dış Haberler Müdürüm Ayşe Karasu’yu önceden haberdar etmiştim ve iş için gitmiştim Simi’ye, ama yine de o anki duygum "eyvah basıldım" idi.

Ada üç yıl içinde epey değişmiş. Belki limandaki daracık yolda belli olmuyor ama değişmiş. Birkaç kilometre ilerde Pedi sahilinde yeni marina inşa ediliyor. Türkiye’den gelen ürünler de daha çok göze çarpıyor. O güzelim evlerin dışındaki klima cihazları, otellerdeki yataklar, hatta kafelerde içme suyu damacanaları. Ticaret artıyor. Daha bir zenginleşmiş ada esnafı. Sokak aralarındaki dükkanların vitrinleri daha bir alımlı olmuş. Birbirinden ünlü İtalyan, Fransız markalar. Bu arada teyid ettiremedim ama İtalya Başbakanı Sylvio Berlusconi’nin burada ev satın aldığı geldi kulağıma.

Limana yanaşan teknelerin çoğu yine Türkler’e ait. Her yerde Türkçe duyuluyor: "Ay burası ne güzel", "Ay telefondan arasana şaşıracak", "Alo... Bil bakalım nerdeyiz. Simi’de. Datça’nın karşısında. Burası çok keyifli ya".

Adadaki ilk gecemde limanın bir ucuna yürüdüm. Karşıdan Rafet El Roman’ın sesi duyuluyordu gümbür gümbür: "Yalancı şahidim benim". Diğer geceler de farklı değildi. "Memleket havası"nı özlemiştim. Bir güzel giderdim Simi’de.

BALIK VE KADIN EMEK İSTER

Simi dendi mi akla ilk gelen isim, sahildeki balıkçı tavernası Manos elbette. Gerçek bir profesyonel, parmak ısırtacak bir şovmen olan Manos, 25 yıl önce tatil için gelmiş adaya. Mina’ya aşık olmuş. Evlenip buraya yerleşmiş. Garson olarak çalışmış. Gel zaman git zaman bu tavernayı açmış. Arka bölümdeki odasının duvarları ünlü Türkler’in fotoğrafları ile kaplı. Tabii sadece Türkler değil. Amerikalı, İngiliz, İtalyan, Fransız ünlüler de.

Akşam vakti masa masa dolaşıp siparişleri alıyor. Yemek faslı bittiğinde bambaşka bir hüviyete bürünüp müşterileri ile tatlı sohbetlere dalıyor. CD’de çalan şarkıları söylüyor, sirtaki oynuyor, oynatıyor.

Manos’un bugün tatlıcı dükkanı da var, pizzacı dükkanı da. Hazır giyim eşyası satan iki dükkanın da sahibi. Teknesi oracıkta. Canı istedi mi soluğu Datça’da alıyor. Bir kahve içip yorgunluk atıyor:

Nasıl oluyor da sizin balık lokantanız hep dolu?

- Diğerlerinden daha fazla bir şeyimiz var ondan. Taze balık satmakla iş bitmiyor. Benim felsefem farklı. Burada belki balık pişirip satıyorum. Ancak balık ve kadın büyük emek ister. Bunu biliyorum.

Müşterilerinizin çoğu Türk.

- Haritaya bakarsanız Simi’nin etrafında Türk sahilleri var. Türk sahillerindeki marinalarda 10 binden fazla tekne var. Simi, Yunanistan’ın en güzel üç adasından biri. Gören güzelliğiyle büyüleniyor. Bize en yakın halk Türkler. Almanlarla, İsveçlilerle ne ilişkimiz olsun? Ben Türkler’in nasıl yediğini, nasıl içtiğini hatta nasıl seks yaptığını bile bilirim. Aynı şekilde Türkler de bizi tanıyor.

Hangi ünlü Türkler geçti buradan?

- Saymakla bitmez. Rahmi ve Mustafa Koç, Şarık Tara, Aydın Doğan. Daha dün Kenan Doğulu ile sabaha kadar oynadık. Sezen Aksu da geçen akşam bende yemek yedi.

Türkiye’de iş kurmayı düşündünüz mü?

- Evet, İstanbul’da açmayı düşündüm. Bugün kazandığımdan da 20-30 kat fazlasını kazanırım. Ancak sağlığımı, eşimi, ailemi hiçbirşeye değişmem. Simi’yi de çok seviyorum. Buradan ayrılmak istemiyorum.

BAŞBAKAN ERDOĞAN’I BEKLERİM

Simi Adası’nın Belediye Başkanı Lefteris Papakalodukas ile makam odasında konuştuk:

Yeni marina he zaman hazır olacak?

- Önümüzdeki yaz, 120 tekneye hizmet verebileceğiz. 60 teknelik yüzer marina projemiz de var. Şu anda en fazla 80 tekne yanaşabiliyor.

Türk turistlerin trafiği nasıl?

- Geçen yıl 5 bin 500 tekne yanaşmıştı. Bu yıl sanırım daha fazla olmalı. Türkler adamızdan son derece memnun ayrılıyor ve tekrar geliyor. Ancak ben sadece zengin değil, ortadirek Türkler’in de ziyaret etmesinden yanayım. Şu vize meselesine bir çözüm bulunmalı.

Bu nasıl olacak?

- Tabii sorunun özünde AB yasalarının getirdiği koşullar var ama iki ülke dışişleri bakanlıkları görüşüp meseleyi halledebilirler. Bugün neredeyse Türkiye’den bir göçmenin yasadışı yollarla Yunanistan’a gelmesi, bir Türk’ün yasal şekilde ziyaret etmesinden daha kolay.

Buradan bakıldığında iki ülke arasındaki sorunları nasıl görüyorsunuz?

- Her alanda işbirliği gerek. Türkiye’deki yöneticileri, sorunları çözdüğümüzde ekonomik kazançlarının ne olacağını düşünmeye davet ediyorum. Adalarımız Türkiye’ye yakın. Tüm ihtiyaçlarımızı 12-15 saat mesafedeki Atina yerine pekala Türkiye’den karşılayabilirdik.

Yabancı Damat dizisi bitti. Simi’nin Türkiye’de duyulması için yeni birşeyler düşünüyor musunuz?

- Kapalı spor salonumuzun inşası bittiğinde, Türk ve Yunan takımlarının katılacağı bir turnuva düzenlemeyi düşünüyorum.

Karşı sahile mesajınız nedir?

- İşadamları geliyor, sanatçılar geliyor. Türkiye’den bir bakanın hatta başbakanın bile Simi’yi ziyaret etmesini öneriyorum. Sayın Erdoğan ne zaman isterse buyursun gelsin.

İKİ SORU İKİ CEVAP

Simi’de nereden denize girilir?
Maratunda, Pedi, Agia Marina sahillerinden. Tertemiz berrak sular işte.

Manos’dan başka nerede yemek yenir? Milopetra ve Mithos’da. Limandaki iki restoran da mükemmel Akdeniz mutfağına sahip. Milopetra çok şık. Mithos’dan da manzaraya doyum olmuyor.
Yazının Devamını Oku

Yabanaki plajı

23 Ağustos 2008
Yunanistan bilmem kaçıncı kez erken seçim söylentileri ile çalkalandığında, takvimler 1980’li yılları gösteriyordu. Mevsimlerden de yazdı. Başbakan Andreas Papandreu, daha sonra karısı olacak hostes Dimitra Liani ile çatır çatır yasak aşkını yaşarken, bu söylentilere tek cümle ile nokta koymuştu: "Kimse, halkın tatili ile oyun oynayamaz."

Yerden göğe kadar haklıydı./images/100/0x0/55eaf1b5f018fbb8f8a0c432

Özellikle Ağustos ayında ülke nüfusunun yarısından fazlasının yaşadığı başkent Atina’da yaprak kımıldamaz. Herkes bir yerlere gitmiştir. Herkes tatilde.

Caddeler kelimenin tam anlamıyla boş. Meydanlardaki kafeler ya da tenzilat sezonu olmasına rağmen dükkanlar sinek avlıyor. Koskoca şehir, kimi turist, kimi işçi olarak çalışan yabancılara teslim.

Gazetelerin manşetlerinde, radyolarda, televizyonlarda zor zamanda hep işe yarayan "hayat pahalılığı" ya da "yeni vergiler kapıda" tarzı haberler.

Millet, canım Ege adalarında, millet güneyde Mora Yarımadası’nda, millet kuzeyde Halkidiki Yarımadası’nda...

Ya Atina’da kalanlar? Onlar genelde izinlerini haziran veya temmuz ayında kullananlar. Oflayarak, poflayarak geçen mesai biter bitmez soluğu sahillerde alıyorlar. Mesela başkentin güneyinde 60 kilometre boyunca uzanan sahilde denizin, güneşin tadını çıkarıyorlar. Sular elbet adalardaki gibi berrak değil ama temiz, çok temiz.

İstanbul’dan göç etmiş Rumlar’ın semti Paleon Faliron’dan başlayarak, tanrıça Hera tapınağının bulunduğu ta Sunion’a kadar upuzun bir sahilden bahsediyorum.

Son günlerde, bu şeridin aşağı yukarı ortasında bulunan Varkiza semtinin "Yabanaki" (deniz banyosu için) plajına musallat oldum.

Giriş ücreti 6 Euro. Buna şezlong ve ortasında küçük bir masa olan şemsiye dahil. Kumluk plajda hayli yeşil, hayli gölgelik alan da var. İsteyen voleybol, tenis oynayabiliyor. Biri balık, biri sulu yemek ve ızgara et, diğeri de fast food olmak üzere üç restoran var Yabanaki’nin içinde. Fiyatlar yine makul. Sözgelimi bir porsiyon gümüş balığı 8, bir porsiyon kalamar 7 Euro.

Ancak bu plajı tercih etmemin asıl nedeni, kabinleri. Sabah 10, akşam 8 saatleri arasında kiralanan kabinlerin ücreti 60 Euro. İlk bakışta elbette az değil. Ama ya içinde jakuzili duş, zeminde tahta döşek üstünde tertemiz iki yatak, tertemiz beyaz havlular, plazma tv, radyo-müzik seti, dvd, buzdolabı, klima var desem? Ya adamlar internete, şampuana, saç kurutma makinasına kadar her şeyi düşünmüşler desem? Kabinlerin sandalyeleri, masası, şezlongları da kaliteli.

Türk-Yunan ilişkilerindeki uzun tatil hala devam ediyor. Kıbrıs’ta da daha yolun başındayız. Gündemi izlemek öyle fazla vakit almıyor. Yabanaki beni bekliyor.

Kabine yerleştikten sonra ilk işim denize girmek tabii. Ardından şezlonga şöyle uzanıp etrafı seyretmek.

Göz işte masum değil her zaman. Bazen komşu kabinlerde güneşlenenleri izliyor. Çiftler çoğunlukta. Yanmış bedenlerin körolası dili nasıl da konuşuyor? Sevgiliye güneş yağı sürmek, bazı erkekler bazı kadınlar için "meziyet" gerçekten. Ya o bakışlara, o gülüşlere ne demeli?

Deniz derken, güneş derken yoruluyorlar elbet. Kabine giriyorlar. Kapıyı kapatıp perdeyi örtüyorlar. Sonrası sessizlik. Ne kadar olabiliyorsa...

Yemek faslı da keyfin bir parçası. İster restoranlarda yiyorsunuz, ister siparişle kabine getiriyorlar. Kesinlikle ikinci seçenekten yanayım.

Vaktin nasıl geçtiğini farketmek zor Yabanaki’de. Geri dönüş yolculuğu başlamadan, muhakkak güneşin bir sonraki şafağa kadar kaybolmadan önce bahşettiği güzelliğe de şahit oluyorum.

Olur ya yolunuz buralara düşerse bugünlerde, dayanılmaz sıcağın altında Akropolis mabedini, tarihi Agora’yı, halk sanatları müzesini filan ziyaret etmek elbet hakkınız. Dostlarınıza da anlatırsınız üstelik. Ancak "hayatı" yakalamak ise niyetiniz, o bugünlerde Yabanaki ve Atina sahillerinde uzanan onlarca benzerinde.

Siyasetçi zengin olur

Atinalı hatip ve devlet adamı İsokrates (MÖ436-338), "Siyasetçinin, aktif siyasetten ayrıldığı gün siyasete girdiği günden daha fakir olması gerektiği"ni söylemişti.

Günümüzde bu söz elbette geçerli değil. Türkiye’de İsokrates’in dediğini uygulayan kaç siyasetçi var bilmiyorum, ama Yunanistan’da yok gibi.

İşte kanıtı.

Ta Nea gazetesi, Yunan siyasetçilerin "nereden buldun" yasası gereğince parlamentoya sundukları 1996 ile 2006 yıllarındaki servet beyannamelerini kıyasladı ve 10 yıl içinde ne denli zengin olduklarını rakamlarla ortaya koydu.

Başbakan Kostas Karamanlis’den başlayalım. 1996 yılında 78 bin Euro yıllık geliri, bankalarda 58 bin Euro parası, çeşitli şirketlerde 383 bin Euro hisseleri, 3 apartman dairesi, 1 villası, 1 ofisi ve 1 otomobili olan Karamanlis’in, 2006 yılında 121 bin Euro yıllık geliri, bankalarda 200 bin Euro parası, 170 bin Euro’luk hisseleri, 8 apartman dairesi, 4 villası, 3 arsası, 1 otomobili ve 1 teknesi vardı.

Ana muhalefetteki Pasok’un lideri Yorgos Papandreu, 1996 yılında 102 bin Euro gelire, bankalarda 230 bin Euro’ya, 1 arsa, 1 apartman dairesi ve 1 otomobile sahipti. Tam 10 yıl sonra geliri 126 bin Euro’ya çıkan Papandreu, 45 bin Euro bıraktığı bankalardaki parasını hisse senetlerine (228 bin Euro) yatırmıştı. Arsa ve daire elden gitmiş ama yerine bir villa gelmişti. Otomobil sayısı da 1’den 2’ye çıkmıştı.

Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, 1996 yılında 100 bin Euro gelir edinmişti. Bankalarda yaklaşık 270 bin Euro parası, 1 dairesi, 1 ofisi, 1 villası ve çeşitli arsaları vardı. Ayrıca Girit’te yayınlanan yerel bir gazete ile bir radyo istasyonunu sahibiydi. Bakoyani’nin 2006 yılındaki servet beyanı şöyle: 1.370.000 Euro gelir. Bankalarda 1.670.000 Euro ve 2 milyon dolar nakit. 257 bin Euro hisse senedi, 204 bin Euro devlet tahvili. Bunu yanı sıra 6 daire, 4 dükkan, 2 villa ve 4 otomobil. Bakoyani’nin 1996 yılında dul, 2006 yılında ise zengin işadamı İsidoros Kuvelas ile evli olduğunu belirtmekte yarar var.

Rakamlar Yunan siyasetçilerin 10 yıl içinde servetlerine servet kattıklarını gösteriyor. Mesela Deniz Ticaret Bakanı Yorgos Vulgarakis’in 2 dairesi vardı, 22 dairesi oldu. Eski başbakanlardan Kostas Simitis, villalarını 1’den 2’ye, bankalardaki parasını da 75 binden 300 bin Euro’ya çıkardı.

"Fakir" tek siyasetçi bu diyarda komünist partisinin lideri Aleka Papariga. Bankada 530 Euro ve yaşadığı daire tüm serveti.

Zamanlar değişti. İsokrates bugün yaşasa suratına kim bakardı? Siyasetçi elbet hayata sırtını dönmemeli, elbet bir hırka bir lokma misali yaşamamalı. Ancak, şu da gerçek ki siyaset giderek iyi, giderek verimli, giderek güvenli olan bir yatırım alanı oluyor.

Yaşasın frappe

Yıllardan 1956, aylardan eylül. Selanik fuarında, Nestle firmasının standında Dimitris Vakondios adlı bir personel, ziyaretçilere "buluşunu" sergiliyor.

Yaklaşık 52 yıl sonra bu "buluş" hala revaçta. Frappe, bu ülkede en çok içilen kahvelerin başında geliyor.

Yunanistan’da kafelerin sayısı, yanlış okumuyorsunuz, tam 17 bin. Yılda 23 bin ton kahve tüketiyor. Bu da 5.8 milyar fincan kahve demektir. Yunan halkının tercihinde frappe yüzde 30 ile birinci, filtre kahve de yüzde 20 ile ikinci sırada. Fredo, espresso, cappucino ve freddocino’nun daha kattedecekleri uzun yol var. "Yunan kahvesi" yani bildiğimiz Türk kahvesi ise giderek değer yitiriyor.

Frappe’yi Türkiye’de birçok yerde denedim. I ıhh... Olmuyor pek. Bu yüzden her gelişimde valizimde frappe malzemesi eksik olmaz. Tercih ettiğim marka kahvenin olduğu kavanoz, küçücük bir el mikseri. Bazen toz şekeri hatta küçük teneke kutu içindeki sütü bile beraber alırım.

Önce uzun bir bardağa birazcık soğuk su. Üstüne miktarı tercihinize göre değişir kahve ve tozşeker. El mikseri bardağa yani cama hiç dokunmadan bu bileşimi krema haline getirmeli. Ardından tercihiniz kadar süt. Bardağın geri kalanını da su ile doldurun. İki üç parça da buz atın. Frappe hazır. Kamışla yudumlayın.

İsterseniz yenilikçi de olun. Şeker miktarını yarıya indirin ve mikserle çalkaladıktan sonra bir top kaymaklı dondurma katın. Ya da krem şanti ile deneyin.

Afiyet olsun...
Yazının Devamını Oku

Uyanık vatandaşların tatili

16 Ağustos 2008
Yaz mevsimi ya malum pek çoğumuz için tatil dönemi. Kimimiz 10, kimimiz 20, kimimiz 30 günde bütün bir yılın yorgunluğunu çıkardık- çıkarıyoruz- çıkaracağız. Kim bilir ne zaman öncesinden planladınız tatili. Kimimiz eşi ve çocukları, kimimiz sevgilisiyle, kimimiz de bir başına kısa ya da uzun yolculuğun, tasasız günlerin, tasasız gecelerin hayalini kurdu.

Peki eğer yaşlı annenize veya babanıza bakan hayırlı bir evlatsanız ne yaparsanız? Elbette beraber gidersiniz tatile. Ama olur ya insanlık hali, ayrı bir oda için paranız yetmiyorsa, eşiniz "tatilde de mi kaynana?" dırdırı yapıyorsa, ya da sizin için tatil olan o yaşlı insanlar için eziyetse ne olacak? Elbette kardeşleriniz, ağabeyleriniz, ablalarınızla konuşacaksınız. Ama yine olur ya, insanlık hali ya, öyle yakın bir akrabanız yoksa veya bir türlü sözgelimi tatil tarihi için anlaşamayacaksanız? Daha bitmedi. Ya yaşlı anneniz veya babanızın kronik bir rahatsızlığı varsa? Ya tatil yerinde fenalaşırlarsa? Türkiye olsun Yunanistan olsun tatil beldelerinde sağlık hizmetlerinin durumu hiç de iç açıcı değil.

Bakıcı bulmak da bir çözüm elbet. Bir veya birkaç haftalığına bakıcı bulmak hem zor hem de hayli yüklü para gerektiriyor. Ege’nin iki yakasında da insanların çoğu tatilini koskoca bir yıl para biriktirdikten, hatta bankalardan kredi bile aldıktan sonra yapabiliyor ancak.

Ne kalıyor geriye? Özel klinik, huzurevi. Burada da Allahın belası para sorununun yanı sıra, vicdanıyla muhasebesi çıkıyor insanın karşısına.

"O değil, bu değil, şu değil... Eh o kadar iyi evlat isen sen de tatile gitme kardeşim" deyip çıkabilirsiniz işin içinden.

Yunan televizyonlarından izlediğim ve gazetelerde okuduğum kadarıyla bazı "uyanık" vatandaşlar, bu soruna iyisi ile kötüsü ile tartışılır bir "çözüm" bulmuşlar. Tabii bin ön hazırlık gerekiyor.

Operasyonun adı "Yaşlı anne ya da babayı park etmek."

Nasıl mı?

Önce uygun bir devlet hastanesi seçiliyor. Eve veya akrabaların evine yakın olsun. Sonra bir iki gün "sotaya" yatılıyor. Hastanenin nöbetçi olduğu gece "operasyon" için düğmeye basılıyor. Yaşlı anne veya yaşlı baba hastaneye götürülüyor. "Kendini iyi hissetmiyor", "nefes alamıyor", "başı döndü", "kustu" veya "yüzü sarardı" gibi yalanlar uyduruluyor nöbetçi doktorlara. Nöbetçi devlet hastanelerinde işin büyük yükünü genellikle stajyer doktorlar ya da öğrenciler omuzlar. Son sözü söyleyen daha deneyimli doktorlar da bu belirtilerle gelen bir hastayı evine gönderme riskini pek alamazlar. Deftere not düşerler: "Gerekli tahlil ve incelemelerin yapılması için hastanemize yatırıldı."

Operasyon tamam. Yaşlı anne ya da baba park edildi.

Gerisi detay.

Ev telefonlarını veriyorlar. Ya da yanlış bir cep telefonu. Nasılsa evde kimse olmayacak ya da karşıdan bir ses "yanlış numara" diyecek. Yaşasın tatil... Dönüşte de Allah kerim. "Neredeydiniz" diye kükreyen hastane yöneticisine cevap hazır: "Evdeydim... telefonum bozuktu..." "Aaa o gün heyecandan yanlış numara vermişim..."

"Uyanık" vatandaşlardan bazıları devlet hastanesine giderken daha inandırıcı olmak için ek tedbirlere de başvuruyormuş. Sözgelimi ambulans çağırmak. Daha etkili bir tedbir ise insafsız gelse de iyi sonuç veriyor. Yaşlı anne veya babaya hastaneye götürülecekleri gün bir defalığına ilaçları verilmiyor ya da güneşin altında bir iki saat dolaştırılıyor. Yaşlı bünye elbette tepki gösteriyor. Hastanedeki doktorun "bunun bir şeyi yok" demesi şansa bırakılmıyor.

"Uyanık" vatandaşlara sorarsanız hallerinden memnun. Yaşlı anne ya da babayı daha güvenli ellere bırakamazlardı ki... Üstelik her türlü tahlilleri de yapılacak. Klimalı odalarda kalacaklar. Sağlıklı da beslenecekler.

Yaşlılar da pek şikayetçi değil durumdan. Hem çocuklarına ayakbağı olmuyorlar, hem yeni sohbet ortamı buluyorlar. Yaşlılar için de bir değişiklik oluyor. İnsanlıkla ne denli bağdaştığı tartışılır bu yola başvuran "uyanıkların" sayısı giderek artıyor bu diyarda. Yunanistan’ın devlet hastanelerinin her bir kliniğinde haziran-ağustos döneminde her ay en az dört-beş benzer vakaya rastlanıyor. Noel, yılbaşı ve Paskalya yortusu döneminde de durum aynı. İşin daha ilginç yanı her yıl aynı dönemde hastanelere aynı yaşlıların yatırılması.

Yunanistan sağlık hizmetleri açısından elbet cennet değil. Hastanelerdeki durumlar bazen içler acısı. Gerçekten tedaviye ihtiyacı olan hastalara yatak bulunmuyor bazen. İşte bu insanlara da büyük haksızlık oluyor.

Pekin’deki talihsizlikler

Pekin Olimpiyatları’nın açılış töreni beklentilerime cevap verdi diyemem. Şüphesiz dört yıl önceki Atina Olimpiyatları ile kıyaslanmayacak kadar görkemliydi açılış ama yine de beni tatmin etmedi. Nedense Çin’den daha fazlasını bekliyordum.

Yunan halkı deseniz, açılışın yapıldığı 8 Ağustos’u hatırlamak bile istemiyor.

Açılışa birkaç saat kala Pekin’den kara haber tez ulaştı Atina’ya. Atletizm milli takımından Tasos Gusis adlı sporcu dopingli çıkmıştı. Herkesin aklına 2004 Atina Olimpiyatları’ndaki doping skandalları geldi. Dünya ve Olimpiyat Şampiyonu "rüzgarın oğlu" lakaplı atlet Kostas Kenderis ile Avrupa Şampiyonu ve Olimpiyat ikincisi atlet Katerina Thanu, suçlamalara bakılırsa uzman bir heyetin doping kontrolü için olimpiyat köyüne geldikleri "tüyo"sunu alınca kayıplara karışmış, sonra da "Motosikletle kaza yaptık, yaralandık" diyerek ortaya çıkmışlardı. "Yolda yağ vardı motosiklet kaydı, düştük" dediler ama kaza yerinde nedense yağ izine rastlanmamıştı. Tabii diskalifiye edildiler, cezalandırdılar. Pekin’de dopingli bulunan Gusis apar topar Atina’ya döndü. "Masumum... Yasak olan hiçbir madde kulanmadım" diyor. Yunan atlet hemen ikinci tahlilin yapılmasını istedi. Ancak, Yunanistan’da tek doping kontrol laboratuvarı var o da personel ya tatilde ya da Pekin’de görevli olduğu için kapalı. Kötü dillere bakılırsa, atlet Gusis dönüş yolunda iken laboratuvarın kapalı olduğu "tüyo"su gelmiş kulağına.

Ve "Kuş Yuvası"nda açılış. Olimpiyatların beşiği ya Yunanistan, sporcuların geçit töreni sırasında Pekin olimpiyat stadına ilk giren ülke. O da ne?.. Olamaz... Skandal...

Yunan hükümeti açılış töreninde Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani tarafından temsil ediliyor ama ekranlarda başka biri görünüyor.

Kim mi?

Devrik Yunan kralı Konstantin ve eşi Anna Maria... Gülerek Yunan sporcuları selamlıyorlar.

Resmi girişimler, şikayetler organizatörlere. Çinlilerin verdikleri izahat "Yunan sporcular çıkınca VIP tribününde ayağa kalkıp alkışlayan iki kişi gördük. Kameraları doğal olarak onlara çevirdik. Nereden bilebilirdik?" oldu.

Dora Bakoyani, başvurusu geciktiğinden VIP tribününe girememiş. Uluslararası federasyon başkanlarının ve özel davetlilerin bulunduğu bitişikteki bir bölümde oturuyormuş. Blucin pantolonu, beyaz gömleği ve elinde fotoğraf makinesiyle.

Talihsizlikler Yunanistan için az daha "hat-trick" de yapacaktı.

Atina’nın Üsküp ile "Makedonya Cumhuriyeti"nin adı konusunda anlaşmazlığı var yaklaşık 15 yıldır. Dünyada ABD, Rusya, Çin, bazı AB üyeleri ve Türkiye dahil pek çok ülke "Makedonya Cumhuriyeti"ni bu adıyla tanımış durumda. Ancak, Makedonya’nın Yunan olduğu ve dolayısıyla komşusunun bu adı kullanamayacağını söyleyen Yunanistan, yıllardır direniyor. Sonuçta BM, AB ve uluslararası olimpiyat komitesi gibi kuruluşlar Makedonya Cumhuriyeti’ni kısa adıyla "FYROM" (Eski Yugoslavya’nın Makedonya Cumhuriyeti) olarak tanıyorlar. Pekin olimpiyatlarında Makedon sporcuların geçit törenine "FYROM" yazan tabela ile çıkacakları, ancak "Makedonya" yazan kaşkoller taşıyacakları "tüyo"su ulaştı Yunan dışişlerinin kulaklarına. Bu defa zamanında müdahale edildi. Organizatörler uyarıldı. Yunan tarafının girişimi üzerine durum Makedonya kafilesine bildirildi hatta bazı sporculara üst araması bile yapıldı.

Sportif performansa gelince. Kimse dört yıl önce olimpiyatlara ev sahipliği yaparken altını, gümüşü ve bronzu ile tam 16 madalya kazanan Yunanistan’ın bu sayıya yaklaşmasını beklemiyor.
Yazının Devamını Oku

Doğum günümdü

9 Ağustos 2008
- Baba?<br><br>- Merhaba Marianna. - Doğum günün kutlu olsun.

- Mersi kızım.

- Nasılsın baba?

- İyiyim sen?

- Çok iyiyim. Arkadaşımla Poros adasına gidiyoruz.

- Anladım.

- Seni çok seviyorum baba. Doğum günün yine kutlu olsun.

Telefon kapandı...

Bir, iki, üç ve daha bilmem kaç gözyaşı süzüldü yanaklarımdan.

Daha yaşı 17 bile değil ama Marianna, bilerek-bilmeyerek bana bir sürü şey öğretti. Onca duyguyu nasıl kontrol etmem gerektiğini...

Endişe etmemeliyim, korkmamalıyım, aklıma kötü şeyler gelmemeli mesela. Rahat olmalıyım. İleriki yaşantısını çok olumsuz etkilemeyecek şeyler yapmadığına göre karışmamalıyım. Ona kayıtsız şartsız güvenmeliyim. Hatasını kabul etmesi ve "bir daha yapmam" demesi, yelkenleri indirmeme yeterli olmalı. Üç, beş, on gün sonra da aynı hatayı tekrarlarsa "Çocuk... Ergen" demeliyim. Umudumu hiç kaybetmemeliyim. Düş kırıklığımı da yansıtmamalıyım. Ve en önemlisi sevgimi ya gizlemeliyim ya da kurdeleli ponponlu ambalajla sunmalıyım.

Tamam da bazı şeylerin hayatta 2, 5, 10 kez olmayabileceğini, bazen bir "evet" ya da bir "hayır"ın neler alıp götürebileceğini nasıl anlatasın?

Yeni gerçeklere alışıyorum ve herkesin nasihatini uyguluyorum. Bekliyorum, sabrediyorum.

Zamanlar çok değişti. Siyah-beyaz televizyon dönemi ergeni ile bilgisayar ve cep telefonu ergeni arasında iletişim ne zor.

Gözyaşlarımı sildim.

Doğum günümdü.

Gazetelere göz attım. Bir arkadaşımın köşesinde doğum günümü kutlaması keyfimi biraz olsun düzeltti. Sağolsun.

Hatırlamayacağını bile bile yaşlı annemi aradım.

- Anne 49 yıl önce bugün ne olmuştu?

- Ne olmuştu oğlum?

- Beni doğurmuştun yaaaa.

- Evladım, ihtiyarım unuttum kusuruma bakma.

- Olsun be anne, şimdi mutlu yıllar de.

- Mutlu yıllar oğlum.

Cep telefonuma gelen mesajlar, arayanlar... Sabahki gözyaşlarım uzakta kalmıştı.

Tesadüf bu ya, öğle saatlerine doğru İstanbul’dan bir "emanet" ulaşacaktı. Ya da ben öyle sanıyordum. Beynimde kazılmış yegane bir gecenin fotoğrafları ve CD’si ile büyük bir keyifle yazdığım "Yacht" dergisinin son sayısı.

- Yorgo Bey... Uçaktan az önce indim şehir merkezine yaklaşıyorum. Emanetlerinizi 20 dakika sonra teslim edebilirim.

- Tamam hanımefendi.

Beklemeye başladım.

- Yorgo Bey, Kolonaki Meydanı’nda Peros kafedeyim.

- İki dakikada oradayım.

Meydan 100 adım mesafede ve 100 defa adım attıktan sonra mucize.

- Yorgoooooooo.

İnsan hayatında unutamayacağı kaç sürpriz yaşayabilir ya?

Öylece kaldım. Ta İstanbul’dan dostlarım gelmiş. Benim için gelmişler. Doğum günümü kutlamak için.

Hediyeler bile getirmişler, gelmeyen dostlar da yollamışlar. Koskoca bir "operasyon" düzenlenmiş günler öncesinden.

Hayatımın en güzel günlerinden birini yaşadım. Çocuklar gibi sevindim.

Saatler nasıl geçti hiç anlamadım. Her kadeh kaldırışımızda slogan Yunanca "kiries ke kirii", yani "bayanlar ve baylar"dı. Bir ara bu sloganı "yeriz inleriz" diye algılayanlar oldu.

O kadar naziktir ki dostlarım, akşam yakınlarımla doğum günümü kutlayabileceğimi bile düşünerek günübirlik gelmişler.

Ayrılık saati yaklaştığında, Atina havaalanında uğurlarken teşekkür, teşekkür, teşekkür ettim yüreğimden.

Ve yine bir, yine iki, yine üç damla yaş aktı yanaklarımdan.

Doğum günümde bambaşka duygularla iki defa ağladım.

Dönerken de geriye, yalnızlığıma bir temmenide bulundum. Seneye aynı gün hem Marianna hem de dostlarımla birlikte olmayı...

İyi turist kötü turist

Turist dendi mi biraz "ırkçı" olurum. Ege’nin iki yakasında da onca cennet parçalarında gördüklerim bir yana, Avrupa’nın onca şehrinde karşılaştığım turistler arasında ayrım yapıyorum. Bence en iyi yabancı turistler Türkler ve Yunanlar.

Dikkat edin, bir restorana girerken öyle dışarıda fiyat listesine baktıklarına pek rastlayamazsınız. Güzel bir yemek, paradan daha önemlidir onlar için. Deniz kenarında otursunlar, balık, deniz ürünleri, şarap rakı, uzo gelsin masaya. Bahşişte de cömerttirler.

Çarşılarda dolaşırken onu da bunu da şunu da alırlar. Yeter ki beğensinler. Diğer turistlerden çok daha fazla dolaşmayı, seviyeli eğlenmeyi severler.

Ya diğer turistler?

To Vima gazetesinde okudum, aynen katılıyor ve aktarıyorum:

İngilizler: Özellikle gençleri bir felaket. Çok içerler ve kontrolden çıkarlar. Almanlar ile aynı yerde olmaya tahammül edemezler.

Almanlar: Talepleri bitmez tükenmez. Haklarını çok iyi bilirler ve sonuna kadar haklarını savunurlar. İngilizlerden nefret ederler, Ruslara da pek yaklaşmazlar.

Ruslar: Ege’nin iki yakasında da yeni sayılırlar. Sanıldığının aksine büyük bir bölümü büyük paralar harcar ama fazla gösteriş meraklısıdırlar. Başka ülkelerden turistlerle birlikte olmayı sevmezler.

Balkan ülkeleri: İyidir usludurlar da, ceplerinde genellikle para yoktur.

Fransızlar: Turizm sezonunun yoğun olduğu dönemde evlerinde otururlar. Genelikle nisan ya da ekim aylarında seyahat ederler.

Hollandalılar: En iyi turistlerden. Hem çok lisan konuşurlar hem de kozmopolit tiplerdir.

İtalyanlar: Uzaktan fark edilirler. Öğlenleri siesta uykusunu kaçırmazlar. Kötü bir huyları var, o da nereye giderlerse gitsinler İtalyan mutfağından şaşmıyorlar.

Yunan polisinin müdahale ettiği vakalara bakıldığında İngiliz turistler "sabıkalılar listesi"nde rakipsiz 1 numara. Çılgınlıkları için de Korfu adasında Kavos, Kos adasında Kardamena, Girit adasında Malia, Zakinthos adasında da Lagana sahillerini seçtikleri görülüyor.

Girit’in Malia sahilinde daha geçenlerde sarhoş olup yanlışlıkla kuyuya düşen iki genç İngiliz turist, itfaiye tarafından kurtarıldı. Bir diğeri ise sarhoşluğun etkisiyle otelin üçüncü katından düştü. Verilmiş sadakası vardı, birkaç kırıkla kurtuldu. Yatak kapasitesi 13 bin civarında olan Malia’da otel sahipleri, "Burayı temizlemek için 1 tank birliği, 1 paraşütçü birliği ve komandolar gerek" diyorlar şaka yollu. Ancak her şeye rağmen para tatlı. Pek öyle bağırıp çağırıp tepki gösteren yok İngiliz çılgınlıklarına.

Teşekkür

"Suyun Öte Yanından" Hürriyet’te üç yaşına girdi. Bu süre içinde eklerin başındaki Neyyire Özkan ile defalarca karşılaştık, sohbet ettik. Son kez Hürriyet’in 60. yıl özel yayımının fotoğrafları içindi. Her defasında sağolsun iltifatlarına "yapmayın ya her şeyden önce muhabirim" tarzı cevaplar verirdim. Doğuş Grubu’na geçmiş diye okudum. Yardım ve destekleri için yürekten teşekkür eder, başarılar dilerim.
Yazının Devamını Oku

Görünmeyen diktatör...

26 Temmuz 2008
"Hücrem güneş görmüyor. Genç mahkumların hergün futbol oynadıkları avlu yanıbaşımda ve gürültüden hiç rahat edemiyorum. Yattığım 6. koğuş, çeşitli ülkelerden katil ve uyuşturucu kaçakçıları ile dolu. Bu nedenle havalandırmaya bile çıkamıyorum. Sürekli hücrede kalmam sonucu yürümekte büyük güçlük çekiyorum. Zaten ağır hastayım. Hálá hapishanede kalmam insanlık adına kabul edilir gibi değil. Son nefesimi burada vermem insanlık dışı bir şey ve medeniyetimize de yakışmaz. Tahliyemi istiyorum. Hiç değilse üç ay için şartlı salıverilmeme izin verilsin".

Yunan Adalet Bakanlığına gönderilen bu mektup 16 Eylül’de hakimler konseyi tarafından değerlendirilecek. Mahkumun iki yıl önce yazdığı tahliye dilekçesi rededdilmişti. Bir süre önce beyninden tümor alınan, kanser olan ve aynı zamanda ciddi kalp hastası mahkum, mayıs ayından beri hastanede tedavi altında ve tekrar cezaevine dönmek istemiyor.

İdam cezasına çarptırılmıştı. Vatana ihanet ve kanlı 1973 Atina Teknik Üniversitesi olaylarında işlenen cinayetleri azmettirdiği suçlarından. Dönemin başbakanı, bugünkü Yunan başbakanın amcası Konstantin Karamanlis "Demokrasi intikam almaz, sadece geçmişi hatırlar" diyerek idam cezasını müebbet hapse çevirdi. Ve ekledi Karamanlis: "Ancak müebbet hapis diyorsak, müebbet hapis kastediyoruz".

Kendisi gibi hüküm giymiş 18 arkadaşı ile birlikte Pire’deki Koridalos cezaevinde çekmeye başladı cezasını. Yıllar yılları kovaladı. Arkadaşlarından kimi 15 yıl yattı, kimi 20. Yunan halkından özür dileyen "pişmanım" diyen evine gitti. Kimi cezaevinde öldü, kimi de intihar etti. O ve Nikolaos Dertilis adlı bir arkadaşı yaklaşık 34 yıldır hálá cezasını çekiyor.

Kanunda boşluk var, Yeter ki özür dilesin. Yaptıklarındam pişman olduğunu beyan etsin. Ne gezer..O hálá arkadaşları ile birlikte Yunanistan’ı "komünizm tehlikesi"nden koruduğunu savunuyor. Yunanistan’da 1967-1974 dönemindeki Albaylar cuntasını liderlerinden 86 yaşındaki Dimitris İannidis’den (Türkiye’de Yuannides veya Yoannides olarak biliniyor) bahsediyorum. "Görünmez diktatör"den.

Cuntacılar 21 Nisan 1967’de darbe ile iktidarı ele geçirdiğinde başbakan olan Yorgos Papadopulos, onu tüm polis birimlerinin (ESA) başına getirmişti. ESA başkanı olarak kimine göre yüzlerce kimine göre binlerce insana, başkaldırana, faşizme karşı çıkana işkence yaptırdı. İddialara bakılırsa, katili bulunmayan bazı cinayetlerin arkasında da İoannidis vardı. İhtiraslıydı, gözü yükseklerde, daha yükseklerde. Bir halkın zülme başkaldırmasını simgeleyen 1973 Atina Teknik Üniversitesi olaylarını fırsat bilerek kadim dostu Papadopulos’u devirdi. "Görünmez diktatör" dedik ya ne cumhurbaşkanı oldu ne başbakan. ESA başkanı kaldı ve bu sıfatla yönetti Yunanistan’ı. Takvimler 1974’ü gösterdiğinde Kıbrıs’taki darbeyi gerçekleştirdi. Makarios can düşmanıydı. Dönemin ABD büyükelçisi Tasca ile bir görüşmesinde, Makarios için "Şu yoz, eşcinsel, sapık, işkenceci papaz" demişti. Kıbrıs olaylarından hemen sonra Yunanistan demokrasiye geçti. Cuntanın 7 kara yılı bitti.

Hayır, pişman değil yaptıklarından. Ne de özür dilemek niyetinde. Sadece sonu insan onuruna yakışır olsun istiyor. Yunan halkının vicdanında İoannidis cezasını çekti. Sanırım diktatörün işkence odalarından geçenler bile tahliyesine tepki göstermeyecek.

Demokrasi affetmesini biliyor.

MEKTEPTE ŞENLİK

Atina şehir merkezinde Omonia meydanını, İstanbul’da Taksim’e benzetirim hep. Görsel açıdan uzak yakın bir akrabalıkları yok ama iki şehirde de ana yollar eninde sonunda bu meydanlardan geçer.

Omonia’dan liman şehri Pire’ye giden yol "Pireos Caddesi"dir ve 52 numarada "Sholio" yani "Mektep" çıkar karşımıza. Eski, terkedilmiş bir fabrika. Kültür bakanlığı tarafından değerlendirilip iki ayrı tiyatro ve konser salonuna dönüştürüldü, 1999 yılından bu yana Atina Festivali’nin bazı etkinliklerine ev sahipliği yapıyor. Pazartesi günü ilk kez gittim Sholio’ya. Hüsnü Şenlendirici’yi dinlemeye. Daha önce Yunan başkentinin en ünlü caz barı "Half Note"da izlemiştim-dinlemiştim kendisini. O zamanki grubu "Laço Tayfa" ile sahne almıştı. Klarnetinden çıkan nameler, türkü idi roman şarkıları idi.

Bu defa amfi şeklindeki salonda Aytaç Doğan (kanun) ve İsmail Tunçbilek (bağlama) ile çıktı sahneye. "Taksim trio" grubu olarak. Çocukluk yılarındanberi tanışan üç arkadaş Türkiye’de piyasaya çıkan yine "Trio Taksim" adlı albümlerindeki parçaları icra ettiler.

"Biçare", "Gönlüm", "Güle yel değdi"nin arasına bir kanun taksimi girdi, bir klanet solosu.. İsmail Tunçbilek’in parmaklarıyla bağlama İspanyol gitarına dönüştü an geldi. Aytaç Doğan kanunu konuşturdu hatta ağlattı bile. Yanımda oturan ve dört ay kanun dersleri aldığını söyleyen Cezayirli genç bir kadın gözyaşlarını tutamıyordu. Kulağıma eğilip "Hayatımda böyle çalanı duymadım" diyordu.

Hüsnü Şenlendirici bildiğiniz gibiydi. Ciğerleri, parmakları ve klarnet bir bütün oluyor. Salonu tıkabasa dolduran 350 kadar talihli kendinden geçti adeta. Dillerim "belalım" ile çözüldü. Mırıldanıyorum: "Uçurum uçurum gözlerine baktığım sensin Prangalarca boynuma taktığım sensin. Dağ gölleri gibi, gibi hasret çektiğim, Her gece uyku diye yattığım sensin".

Sonuna yaklaşıyordu konser. Hüsnü Şenlendirici bir ara seyircilere baktı "ne çalalım?" dercesine.. Hemen bağırdım yerimden. "Olabilir" dedi. "Geberiyorum aşkından, kalmadı bende gururdan eser"..Üç sanatçı selamladı seyirciyi..Alkışlar..Sonra yine sahne. Sonra yine alkışlar, sonra yine yine sahne.. Kulisteki kısa sohbetimizde mutluluk üçünün de gözlerinden okunuyordu..Tebrik etmeye gelenler arasında Türkiye’nin Atina-Pire Başkonsolosu Beyza Üntuna da vardı. Eski taş bir bina olan Sholio’dan çıkarken, Atina’nın yaz sıcağı dayanılmazdı..

KÖTÜ HABER, İYİ HABER VE BÜYÜK HABER

Türk-Yunan ilişkileri malum yıllarca sürtüşmeler, gerginlikler ve krizlerle doluydu. Durum öyle olunca haber sıkıntımız yoktu. "Tehdit etti", "tahrik etti", "iddia etti" kelimeleriyle biten cümleler. "Kötü" haberler yani. Yaklaşık 9 yıl önce başlayan yakınlaşma sürecinin ilk döneminde, cümleler "dedi", "belirtti" ile sona eriyordu. Sonra içinde "ilk kez" diyen haberler yazdık. Bu süre içinde elbette sürtüşmeler, elbette gerginlikler oldu. Ancak durum kesinlikle eskisinden farklı. İki taraf da sürtüşmeleri, gerginlikleri fazla tırmandırmıyor. Krize dönüşmesini önlüyor.

Artık "iyi" haberlere de alıştık Türk-Yunan ilişkilerinde. Örnek mi? Özelikle biz Rumlar ne zaman İstanbul’a gitsek dönüşte hem Atina’daki hemşehrilerimize hem de Yunan dostlarımıza ikram etmek için bir, iki hatta üç şişe rakı alırdık. Türkiye’den gelen dostlarımız ve Türk turistler dönüşlerinde hatıra olarak bir, iki, hatta üç şişe uzo koyarlardı valizlerine. Geçen yıl Rumların yaşadığı Paleon Faliron semtindeki şarküterilerin raflarında önce Yeni Rakı başgösterdi, sonra Efe. Şimdi artık Efe’nin yeşili bir yana "kara"sını bile buluyoruz ve fiyatları da gayet makul.

Geçenlerde aldığım bir mail bence Yunanistan’ın en kaliteli uzo’su olan Plomari’nin Ağustos ayından itibaren Türkiye’de de satılacağı müjdesini veriyordu. İthalatçı firmadan bilgi istedim. Türkiye’de Moet Chandon, Dom Perignon, Drambuie, Cutty Sark gibi dünya çapında ünlü etiketlerin ithalatçısı BT Satış ve Pazarlama şirketinin sahibi Burak Türeci, sorularıma cevap vermek nezaketini gösterdi:

"Öncelikle BT olarak misyonumuz dünyanın en prestijli ve lüks içki markalarını Türk tüketicisiyle buluşturmak. Bildiğiniz üzere şu anda uzo diyarına rakı girdi biz de aynı şekilde neden rakı diyarında uzo olmasın, dedik.Akdeniz mutfağına sahip iki ülke olarak, hem rakı ve uzonun tat açısından yakınlıkları hem de her iki tarafın geleneksel ve en çok tüketilen içkileri olması da bu misyonumuzun manevi boyutu.. Geçen yaz Yunanistan’ a yaptığım seyahatte lüks uzo olarak Plomari’nin çok tüketildiğini ve en çok tercih edilen marka olduğunu gördükten sonra irtibata geçtik ve görüşmelerimiz başladı. Yapmış olduğumuz pazar araştırması ve Türk tüketicisinin uzo hakkında görüşleri sonucunda bu ortaklığa adım attık."

Eğer Yunanistan’da rakı, Türkiye’de de uzo satılıyorsa, ilişkilerin dününü önceki gününü bilen biri olarak "büyük haber" diyorum. Ha unutmadan..Uzo’ya rakı gibi su katmayın. Buz atın yeter. Meze tabaklarında ise canım deniz ürünleri olsun.

DÜZELTME VE ÖZÜR

Geçen hafta "Rodos’da Türk Schindler’e saygı" başlıklı yazıda, 10. paragrafta dikkatsizliğimden önemli bir hata ettim. Düzeltir ve özür dilerim. Doğru ifade "Saldırıda, başkonsoloslukta görevli iki kavas öldü" olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Rodos’ta Türk Schindler’e saygı

19 Temmuz 2008
2. Dünya Savaşı sırasında Yunanistan Nazi ordularının işgali altında inlerken, henüz 30 yaşında genç bir diplomat, Türkiye’nin Rodos Başkonsolosu olarak atandığında, takvimler 1944 yılını gösteriyordu. Adolf Hitler’in Yahudi soykırımı politikası tüm şiddetiyle sürüyordu. Rodos istisna değildi elbet. Adada yaklaşık 1700 Yahudi yaşıyordu. Önce serbest dolaşımları kısıtlandı, sonra çocukları okullardan atıldı, faaliyet gösteren kolejleri kapatıldı. 1936’dan beri uygulanan cumartesi tatili kaldırıldı.
/images/100/0x0/55ead7e6f018fbb8f89a48fe
Sonra da imhaları aşamasına geçildi. "Sizleri başka adaya götüreceğiz" yalanı ile gemiyle Atina’ya, oradan da trenlerle Auschwitz ve benzeri ölüm kamplarına gönderiliyorlardı.

İşte insanlık adına utanç dolu o günlerde, TC’nin çiçeği burnunda başkonsolosu Selahattin Ülkümen, Nazi’lerin Ege Adaları komutanı Ulrich Von Kleeman’ı ziyaret ederek "Sizlerle bir anlaşmamız var. Türkiye bu savaşta yer almıyor. Türk vatandaşı Yahudileri yakalama hakkınız yok" demişti.

Küplere bindi Alman komutan. Öfkelendi. "Hayır" dedi ilk başta. "Çaylak" saydığı Türk diplomatın gözünü korkutmak için başkonsolosluğun kapısına kafası koparılmış, sadece bedeni olan bir ceset bıraktırdı. Almanlar daha da ileri giderek Türk diplomatın "kazaya kurban gitmesini" bile planladılar. Ülkümen’i bir av partisi sırasında öldürüp, cinayete kaza süsü vereceklerdi. Başkonsolos son anda durumu fark edip tuzak av partisine katılmadı.

O baskı ve tehditlere aldırmadan, "Rodos’taki Türk vatandaşı Yahudiler" listesini hazırlayıp komutan Kleeman’a verdi. "Türk Schindler"in listesinde 42 Yahudi’nin ismi vardı. Listedeki Yahudilerin sadece 13’ü Türk vatandaşıydı aslında. Diğerleri, Yunan ve İtalyan vatandaşıydı.

Nazi komutan çaresiz kabul etti listeyi. Bu şekilde 42 Yahudi’nin hayatı kurtuldu. Rodos’taki diğer yaklaşık 1650 Yahudi’nin kaderi ölüm kamplarıydı. Savaş sonrası 150’si hayatta kaldı.

Şövalyeler adası Rodos’ta 24 Temmuz günü farklı ve anlamlı bir tören düzenlenecek. 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin Rodos Başkonsolosu anısına. "Türk Schindler"i Selahattin Ülkümen’in anısına.

Selahattin Ülkümen bu arada çok sayıda Yunan ve İtalyan askerin de Ege Adaları’ndan Türkiye’ye kaçmasına yardımcı oldu.

"Türk Schindler"in listesinden birkaç gün sonra Almanlar uçaklarla Rodos’u bombaladı. Türk Başkonsolosluğu binası enkaza döndü. Saldırıda, başkonsoloslukta görevli iki kalas öldü. Ülkümen’in ağır yaralanan hamile eşi Mihrinisa da birkaç gün sonra, doğumun ardından hayatını kaybetti. Ülkümen, 1944 Ağustos’unda Nazi yönetimi tarafından Rodos’tan sınırdışı edildi.

Önümüzdeki perşembe günü (24 Temmuz) Rodos’ta farklı bir tören var. Adadaki Yahudi cemaati, 64 yıl sonra Ülkümen’i anmak için bir tören düzenledi. 2003 yılında 89 yaşında ölen Selahattin Ülkümen’e saygı ve şükranlarını sunacaklar.

Daha önce de İsrail ve ABD’deki Yahudi cemaat ve derneklerince onurlandırılan, hayatı; Steven Spielberg ve George Lucas’ın öğrencisi, Tunceli Çemişgezekli Turgut Türk Adıgüzel tarafından kısa metrajlı filme konu edilen, Antakya doğumlu Selahattin Ülkümen’ın anılarını "Bilinmeyen Yönleri İle Bir Dönemin Dışişleri" kitabında okuyabilirsiniz.

Atina’nın gündemi

Türkiye’de AKP’nin kapatılması için açılan dava ve Ergenekon soruşturmasının yankıları, ABD’deki Obama "fenomeni" ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin hem siyaseti hem özel hayatı, Atina’dan haberleri son haftalarda doğal olarak ikinci planda bıraktı.

Atina bir aydır "Siemens skandalı" ile çalkalanıyor. Avrupa’nın başka ülkelerinde olduğu gibi Siemens firmasının devlet ihalelerinde imtiyazlı muamele uğruna Yunanistan’da da iktidar-muhalefet ayırımı yapmaksızın büyük partilere rüşvet verdiği söyleniyor. Skandalın boyutu ise 110 milyon Euro olarak hesaplanıyor. Bu işten bugüne kadar ana muhalefet partisi Pasok, iktidar partisi Yeni Demokrasi’ye kıyasla daha fazla zarar gördü. Çünkü Pasok’un eski lideri Kostas Simitis’in başbakanlığı döneminde, Siemens’in partiye en az 1 milyon Euro verdiğine dair ihbar var. Ancak, söz konusu para kayıp. Pasok’un kasasına hiç girmemiş gibi. Rüşvetin belgesi, makbuzu olmaz ki.

Dış politikaya gelince... Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis ile Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, hayli sıkıntılı günler yaşıyorlar.

Atina ile Üsküp arasında "Makedonya Cumhuriyeti"nin adı konusunda yıllardan beri süregelen anlaşmazlık yetmiyormuş gibi, şimdi de Makedonya Başbakanı Nikola Gruevski, ilk kez bu kadar açık "Yunanistan’daki Makedon azınlık" konusunu ortaya attı.

Gruevski, Karamanlis’e gönderdiği mektupta, Yunanistan topraklarında yaşayan Makedon azınlığını tanımasını, 2. Dünya Savaşı sonrasındaki iç savaş sırasında Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle kovulan ve sayısı yüz binlerle ifade edilen Makedonlara tekrar Yunan vatandaşlığı verilmesini ve bu insanların giderken bıraktıkları gayrimenkuller için tazminat ödenmesini istedi.

Karamanlis, bu satırlar yazıldığında henüz cevap vermemişti. Muhakkak ki, Yunanistan’da Makedon azınlığın bulunmadığını, tazminat ödenmesinin de söz konusu olmayacağını belirtecek cevabında. Ancak, Makedonya Başbakanı’ndan gelen mektubun akabindeki gelişmeleri de ciddi bir şekilde düşünüyor. Sözgelimi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) toplu başvurular ya başlarsa?

Kıbrıs konusunda ise Atina’ya ulaşan haberler cesaretlendirici. 25 Temmuz’da tekrar bir araya gelecek olan KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas’ın çözüm bulunması amacıyla BM çatısı altında Eylül ayında müzakerelerin başlayacağını ilan etmeleri bekleniyor. Doğrusu eski Rum lider Tasos Papadopulos’un dönemini hatırlarsak, Talat ile Hristofyas çok kısa bir süre içinde ileriye doğru bazı adımlar atmayı başardılar.

Atina’daki "gündemi" bir sanat etkinliği ile noktalayayım. Pazartesi günü Hüsnü Şenlendirici (klarnet), İsmail Tunçbilek (elektro bağlama) ve Aytaç Doğan’dan oluşan Taksim Trio’nun konseri var.

Ayrılık ve yaz tatili

Ayrılıkların çoğu uzun birlikteliklerin getirdiği bir dizi dezavantajın ürünüdür. Tıpkı uzun yaz tatilleri gibi. İşim ve cebim elverseydi, yine de uzun tatillere çıkmazdım. Sık ve kısa tatiller tercihim. Bıkmadan, bıktırmadan. Güzellikleri, eziyete çileye dönüştürmeden. Tatilde "Ah keşke daha fazla kalabilsek" diyenlerin, bu fırsat ellerine geçtiğinde 5, bilemediniz 10 gün sonraki hallerini hiç gördünüz mü? Kaçmak için bahane kollarlar.

İdeal yaz tatili 6-7 günü geçmemeli bence.

Ayrılık, meseleye pencereden değil de balkondan bakıldığında bir dizi "yasaklardan" ibarettir. Sözgelimi bir zamanlar ya da hálá sevdiğiniz ile karşılaştığınızda eskisi gibi konuşmak yasaktır. Öpmek, sarılmak da öyle. Sonra, acaba ne yapıyor diye merak etmek de yasaklara dahildir. Pek çok durumda ayrılık, sevmek yasağını da beraberinde getirir. Tıpkı turistik tesislerdeki "yasaklar" gibi. Çimene basmak, ıslak şortla asansöre binmek, dışardan yiyecek getirmek yasaktır.

Ayrılıklar "çıtanın" ilk baştaki gibi yüksek tutulmamasının sonucudur bazen. Rutin yaşam tarzı ve bazı şeylerin "alışkanlık" haline gelmesi de öyle. Tıpkı turistik tesislerdeki "her şey dahil" uygulaması gibi. Böylesi bir tesiste açık büfeye giderken birinci ve ne bileyim altıncı günkü duygu ve düşüncelerinizi kıyaslayın yeter. Ya da sabah kahvaltısında bir yumurta için kuyrukta beklemeniz?

Ayrılıklarda, "özel anların" zamanla büyüsünü yitirmesi de rol oynamıştır. Tıpkı "herşey dahil" organizasyonlarda yemek sonrası "eğlence" gibi. Kaçınız tatilinizin ortasında "ha bu akşam animasyonu kaçırmayayım" dediniz?

Türkiye’de yıllar oluyor yaz tatili yapmadım. Yunanistan’da öyle popüler mopüler olmayan, sakin adalara gidiyorum. Beton yığını oteller yerine sahipleri ile sohbet edebildiğim küçük pansiyonlarda kalıyorum. Işıklı havuz kenarında 19.00-22.00 saatleri arasındaki açık büfeler yerine, canımın istediği saatte, istediğim yerde yemek yiyorum. Yaz tatili ile ilişkimin ayrılığa dönüşmesine izin vermiyorum.

Ne var ki, bazı kötü sinyaller de almıyorum değil. Girit Adası’nda, Rodos’ta, Kerkira (Korfu) Adası’nda ve Selanik yakınlarındaki tatil beldesi Halkidiki’de, önceki yıldan itibaren "her şey dahil" sistemine geçenler olmuş. Sonuç? Turist sayısında artış, gelirde düşüş.

"Her şey dahil" tatilin avantajı şüphesiz "a la carte" tatilden çok daha ucuza çıkması. Ya kalite? Ya seviye? Yani 7 gün "herşey dahil" yerine 4 gün "herşey keyfime göre" olsa fena mı?

"Eh ne yapayım?" ya da "gücüm bu kadarına yetiyor" gibi sözler, ayrılıkların arifesinde de sık kullanılır.
Yazının Devamını Oku

Sakın kaçırmayın

12 Temmuz 2008
Müziği dinlemediğimiz, seyrettiğimiz bu sinsi zamanlarda, Türkiye’de özgeçmişini birkaç paragraftan uzun yazabilecek kaç ses sanatçısı var Allah aşkına? Beş, on, yirmi? Yunanistan’da da durum pek farklı değil. Buradaki gerçek sesler de iki, hadi bilemediniz üç elin parmaklarını geçmez.

Ege’nin iki yakasındaki müziği az çok bilen biri olarak, sadece yeni çalışmaları dikkate alıp bir kıyaslama yaparsam, Yunanistan’da daha kaliteli ve daha çok sayıda şarkının yazıldığını söyleyebilirim. Sanırım, bunun başlıca nedeni, bu ülkede eğlence sektörünün Türkiye’den kat ve kat büyük olmasıdır. Arz-talep işi bir yerde.

Bugün size, bu diyarın büyük, hatta en büyük ses sanatçısından bahsedeceğim. Hariklia Rupaka’dan.

1970’li yıllardan beri bu diyarda belki de en güzel şarkıları o söyledi. Balad, rock, Yunan sanat müziği, halk müziği.

Sesine, Theodorakis, Hacidakis, Loizos gibi ünleri Yunanistan’ın çok ötesine gitmiş bestekarlar güvendi. O da zirveye çıktığında, genç adı duyulmamış bestekarlara. Az değil, 500’den fazla şarkı onun sesiyle kasetlerde, CD’lerde kayıtlı.

Hariklia Rupaka, bu yaz turnesine haziran ayında Boston’dan başladı. İspanya ve İsrail’den geçti. Sonra, gökyüzü yıldız dolu bir cumartesi gecesinde Atina’da Kalimarmaron stadında idi.

Şehir merkezinde mermerden inşa edilmiş ve 1896 yılında ilk Olimpiyat Oyunları’nın gerçekleştirildiği bu stadyumda, binlerce hayranı, sevdalısı ile buluştu. Ben de vardım aralarında.

Sahnede ikibuçuk saat kaldı, onlarca şarkı söyledi, hepsini mırıldandık, hepsini söyledik. Aşkı, ayrılığı, toplumdaki bir yarayı ya da sisteme kafa tutmayı ayrı güzelliklerle anlattı.

Konser sırasında, kaç sevgili birbirinin gözlerine baktı, kaç sevgili birbirinin elini sıktı, kaç sevgili içinden dileklerde adaklarda bulunup başını yıldızlara çevirdi sayamadım. Sevenleri ile kendine özgü bir iletişimi var. Öyle uzun konuşmadan, sözüm ona "akıllı" espriler yapmadan. Çünkü şarkıları ile söylüyor her şeyi.

Konserin sonlarında, orkestra durdu önce, sonra o ana kadar mırıldanan binlerce insan. Tek başına ilahi bir ses yükseldi gökyüzüne adeta. Sonra alkışlar, sonra alkışlar yine. Bir şey demeden eğildi ve teşekkür etti.

Kalimarmaron stadından ayrılırken, sanatçı ile tanıştığım günü hatırladım.

Ege’nin iki yakasında körolası 1999 depremleri sonrasıydı. Sezen Aksu ile Atina ve İstanbul’da konserler verecekti. NTV muhabiri olarak Glifada semtindeki evine gitmiştim. Türk medyasına ilk kez konuşuyordu. Evinin üst katındaki beyaz piyanonun başına geçmiş, şarkı da söylemişti.

Hariklia Rupaka yani Türkiye’de de çok sevilen Haris Aleksiu, 23 Temmuz’da İstanbul’da konser verecek.

Bartholomeos Aleksios’a karşı

Bir yandan İstanbul Fener Patrikhanesi ve Patrik Bartholomeos, bir yandan Moskova Patrikhanesi ve Patrik Aleksios...

Ortodoks aleminde bu iki patrikhane ve iki patrik arasında yıllardan beri süregelen "nüfuz savaşı" artık gizlenemez, saklanamaz oldu. Örnek mi? İki patrikhanenin yetkilileri arasında birkaç hafta once Rodos adasındaki toplantıda basbayağı kavga çıktı. Toplantının amacı İstanbul’da ekim ayında yapılacak Ortodoks kiliseleri zirvesine hazırlıktı. Moskova’nın temsilcisi Nikola Balasof, Estonya Kilisesi temsilcisinin İstanbul’a çağrılmasını protesto ederek zirveye katılmayacaklarını duyurdu. Balasof ayrıca, Moskova Patrikhanesi’nin Estonya Kilisesi ile ilgili tavrını içeren bir metnin, İstanbul’daki zirvede okunmasını da istedi.

Bu noktada bir parantez açalım. Moskova, Patrik Bartholomeos’un 1996 Şubat’ında kurduğu Estonya Kilisesi’ni "Rusya toprakları içinde, dolayısıyla da kendi yetki bölgesinde bulunduğunu" savunarak tanımıyor.

Dönelim toplantıya. Fener’in temsilcisi Fransa Metropoliti Emanuil, Moskova Patrikhanesi yetkilisi Balasof’un talebini kabul etmedi tabii. Hatta Emanuil "Katılmayacağınız bir zirvenin hazırlık toplantısına niye geldiniz?" deyince, ortam çok gerildi ve öfkelenen Moskova temsilcisi apar topar Rodos’u terk etti.

İki patrikhaneden bu olayla ilgili olarak birbirinden çok farklı açıkmalalar yapıldı. Moskova; "Temsilcilerimiz aslında kovuldu. Bu türlü davranışlar Ortodoks birliğine karşı ciddi bir tehdittir ", Fener de "Moskova olayları saptırmaya çalışıyor, üzgünüz" dedi.

Yaklaşık 1.3 milyon insanın yaşadığı Estonya ile ilgili kavga, aslında yaklaşık 47 milyon nüfuslu Ukrayna’daki kilise için devam eden amansız çekişmenin bir parçası.

Ukrayna Cumhurbaşkanı Viktor Yuşçenko bağımsız bir kilise kurmak istiyor. Tek umudu da Bartolomeos. Tabii Patrik Aleksios’un paçası tutuşmuş durumda.

Moskova, Fener Patrikhanesi’nin, "eşitler arasında birinci" olduğunu kabul ediyor ama Bartholomeos’u dünyada 250 milyon Ortodoks müminin lideri olarak tanımıyor. İstanbul Fener Patrikhanesi’nin "ekümenikliği"nin ise sadece Yunan ve Rum kiliseleri üzerinde geçerli olduğunu savunan Moskova, Fener’i Ortodoks aleminin 15 otosefal kilisesinden birisi gibi görüyor sadece.

Kaş-Meis yüzme yarışı

Yıllar öncesiydi. Kaş’ta şafak vakti öten horozun duyulduğu Meis adasında bir çocuk, oynarken yerdeki camla kolunu kesmişti. Yara derindi, sürekli kan kaybediyordu. Gerekli tıbbi müdahale yapılmazsa ölebilirdi.

Meis’teki sağlık ocağında böyle bir müdahale imkansızdı. En yakın hastane ise Rodos’ta ve mevsimlerden kış.

Bu küçücük adanın papazı, Türk-Yunan ilişkilerinde o dönemlerdeki gerginliklere, krizlere aldırmadan, çocuğu kaptığı gibi bir tekneye atlayıp soluğu Kaş’ta almıştı. Kim ne diyecek umurunda değildi. Bir çocuğun hayatı her şeyden çok daha değerliydi onun için.

Aynı tekne ile geri döndüğünde "kimseye sormadan neden Türkiye’ye gittiğinin" hesabı sorulmuştu din adamından.

Önceki haftaydı... Cuma günü. Kaş ile Meis’in "kardeş şehir" ilan edilmeleri için protokol imzalandı.

Önceki haftaydı... Pazar günü. Kaş-Meis arasında yüzme ve deniz kanosu yarışı düzenlendi. Kaş’tan 89 yüzücü suya atladı. Meis’te karaya çıktı.

Üç yıldır düzenlenen bu dostluk etkinliğinde bu defa "tatsızlıklar" yaşanmış. Kaş’tan aldığım bilgilere göre, yarışın arefisinde Meis’ten "vizeli pasaportlarınızla gelin" mesajı gönderilmiş. Daha önceki yıllarda böyle bir uygulama yoktu. Pasaport ve vize işlemlerinin bir günde yapılması mümkün değildi. Meis’teki yetkililer Atina ile temasa geçti ve bu engel aşıldı.

Ancak, bu defa da yüzücüler karaya çıktıklarında bir noktada toplatılıp sayım yapılmış. Karşılama töreni de pek geçen yıllardaki gibi değilmiş. Belediye başkanı bile gelmemiş. Yaklaşık 40 dakika dinlendikten sonra Kaş’a dönüş için tekrar suya girmişler.

Kulaç atıp Ege’nin karşı tarafına dostluk mesajı gönderen onca insanın memnuniyetsizliğini anlamak hiç de güç değil.

Telefona sarıldım. Belediye başkanı yarıştan bir gün önce gittiği Rodos adasından geri dönmemişti. Belediye başkan yardımcısı ile konuştum:

- Bu defa niye pasaport, vize istediniz?

- Meis adası geçen 1 Eylül’den itibaren hudut kapısı oldu. Eskiden giriş-çıkış Rodos adasından yapılıyordu. Yüzücülerin gelmesi, Meis’te dinlenip geri dönmesi işlemleri kolaydı. Şimdi bu işlemler değişti. Buna rağmen zorlukları aştık. Biz Meis’liler, Kaş’tan gelecek insanlardan aslında vize istenmemesi yanlısıyız ve bunun için de çalışıyoruz.

Eh bence, belediye başkan yardımcısının gerekçesi de yabana atılacak cinsten değil.

Diyeceğim şu ki, "kardeş şehir" olmanın bir basamak gerisindeki Kaş ve Meis, bu anlamlı yarışa önümüzdeki yıl daha iyi hazırlansın.
Yazının Devamını Oku

Akropolis eteklerinde Türk Marşı

5 Temmuz 2008
Yapıtlar vardır, zamana meydan okur. Asırlarca ayakta kalır, dimdik. Bu diyarın sembolü Akropolis mabedinin eteklerindeki Herodion Attiku Tiyatrosu gibi. MS II. yüzyılda, Atinalı aristokratlardan Attikalı Tiverius Klavdius İrodis’in inşa ettirdiği bu açıkhava tiyatrosu, zaman içinde gördüğü tahribatla yok oldu. 1857’de başlayan kazılarla tekrar kazanıldı ve 1950 yılından bu yana sadece çok önemli sanat etkinliklerinde kullanılıyor.

Pazartesi gecesi, Sosyalist Enternasyonal kongresi nedeniyle gidemediğim Herodion’da Atina Festivali etkinlikleri çerçevesinde muhteşem bir konser vardı.

Sanatçı, Selanik Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde George Gershwin’in (1898-1937) caz, vals ve Anadolu ritimleri esintili "I Got Rythmic"ini ve Amerikalı besteciyi "klasikler" arasına dahil eden "Rhapsody in Blue"sunu icra etti. Konseri izleyen 3 binden fazla seyirci, sanatçıyı ayakta alkışladı. Tam üç kez sahneye davet edildi. O da program dışı üç parça çalarak alkışlara cevap verdi: Türk Marşı, Kara Toprak, Sumertime.

Sanatçı, salı günü de "Benaki Müzesi"nin şehir merkezindeki konser salonunda idi. Ben ise yine Sosyalist Enternasyonal kongresinde. Repertuvarında bu defa Franz Joseph Haydn (1732-1809) ve Wolfgang Amadeus Mozart vardı. Yanında da, takdime gerek yok Burhan Öçal. Yaşasın caz: Uzun İnce Bir Yoldayım, Katibim ve Mikis Theodorakis’in dünya çapındaki eseri Zorba.

Yani Atina’dan Fazıl Say geçti.

Sanatçı ile iki konseri arasında telefonda konuşabildim:

- Herodion Tiyatrosu’nda sahneye çıkmak nasıldı?

- Yunanistan’da ilk konserimdi. Güzel çalmak istiyordum. Heredion’a benzer Efes ve Aspendos’da konserler vermiştim. Akustik açısından Aspendos en iyisiydi. Ancak, Akropolis’in eteklerinde çalmak ayrı bir şey.

- Ya dinleyiciler ile iletişim?

- Çalarken genelde seyirci ile pek ilgilenmem ama güzel bir enerji aldım.

- Atina’daki izlenimleriniz?

- Anne tarafım Giritli. Türkler ve Yunanlılar arasında inanılmaz benzerlikler var. Türklerin Avrupa’daki en iyi dostu Yunanlılar. Konser verdiğim Selanik Devlet Senfoni Orkestarası’nda çalan insanlarla çok kısa bir süre içinde kaynaştık. Şef Miron Mihailidis ile de Almanya’da aynı okulda okumuştuk.

Sosyalistlerin buluşması

Yaklaşık 100 ülkeden, 140 sosyal demokrat ve sosyalist parti mensubu 650 delegenin katıldığı Sosyalist Enternasyonal’in (SE) 23. kongresi için Atina’dan 50 kilometre mesafedeki Lagonisi kasabasına giderken, bu kadar sıkıcı 3 gün geçireceğimi tahmin etmiyordum.

Öncelikle AB, NATO, Türk-Yunan veya Kıbrıs zirvelerinin tadı, heyecanı yoktu. Bu durumu da ne Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Avusturya Başbakanı Alfred Gusenbauer, Bulgaristan Başbakanı Sergei Stnaishev, Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadic, Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas ve İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın katılmaları, ne de Türkiye’deki "CHP, SE’den ihraç edilecek" iddiaları değiştirdi.

SE kongresindeki izlenimlerim şunlar:

1. Genel kurulda CHP’nin ihraç edilmesi, cezalandırılması ya da uyarılmasına ilişkin tek kelime konuşulmadı. Bunu dışında "çalışma organı" olan Etik Komite, kongreden bir gün önce toplandı ve SE’nin teşkilat konuları değerlendirilirken CHP’nin durumu da gündeme geldi. Bunun nedeni de Etik Komite’nin geçen yıl İsviçre’deki toplantısında CHP’ye yönelik iddialar için "Atina’da konuşalım" kararı almasıydı. CHP’ye yönelik iddialara gelince... Bunlar özellikle "bu partinin 301. madde ve partilerin kapatılmasına ilişkin davalar hakkındaki politikalarının sosyalist partilerle bağdaşmadığı" şeklinde. Etik Komite’deki İsveçli üyenin "CHP’yi ihraç edelim" şeklindeki çıkışını, SE’nin Genel Sekreteri Luis Ayala "Bu çok uç bir yaklaşım. Adil olmalıyız. Türkiye’ye bir heyet gönderelim" diyerek kesti. Komitenin diğer 13 üyesi de bu öneriyi destekledi. Dört kişiden oluşacak heyet, sonbaharda sadece CHP ile görüşüp aleyhindeki iddialar hakkındaki görüşlerini almayacak, Türkiye’deki siyasi durumu da inceleyip bir rapor hazırlayacak.

"CHP Atina’da SE’den ihraç edilecek" iddialarına en açık cevabı basın toplantısında yine genel sekreter Ayala verdi: "CHP, SE üyesidir ve olmaya devam etmektedir. CHP kongre çalışmalarına katılmadı. Buna kendileri karar verdi. Katılmamak da haklarıdır. Türkiye’deki son gelişmeleri göz önüne alırsak, burada olmaları şaşırtıcı olurdu."

2. Kongreye katılmayan Deniz Baykal’ın aday gösterilmediğinden SE Başkan Yardımcılığı bitti. SE’nin tam 37 başkan yardımcısı olduğunu söylemekte yarar var. Başkan yardımcıları coğrafi bölgeler esas alınarak seçiliyor. Türkiye "AB dışı Avrupa" bölgesinde. Ortadoğu bölgesinden seçilen başkan yardımcıları arasında Talabani de var. Yunan ana muhalefet lideri Yorgo Papandreu ise SE Başkanı koltuğunu korudu.

3. CHP’nin Atina’daki kongreye katılmama kararının nedenlerini tam olarak bilmiyorum. Buna karşı bildiğim, KKTC’deki iktidar partisi CTP’nin "gözlemci üye" statüsünden "istişari üye" statüsüne geçmesinin, Rum sosyalistlerin (EDEK partisinin yeni ve eski liderleri Yianakis Omiru ile Vasos Lisaridis) itirazlarına, Ermenistan Sosyalist Partisi temsilcisinin desteği de eklenince genel kuruldan geri döndüğüdür. Rum sosyalistlerin Kıbrıs "tezleri" cevapsız kaldı. DTP milletvekili Sabahat Tuncel’in konuşması da öyle.

4. Kongreyi izleyen medya mensuplarının büyük bir çoğunluğu Yunandı. SE ile pek ilgilenen yoktu. Onlar, Yunanistan’daki "Siemens skandalı" (siyasi partilerin rüşvet alması) için haber çıkarmak peşinde idiler. İkinci kalabalık medya grubu ise Türkiye’dendi. Bizler de CHP için ordaydık. Geriye kalan medya mensubu sayısı kaç idi derseniz? Hadi 20, 25 olsun. Bir diğer deyişle SE kongresinin dünya medyası açısından arz ettiği önem, eh o kadar da fazla değildi.
Yazının Devamını Oku