Yorgo Kırbaki

Şiddetten kaçtık, çöpe tutulduk

13 Aralık 2009
“Devlet terörü, yasadışı gözaltı” diyen de var ama polisin geçen yılki şiddet olaylarının yıldönümünde aldığı önlemler Yunan kamuoyundan pekiyi aldı. Atina sokakları Noel’e hazır. Bir de şu çöp grevi olmasa! Noel, yılbaşı yaklaşıyor. Şehir tuhaf şekilde bayramlıklarını ve paçavralarını birlikte giyiyor.
Atina caddeleri milyonlarca küçük lambalarla süslenmiş. Her caddenin süslenişi farklı. Dükkânlar Noel’e özgü vitrin estetiğiyle müşterileri cezbediyor. Hava karardı mı egemenliğini ilan eden bir renk cümbüşü var. İnsanlar 13. maaş sayılan bayram ikramiyelerini harcamak için koşuşturuyorlar heyecanla, sevinçle.
Atina caddeleri dağ gibi biriken çöp yığınlarının da esiri aynı zamanda. Belediyenin temizlik işlerinde çalışanların grevi yüzünden haftalardır toplanmıyor çöpler. Berbatın da ötesinde bir manzara. İnsanlar bayram koşuşturmasında, yükselen pis kokulardan bezmiş “Domuz gribinden ölmesek, zehirlenip gideceğiz” diyorlar.
Merkezde bayramlıkları da paçavraları da bir arada yaşatan Stadiu, Panepistimiu, Akademias caddelerinde dolaşıyorum. Bir yıl öncesi geliyor aklıma. Bir polisin (Epaminondas Karkaneas) tabancasından çıkan merminin 15 yaşındaki bir gencin (Aleksis Grigoropulos) ölümüne sebep olmasıyla başlayan ve tam iki hafta süren şiddet olayları devam ediyordu bugünlerde. Ateşe, alevlere, dumana, anarşiye, yağmacılara teslimdi şehir. Pantolonları, montları, yüzlerini örten kukuletaları siyah gençler, ellerinde sopalar, demirler ve molotofkokteylleri dükkânlara saldırıyor, karakolları basıyor, karşılarına ne çıksa yakıp yıkıyorlardı. Pantolonları, montları siyah, kafalarında beyaz kasklı polisler eşi görülmemiş bu eylemleri seyretmekle yetiniyorlardı. Her gün yeni gösteriler, her gün yeni olaylar, her yerde korku. Bilanço 70 yaralı, 1000’den fazla zarar görmüş dükkân, 500 kadar tahrip edilmiş otomobil, sanki bombalanmış devlet daireleri, üniversite binaları.

KAFADAN GÖZALTI TAM PUAN ALDI

Birkaç gün önce genç Aleksis’in ölümünün 1. yılı dolayısıyla üç gün süren gösteriler yapıldı. Bilanço sadece zarar görmüş birkaç dükkân, birkaç otomobil. Bir yıl önce şehre hükmeden siyah giysili, siyah kukuletalı gençler, benzer manzaraları tekrarlamaya niyetli idiler ama polis erken davranıp yollarını kesti. Yıkmaları, yağmalamaları beklenmeden tam 800 kişi gözaltına alındı. Devlet daireleri, üniversitelerin bahçeleri kapıları (üniversitelerin dokunulmazlığı var) zamanında polis akınına uğradı.
Velhasıl devlet tedbirini aldı ve öyle büyük olaylar yaşanmadı.
Demokrasinin kuralı elbet; “Gözaltılar yasadışı”, “devlet terörü” ve “Bari 10 milyonu da gözaltına alsınlar hiç sorun kalmayacak” diyenler var.
Ancak gerçek şu ki Yunan kamuoyu geçen yıl sınıfta bıraktığı polisine bu defa pekiyi notu verdi.
Atina caddelerinde dolaşıyorum. Çöp yığınının yanından hızla geçip hediyelik eşya satan dükkânın vitrininde, vagonları ışık saçan oyuncak treni seyrediyorum.
Yazının Devamını Oku

Dedem neden idam edildi

6 Aralık 2009
Kurtuluş Savaşı’nın ardından, yenilginin sorumluları oldukları gerekçesiyle Yunanistan’ın eski başbakanları, bakanları ve generalleri arasında yer alan 6 isim ölüme mahkum edildi. 87 yıl sonra, infaz edilen Başbakan Protopapadakis’in torunu Mihalis, dedesi ve diğer 5 kişinin haksız yere cezalandırılıp öldürüldüklerini iddia ederek Yüksek Mahkeme’ye başvurdu. Karar merakla bekleniyor.

Atina’da, Gudi semtindeki askeri cezaevinde 15 Kasım 1922 sabahı “vatana ihanet” suçundan yargılanan 6 kişi infaz edildi.
15 gün önce 31 Ekim 1922’de toplanan askeri mahkeme, Yunanistan’ın eski başbakanları Petros Protopapadakis, Dimitrios Gunaris ve Nikolaos Stratos, eski bakanlardan Yorgo Baltacis ve Nikolaos Stratos ile general Yorgo Hacıanestis’i “Küçük Asya Felaketi”nin yani Türklerin Kurtuluş Savaşı’nın suçlusu sayarak ölüme mahkum etmişti.
Suçları “Yunan ordusunun birliklerini düşmana teslim etmek... Ordunun yeniden örgütlenmesini engellemek...” Vesaire vesaire..
Sanıklardan general Hacıanestis savunmasında “Ben sadece iki buçuk ay için komutandım. Selefim 20 ay görev yaptı. Küçük Asya elimde öldü diye beni suçlamanız haksızlıktır. Başka doktorların yanlış tedavileri yüzünden ölmek üzere olan bir hastanın son doktoru niye cezalandırılsın?” diyordu.
Yunan tarihine “Altılar Davası” olarak geçen mahkeme bugün 87 yıl sonra yine gündemde.
İnfaz edilen başbakanlardan Protopapapdakis’in torunu Mihalis, dedesi ve diğer beş kişinin haksız bir şekilde ölüme gönderildiklerini belirterek “Soyadlarına sürülen kara lekenin aklanması” istemiyle Yüksek Mahkeme’ye başvurdu.
Yüksek Mahkeme eğer “Altılar Davası”na yeniden bakılmasını kararlaştırırsa 87 yıl sonra “Küçük Asya Felaketi” yani Kurtuluş Savaşı dönemi buralarda yeniden canlanacak.
Mihalis Potopapadakis dava dilekçesinde “Felaketin hemen ardından toplanan askeri mahkeme, 1922’deki yenilginin nedenlerini bilemezdi. Yunan ordularının İzmir limanından ayrılışı 30 Ağustos 1922’de başladı ve 5 Eylül’de tamamlandı. Aynı yılın 31 Ekim’inde bakılan davada askeri hakimlerin ellerinde sanıkları ölüme mahkum edecek belge ve kanıt yoktu” dedi.
Tarihçiler buralarda ikiye ayrılmış durumda. Kimilerine göre, 1922’deki mahkemede “İzmir ve Edirne gibi şehirler düşmana teslim edildi” iddiası ortaya atılırken bilinçli olarak bu şehirlerin “Yunan egemenlik sınırları içinde bulundukları” belirtilmedi. Çünkü Yunanistan’ın o dönemde müttefiklerinden aldığı talimat sadece “İzmir merkezli Aydın bölgesinin asayişini korumaktı”. Yunanistan’ın müttefiklerinin kafasında bu bölgenin rejimi için 5 yıl içinde referandum yapılması vardı. Dolayısıyla Aydın bölgesi “vatan toprağı” sayılamaz. Dolayısıyla “vatan hainliği” söz konusu olamaz. Aynı çevrelere göre, İzmir’in “kaybedilmesi” Yunan hükümetinin kasıtlı bir siyaseti değil savaşta uğranılan bir yenilginin sonucudur.
Buna karşı bazı tarihçiler “altılar”ın vatana ihanet ettiklerinde ısrarlı. Söz konusu çevrelere göre, Ege’deki bazı Yunan birliklerine kasten yardım gönderilmedi. Ölüme mahkum edilen politikacılar “Anadolu’dan gelecek göçmenlerin Atina’da yaratabilecekleri siyasi krizi düşünerek binlerce insanı ölüme terk etti.”
Yüksek Mahkeme’nin kararı merakla bekleniyor.

Yunan turist İzmir’i neden ziyaret eder

Birkaç aydır İzmir-Atina seferlerini başlatan Pegasus ve Sun Express’in şirketlerinin kaç Yunan yolcu taşıdıklarını doğrusu merak ediyorum. Ege bölgesinden Türk turistin eğer vizesini aldıysa Atina’ya gelmesini anlıyorum da, Yunan turistin İzmir’i ziyaret etmesi için şimdilik “dedesinin yaşadığı toprakları görmekten” başka bir neden bulamıyorum.
Yunan turist İstanbul’a hareketinden önce bu şehri adeta avucunun içi gibi biliyor. Gazetelerde, dergilerdeki turizm şirketlerinin reklamları bir yana, yıllardır milyonlarca Yunan turist İstanbul’a gitti ve izlenimlerini akrabalarına, yakınlarına, komşularına anlattı. Kapalıçarşı, Ayasofya, Sultanahmet... Nerede alışveriş yapılacak, hangi lezzetler nerede tadılacak önceden kafalarda planlanmış.
Peki İzmir’de ne yapacak? Nereleri gidecek, hangi beldeleri ziyaret edecek? Üç-dört gününü gecesini nasıl geçirecek? Bu şehrin lezzet durakları, alışveriş yerleri neresi?
Cevap yok..
Efes’i, Bergama’yı duymuş olanlar var ama hepsi bu. Diyorum ki özellikle ilkbahar geldiğinde sözgelimi Çeşme’nin, Foça’nın tanıtımı yapılamaz mı? Otellerin durumu, fiyatları, eğlence yaşamı anlatılamaz mı?
İzmir’in buralarda tanıtımı şart. Bazı etkinliklerin başlatılması vakti geldi gibi. Bu da sanırım havayolu şirketlerinin işi değil sadece.

Papandreu ve Samaras okul arkadaşıydı

Hiç şüphe yok ki parlamentoda kozlarını paylaşırken ya da karşılıklı açıklamalarında birbirlerini ağır ifadelerle eleştirecekler, hatta suçlayacaklar. Resmi davetlerde bir araya geldiklerinde ise buz gibi yüz ifadeleriyle, hatta bakışlarını kaçırarak el sıkışacaklar. Konuşurlarsa da hal hatır sormakla sınırlı kalacak sohbet. Bir ülkenin başbakanı ile ana muhalefet lideri arasındaki “soğuk ilişki” siyasetin doğasında var. Zaten bir ülkenin kamuoyu da genellikle başbakanla muhalefet liderinin “ayrı dünyaların” insanları olduklarına inanır.
Yunanistan’da iki aylık başbakan Yorgo Papandreu ile ana muhalefetin bir haftalık lideri Andonis Samaras arasındaki ilişkiler de taşıdıkları unvan gereği, siyasetin yapısı gereği pek farklı olmayacak.
Oysa bugün 57 yaşındaki Yorgo ile 58 yaşındaki Andonis siyasetin “s” sini bilmedikleri yıllarda, delikanlılık çağlarında sıkı dost idiler.
İkisi de 1970’li yıllarda ABD’de Amherst College’da okurken Papandreu, Samaras ve iki Yunan öğrenci daha ayrılmaz bir “kare” oluşturuyorlardı. İkisi de kızlı-erkekli öğrenci partilerinin değişmez simalarıydı. Gittikleri okulun etrafında bir sürü kız koleji vardı. Dört kıza bir erkek düşerdi.
Yıllar sonra Papandreu da Samaras da farklı cephelerden siyasete atıldılar. Samaras 1985’te New York Times’a verdiği demeçte, Papandreu ile ilişkisini şöyle anlatıyordu: “Yunanistan’daki siyasetçiler Yorgo ile karşılaştığımızda hep kahkahalarla gülmemizi yadırgarlar. Siyaset için güldüğümüzü sanırlar. Oysa biz ABD’de öğrencilik yıllarımızdaki kız arkadaşlarımızı hatırlayıp güleriz” demişti.
Kaderin cilvesi mi nedir, delikanlılık dönemlerinde iki hızlı çapkın, iki sıkı dost, bugün Yunan siyasetinin zirvesindeler.
Birkaç gün önce başbakanla ana muhalefet lideri arasında ilk görüşme yapıldı. El sıkıştılar. Başbakan yeni muhalefet liderini tebrik edip başarılar diledi. Sonra memleket meseleleri konuşuldu.
Yazının Devamını Oku

Mahallemde bayramlar

29 Kasım 2009
İstanbul’da Hıristiyan Ortodoks Rumlar, bir zamanlar bayramlıklarını giyer, Müslüman Türk dost ve komşularının Kurban Bayramı’nı kutlamak için ziyaretlere giderlerdi. Müslüman Türkler bir zamanlar kestikleri kurbanın bir bölümünü dost ve komşuları olan Rumlara gönderirlerdi.

Çocukluğumda ve ilk delikanlılık yıllarımda evdeki buzdolabı kurbanlık etle dolardı.
Dedem ve adaşım Yorgo, Eminönü’nde büyük bir kasabın muhasebecisiydi ve etten anlardı. Annem Katerina babasından öğrendiğini bize hep tekrarlardı: “Kurbanlık et hemen pişirilmez. Birkaç gün dinlenmesi gerek”. Gel gör ki canım pirzolaları bir an önce ızgarada pişirilmiş görmek isterdi bu gönül. Siz deyin günlerce, ben diyeyim haftalarca et yerdik.
Mahallemde Sevgi Abla’nın, Şükrü Bey’in elini öperdim bayramda. Harçlığımı eksik etmezlerdi. Hıristiyanların Paskalya Bayramı’nda yumurtaları kırmızıya boyayıp satan bakkalımız Suavi Bey’in, Kurban Bayramı’nda elini öpmenin karşılığı şekerdi. Keyifli oldu mu da çeyrek ekmek arası kaşar
ya da sucuk.
Koçların, kuzuların bazen de sığırların yol ortasında kesilmelerine dayanamazdım. Ellerinde bıçak, yılda bir gün için “kasap” diye ortaya çıkanlardan nefret ederdim çocukluğumda.   
Önce Selim, Salim, Oğuz Deniz ile yaşları biraz büyüdüğünde Ali, Bekir, Selçuk ile bayramlarda Beyoğlu’nun kaldırımlarını aşındırırdık. Atlas’ta 12.00, Emek’te 14.15, Yeni Melek’de 16.30 matineleri... İzlemediğimiz film kalmazdı. Şimdi yerlerinde yeller esiyor, Elif’de, Emmim’de, Atlantik’te doyururduk karnımızı. Tatlı için de bence sahibi Luka Bey’in ölümünden sonra  profiterolün tadı biraz değişen İnci Pastanesi, yanındaki Konak Pastanesi ya da Saray Muhallebicisi’nde alırdık soluğu.
Kurban Bayramı’nın ilk gününden sonra annelerimizden azar işitmek hatta bazen dayak bile yemek uğruna kumaş pantolonlarla, deri ayakkabılarla saatlerce top oyardık. Yokuş üzeri kale diye iki taş, plastik bir top, peşinden koş babam koş... Mahallenin gençler için “kâbusu” yaşlı Ayşe Teyze, “Bayram diye konuşmuyorum ama hele bir geçsin o topu alıp yırtacağım” diye bağırırdı. Yıllar geçti, ben değiştim, zaman değişti, melodiler de öyle. Mahallede de pek tanıdığım kimse kalmadı. Üstelik trafiği ve kalabalığı yüzünden “Bayramları İstanbul’da asla...” sözü verdim kendime.

Yazının Devamını Oku

Bir futbol mucizesi

22 Kasım 2009
Avrupa’da ya ikinci sınıf takımlarda oynayan ya da birinci sınıf takımların yedek kulübesinde oturan futbolculardan kurulu Yunan milli takımı, baraj maçında Ukrayna’yı 1-0 yendi, şimdi Güney Afrika’daki Dünya Kupası finallerinde top koşturacak. Komşu bayram ediyor.

Önce kadroya bakalım. Kalede Corvas (Panatinaikos), savunmada Spiropulos (Panatinaikos), Moras (Bologna), Vindras (Panatinaikos), Kirgakos (Liverpool), savunmanın önündeki savunmada Piatsikas (Schalke 04), Katsuranis (Panatinaikos), Karagunis (Panatinaikos) ve Salpingidis (Olimpiakos), orta sahada pres ağırlıklı savunmada Samaras (Celtic) ve rakiplerin organize atağa kalkmasını önlemek için ileri uçtaki savunmada Haristeas (Nurnberg)...
Özetle, her şeyin savunmaya dayalı olduğu gösterişsiz ve tabeladaki skoru esas alan bir futbol felsefesi.
Gelelim kadrodaki “gurbetçiler”in durumuna. Son lig maçında Kirgakos yedek, Piatsikas 54. dakikada oyuna girmiş, Haristeas’ın takımı Alman liginde 16, Moras’ın takımı İtalyan liginde 15. sırada. Sürekli bir çıkış grafiği gösteren Samaras ise İskoçya liderinin ilk 11’inde.
Yunan milli takımındaki “yerlilere” baktığımızda 5 oyuncu 13 yılda sadece bir şampiyonluk yaşamış, Panatinaikos’da top koşturuyor. Buna karşı, aynı sürede 12 şampiyonluk yaşayan Olimpiakos’dan sadece bir oyuncu var. Bu diyarın üçüncü büyüğü AEK (bendenizin takımı) ve diğer takımlardan ise kimse yok.
Şüphesiz milli takımlar her ülkenin liginde oynanan futbolun aynasıdır. Hem Türkiye hem Yunanistan ligini izleyen biri olarak, kesinlikle Türkiye’deki maçlardan çok daha fazla zevk aldığımı söyleyebilirim. Kıran kırana mücadeleler, seyredilmeye değer goller veya gollük pozisyonlar buralarda çok az.
Suyun iki tarafındaki üç büyükleri kıyasladığımda, Fenerbahçe’nin, Galatasaray’ın, Beşiktaş’ın bütçeleri, Olimpiakos, Panatinaikos ve AEK’dan mukayese edilmeyecek kadar büyük. Yunan takımlarının kardolarında ne bir Guiza, ne bir Roberto Carlos, ne bir Alex (ne yapalım kanımız sarı lacivert) kalitesinde yabancı var. Arda, Emre kalitesinde oyuncular da ne gezer buralarda? Olimpiakos’un teknik direktörü, takdime gerek yok, Zico. Panatinaikos’unki ise Rijkaard’ın Barcelona’daki yardımcısı Henk Ten Kate.
Ve Avrupa’da ya ikinci sınıf takımlarda oynayan ya da birinci sınıf takımların yedek kulübesinde oturan futbolcular ile “ikinci sınıf” bir ligde (Yunan ligi) top koşturan futbolculardan kurulu Yunan milli takımı, çarşamba gecesi ölüm-kalım maçında 0-0’ın rövanşında deplasmanda Ukrayna’yı 1-0 yenerek 2010 Dünya Kupası biletini aldı. Türkiye malumunuz Dünya Kupası’nda yok. Bu başarıda en büyük pay bu futbolculara disiplini, sabrı ve futbolun takım oyunu olduğunu aşılayan Alman teknik direktör Otto Rehhagel’indir. Bu başarıda, 9 yıldır Rehhagel’de ısrar eden Yunan Futbol Federasyonu’nun da önemli payı vardır. Bu başarıda, hocalarının istediğini sahada uygulayan, egolarını soyunma odalarında bırakan, “sivrilmeyi” ikinci planda tutan ve hep koşan futbolcuların payı da teslim edilmelidir.

Yazının Devamını Oku

Teodora’nın çeyizi

15 Kasım 2009
İstanbul’da çocukluğumda hep “Türkiye’de erkekler, Yunanistan’da ise kızlar başlık parası verir” diye duyardım. Atina’ya göçtüğümde Yunanlıların bu âdetinin tarihe karıştığını, drahoma almak için geç kaldığımı üzüntüyle tespit ettim.

Geçenlerde, İstanbullu Rumların gazetelerinden “Eptalofos”u (Yeditepe) okurken drahomanın sadece Yunanistan’da değil aynı zamanda bir zamanlar İstanbul’daki zengin Rum aileleri arasında da âdet olduğunu öğrendim. Üstelik kızın damada götürdüğü mal, mülk ve para bazen kağıt kaleme bile dökülüyormuş.
Fayton fabrikası sahibi Neoklis Noios’un sevdiği ve dünya evine gireceği Teodora’nın babası ile 7 Haziran 1916’da Tatavla’da (bugünkü Kurtuluş) kilise papazının ve şahitlerin önünde imzaladıkları çeyiz sözleşmesi, kız tarafının düğünden altı gün önce damada beş yüz altın sayacağı maddesiyle başlıyor. Ardında da bir evle iki dükkânın da damada verileceği belirtiliyor.
Kızın babası zengin, damat daha zengin. Eh olabilir.
Asıl beni hayrete düşüren sözleşmenin sonrası. İki şapka, yirmidört adet çorap, dört uyku yastığı, üç kuştüyü yastık, iki şilte, altı masa örtüsü, on iki sutyen, iki tayyör, beş tencere, iki tepsi, bir tava.
Bilmem kaç elbise, bilmem kaç çarşaf, bilmem kaç peçete yazılı sözleşmede. İki beyaz kombinezon, on iki gecelik, altı çift ayakkabı, iki çift eldiven, on iki havlu, iki şemsiye, iki battaniye. Hizmetçinin önlüğü bile düşünülmüş. Onu da kız tarafı verecek.
Ha, yatak odası da kız tarafının. İki yatak, bir gardırop, iki komodin, bir ayna...
Damat her ihtimale karşı “Sözleşme özeldir ancak gerektiğinde resmi makamlar nezdinde de geçerlidir” maddesini de ekletmiş.

Yazının Devamını Oku

Atatürk’ün çiçekçisi

1 Kasım 2009
Sabuncakis’in kızıyla Atina’da bir defilede tanıştım. Babası Yorgaki Efendi’nin saraydan Çankaya’ya uzanan hikâyesini bu İstanbul hanımefendisinden dinledim.

Hayat bazen ne güzel sürprizler, ne güzel tesadüfler gizliyor. Geçenlerde bir defileye giderken Klio Etnopulu Purnara ve annesi Virginia Hanım ile tanışacağım, mankenlerin podyuma çıkmasını beklerken yaptığımız sohbetin bugünkü yazıya konu olacağı aklımın ucundan geçmezdi.
Klio hem işkadını hem de yazar. Osmanlı döneminde İstanbul’da tanışan bir Rum kızı ile bir Türk gencinin aşkını konu alan “Bir Kadın 7 İsim” adlı kitabı hayli ilginç. Öğrendiğim kadarıyla da 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti organizatörleri bu kitapla ilgilenmiş. Ancak daha Türkçeye tercüme edilmedi.
Annesi Virginia Hanım duruşuyla, konuşmasıyla, A’dan Z’ye tam bir İstanbul hanımefendisi. Bakımlı, alımlı, tatlı dilli, güler yüzlü.
İki hemşerimle laf lafı açarken Virginia Hanım Türkiye’de adı çok tanınan birinin kızı olduğunu söyledi. Merak ettim sordum, başladı anlatmaya:
Dedem Efstratios da babam Yorgo da Türkiye’de çok ünlü isimlerdi. Dedem ilk dükkânını 1874 yılında Beyoğlu’nda açtı. Sarayla iş yapardı. Şehzadelerin sünnet düğünlerinde, bayramlarda, eğlencelerde onun damgası vardı. Tam 11 çocuğu oldu. Okuttu onları. Hepsi Fransızca biliyordu. Büyük arazilere sahipti İstanbul’da. Dedem ölünce babam Yorgo ve amcam Kostas baba mesleğini sürdürdüler.
Babam hep İstanbul’da yaşadı. 1977’de İstanbul’da 81 yaşındayken öldü. Türkiye’de 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde başkent Ankara küçük bir şehirdi. Babamın mesleğini orada pek kimse bilmiyordu. Üstelik bu mesleğin ürünlerine de büyük ihtiyaç vardı. Ankara’dan gelen siparişlere yetişemiyordu. İki-üç ayda bir Ankara’ya gidip çeşitli devlet dairelerinden parasını tahsil ediyordu.
55 BİN LİRA VARLIK VERGİSİ

Yazının Devamını Oku

Zengin kız, fakir oğlan KIBRIS’TA SON DURUM

25 Ekim 2009
Annan planının Rumlar tarafından reddedilmesiyle “bu sorun ömür billah çözülmez” inancımı yine bilmem kaçıncı kez yeniden gözden geçirmeye hazırlanıyordum. Ama geçen hafta gittiğim Rum Kesimi’nde gördüklerimden sonra iyimserliğimi frenledim. Kıbrıs sorununun çözümü için bilmem kaçıncı kez umut belirdi. Rum Yönetimi ile KKTC arasındaki görüşmelerde bazı ilerlemeler sağlandığı söylenebilir. Üstelik Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan, Yunanistan’da Yorgo Papandreu, KKTC’de Mehmet Ali Talat ve Rum Kesimi’nde de Dimitris Hristofyas’ın iktidarda olduğu göz önüne alınırsa daha iyi bir konjonktür can sağlığı.
Öncelikle Rum kesiminde esen siyasi havayı aktarayım. Ana muhalefetteki merkez sağcı “Demokratik Alarm” (DİSİ) partisi Talat ile görüşmelerinde Hristofyas’ı destekliyor. DİSİ ile Hristofyas’ın partisi komünist AKEL’in oyları yüzde 70’in üzerinde.
Ancak, demokrasilerdeki çoğunluk esası ve dolayısıyla da matematik Rum kesiminde sanki ellerini havaya kaldırıyor. Çünkü geriye kalan yüzde 30 ve özellikle kilise zannedebileceğimizden çok daha güçlü.
Eski lider Tasos Papadopulos’un partisi DİKO, Makarios’un doktoru olan Vasos Lisaridis’in kurduğu sosyalist EDEK ve diğer küçük partilerle kilise, medya, kamuoyu ve iş dünyasını son derece etkiliyor. Onların sesi, matematiksel büyük çoğunluktan daha fazla duyuluyor ve itibar görüyor.
Rum siyasetçinin hayali iki dönem başkanlıktır. Hristofyas eğer istisna değilse dengeleri korumak zorunda olduğundan, 2008’de başkan seçilmesini sağlayan küçük partilerin oylarını hesaba katarak adım atmak zorunda.

BİZ ZENGİNİZ, TÜRKLER FAKİR

“Sokaktaki adam”a gelince. Daire fiyatları için 400-500 bin Euro gibi uçuk fiyatlar duyduğum Lefkoşa’nın güneyindeki Makarios caddesinde dolaşırken, 200 bin nüfuslu bir şehirde yan yana dizili yüzlerce lüks dükkan, Rumların günün birinde Türklerle birlikte yaşamaya zor “evet” diyeceklerinin işareti.
Kıbrıs Üniversitesi’nde konuştuğum gençler, tanıdığım tanımadığım bir sürü Kıbrıslı Rum’dan duyduklarım “Biz zenginiz, Türkler fakir” noktasında birleşiyor ve kimse paylaşmaya pek niyetli değil. Kıbrıslı Rum günün birinde eğer paylaşacaksa zenginliğini, kim bilir karşılığında neler isteyecek.
Lefkoşa’da belki de en lezzetli şeftaliye kebabı ile helim peyniri pişiren Hristakis’in salaş mekanında otururken, her sabah çalışmak için Rum tarafına gelen ve gece KKTC’deki evlerine dönen birkaç Kıbrıslı Türk futbol sohbeti yapıyordu. Garson da Türk. Haftada 260 Euro kazanıyor. Kuzeyde bu parayı almasına imkan yok. Her gün 3-4 bin Türk çalışmak için Rum tarafına geçiyor.
Onbinlerce Türk’ün Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu var ama güneyde dükkanı olan tek bir Türk duymadım. Dönerci Mustafa varmış o da birkaç yıl önce ölmüş.
Kıbrıs Rum Kesimi’nde bir noktaya kadar anlayışla karşıladığım ama bir noktadan sonra da izah edemediğim aşırı milliyetçilik maalesef hâlâ dimdik ayakta.
Dünyanın başka hiçbir yerinde Rum kesimindeki kadar Türkiye ve Türkler hakkında konuşulacağını zannetmiyorum. Bunu da anlayışla karşılıyorum ama Türkiye’yi ve Türkleri pek tanımamalarını bir türlü anlayamıyorum.

Atina’da Türk oteli tanıtımı

Havayolu şirketlerinin İzmir-Atina seferleri düzenlemeye başlamasıyla İzmir’e gidecek Yunan turist sayısında patlama olması bekleniyor. Bu nedenle de İzmir Swissotel’in (eski Büyük Efes Oteli) tanıtımı yapıldı, Atina’nın tepesi Likavitos’da, Saint George otelinin muhteşem manzaralı terasında...
Öncellikle TC’nin yeni Atina büyükelçisi Mehmet Hasan Göğüş ile tanışma fırsatı buldum. Adesmeftos gazetesinin sahibi Dimitris Rizos da davetliler arasındaydı.
Atina’da Türkiye ile ilgili bir tanıtımda bir gazete patronu görmek şaşırtıcıydı. Gazeteyi ziyaret etmem konusunda anlaştık.
İş dünyasından, turizm sektöründen isimler vardı gecede. Birbirinden güzel mankenler de doğrusu renk kattı.
Gecenin organizasyonunda emeği geçenler arasında İstanbullu Rum hemşehrim Ari Dreko’nun (Privilege Innovations) olduğunu öğrenince daha bir keyiflendim.
Yazının Devamını Oku

İki mezar, birkaç dal ve bir avuç toprak

18 Ekim 2009
Papandreu merhum dostu İsmail Cem’in mezarına birlikte diktikleri zeytin ağacının dallarından bırakırken, Midilli’de CHP’li Kemal Anadol bir Rum’un mezarına bir avuç toprak bırakıyordu. Yorgo Papandreu, “Yunan başbakanı ilk yurtdışı ziyaretini Kıbrıs Rum Kesimi’ne yapar” geleneğini bozarak, Atina’da şaşkınlık, Rum tarafında ise biraz endişe, biraz da mırıldanmaya yol açtı ani İstanbul ziyaretiyle. Papandreu, 10 yıl önce kendisiyle aynı davaya gönül veren (Türk-Yunan yakınlaşması) merhum İsmail Cem’in mezarına gittiği sırada, Ayvalık’ın karşısındaki Midilli Adasında yine bir mezar başında, Nikos Hacımakris’in mezarı başında yine anlamlı bir ziyaret gerçekleşiyordu. /images/100/0x0/55eb1ed6f018fbb8f8ac7c09
1909 yılında, o zamanki adı “Kasaba” olan Turgutlu’da doğmuştu Niko... 1919’da Yunan ordusunun Turgutlu’ya, 1922’de de Türk ordusunun İzmir’e girişini yaşamıştı. O yıllarda onca insanlık dramına şahit olmuştu.
Midilli’ye kaçmıştı. Köylüydü, toprağı bilirdi. Yine toprakla uğraştı yeni yurdunda. Evlendi, üç çocuk sahibi oldu. Yıllar yılları kovaladı ve memleketi Kasaba’yı taaa 79 yaşında olduğunda görebildi yeniden. Aynı yolda yürüdü, aynı toprağı kokladı. Ve iki ay önce göçüp gitti bu dünyadan Nikos Hacimakris.
Sevdiği bir dostu gelmişti mezarı başına. Memleketten de toprak getirmişti. Başbakan Papandreu İstanbul’a gelirken 2001 yılında Sisam Adası’nda Türk-Yunan dostluğunun sembolü olarak İsmail Cem’le birlikte diktikleri zeytin ağacından dallar getirmişti beraberinde. Papandreu dalları İsmail Cem’in mezarına bırakırken, Hacımakris’in arkadaşı da beraberinde getirdiği Kasaba, yani Turgutlu toprağını serpti mezara.

AYNI GÜN, SUYUN ÖTE YANI

O gün CHP Grup Başkanvekili ve İzmir milletvekili Kemal Anadol da, Foça Belediye Başkanı Gökhan Demirağ ile birlikte Hacimakris’in mezarı başındaydı.
Sekiz yıl önce tanışmışlardı. Kemal Anadol, Kurtuluş Savaşı yıllarında Foça-Ayvalık-Midilli üçgeninde yaşanan ve Ege’nin her iki yakasında oturan halkların belleklerinde derin izler bırakan olayları gerçekçi ve son derece yalın bir dille anlattığı “Büyük Ayrılık” kitabını yazarken... Defalarca Midilli’de buluşmuşlardı. Niko hep başından geçen onca şeyi anlatırdı.
Eminim İsmail Cem de, Nikos Hacimakris de, oldukları yerden dostları Yorgo Papandreu ile Kemal Anadol’u seyrediyordu.

Bir vagonun öyküsü

Öykümüz bir tren vagonu. Nasıl bilinmez 2. Dünya Savaşı sırasında, Nazi işgali altında bulunan Yunanistan’a, Selanik’e getirilmiş. Kimse de pek önem vermemiş. Tam 33 yıl Atina-Selanik seferi yapan trenlerde lokanta vagonu olarak kullanılmış.
Eskimiş, mutfak bölümü de zamanın ihtiyaçlarına cevap veremez olmuş. 1978’de Selanik’teki tren mezarlığına terk edilmiş. Bu kez yeni müdavimleri uyuşturucu müptelaları ya da evsizler olmuş. Az değil, 15 yıl da onlar hırpalamış yaşlı vagonu.
Günün birinde Eftimios Kontzopulos adlı trenlere meraklı birinin dikkatini çekti. Uzun araştırmalardan sonra adam Yunan devlet demiryollarının kapısını çalıp, “Beyler bu vagonun şanlı bir tarihi var. Paris-İstanbul hattında işleyen ünlü Orient Express’in (Doğu Ekspresi) vagonu bu” deyince yetkililer kulaklarına inanamadı. Araştırıldı, soruşturuldu. Sonunda, kaderine terk edilen vagonun efsanevi trenin restoran vagonu olduğu anlaşıldı.
Kimbilir zamanında deri sandalyelerine hangi krallar, hangi devlet adamları, hangi sanatçılar, hangi zengin işadamları oturdu. Kimbilir zamanında ahşap masalarında duran kadehler tokuşturulduğunda ne aşk, ne intikam yeminleri edildi.
Vinçlerle taşındı 50 tonluk ağırlık tren müzesine. Boyandı onarıldı. Aslına sadık kalınarak ilk şekline dönüştürüldü. Tahta oya gibi işlendi. Perdeler ağır pahalı kumaştan.
Şimdilerde özellikle hafta sonları öğrencilerin ziyaretiyle dolup taşıyor. Halinden memnun sanki. Ama dili yok ki şanlı tarihini anlatsın çocuklara. “En azından Agatha Christie’ye ilham kaynağı oldum. En azından Dedektif Hercule Poirot’a esrarengiz cinayetleri çözerken yardım ettim” diyebilirdi.

Dedektif Haritos İstanbul’da

Yunanistan’da polisiye romanların bu dönem bir numaralı yazarı İstanbullu Rum Petros Markaris. Yazar İstanbul’da doğdu ve Avusturya Lisesi’nde okudu. Sonra diyar diyar gezdi.
Romanlarında kahramanın adı “Dedektif Haritos”. Cinayet masasında çalışan aklı başında, ölçülü, ahlaki değerlere önem veren bir polis... Karısının dırdırından bıkan bir koca, kızının haylazlıklarından usanan bir baba...
Markaris’in son romanı “Eskiden Çok Eskiden” İstanbul’da geçiyor. Dedektif Haritos karısıyla İstanbul’a gidiyor. Önce gezip tozuyor, yiyip içiyor. İstanbul’un güzelliklerini yaşıyor. Ancak birkaç gün sonra her zamanki gibi başı belaya giriyor. Yunanistan’ın Drama şehrinde yaşayan kökeni Pontuslu yaşlı bir kadın Karadeniz’de bir dizi cinayet işliyor. Dedektif, yaşlı kadının bir sonraki cinayetini önlemeye çalışıyor. Bu arada “Murat” adlı bir Türk dedektifle de işbirliği yapıyor. Romanları TV dizilerine dönüştürülen Markaris öyle medyatik biri değil. Okuduğum ender demeçlerinden birinde şunları söyledi:
“İster hoşumuza gitsin ister gitmesin İstanbul 1453’te bitmedi. Aksine İstanbul 1453’ten sonra yeni boyutlar kazandı. Eğer doğruyu söyleyeceksek camiye dönüştürdükleri Ayasofya hariç Türkler hiçbir şeye dokunmadı. Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi de o zamanlar İstanbul’da ibadet için öyle büyük bir caminin bulunmamasındandır. Roma veya Siena, Rönesans şehirleridir. Paris her zaman batıydı. Doğu ile batı sadece İstanbul’da birlikte yaşıyor. İstanbul’u diğer dünya şehirlerinden farklı kılan kokusu ve kolaylıkla bir kültürden diğer kültüre geçebilmesidir”.
Hemşehrim, soydaşım Petros Markaris ile mutlaka tanışacağım. İstanbul aşkımız bunu gerektiriyor.
Yazının Devamını Oku