Yorgo Kırbaki

Kahvaltısız havuzsuz oteller

9 Ağustos 2009
İki gönül bir olunca, odalarındaki televizyonlarda porno filmleri bile gösterilen “aşk yuvası”na gider. Evleri birlikte olmalarına elverişsiz ya da yasak aşkı tadan çiftlerle dolup taşar günün 24 saati bu oteller. Geceleyen de olmaz. Odalar birkaç saat için kullanılır.

Ne 7, ne 5 ne de 4 yıldızlıdır anlatacağım oteller. Ne yüzme havuzları vardır, ne tenis kortları ne de spor salonları. Oda ücretine kahvaltı dahil değildir. Çünkü ne geceleyen vardır ne de kahvaltı servisi. Restoran, bar, toplantı salonu filan da ne gezer...
Girişleri, koridorları, odaları tertemizdir. Banyo, klima ve TV standartlar arasında.
Müşteriler hep iki kişidir. Bir kadın, bir erkek. Ender durumlarda iki erkek ya da iki kadın.
Resepsiyondaki görevli işini iyi bilir. Müşteri acelecidir. Bu yüzden soru moru sormaz, kimlik mimlik istemez. Diyalog çok kısadır:
-“Oda lütfen”.
-“Şu katta, şu numara.”
Anahtar ve TV kumanda aleti teslim edilir müşteriye.

Yazının Devamını Oku

Batı Trakya’da gördüklerim duyduklarım

2 Ağustos 2009
Hafta sonu, Batı Trakya Türk azınlığının yoğun yaşadığı Gümülcine ve İskeçe’den geçti yolum. Dostlarımla hasret giderdim, anlatılanları dinledim, mahallelerde, meydanlarda dolaştım. Batı Trakyalıların tatil beldeleri Fener’den (Fanari), Meşe’den (Mesi) geçtim.

“Amerika’yı keşfetmek” değildi elbet niyetim. Batı Trakya Türklerinin eğitim, müftü, etnik kimlik gibi yıllardan beri süregelen sorunlarının hâlâ devam ettiği, buna karşın son 15 yıl içinde günlük yaşamlarının önemli ölçüde kolaylaştığı ve bazı ayırımcı uygulamalara da son verildiği malum. Ben sadece havayı koklamaya çalıştım.

Yanılıyor olabilirim ama bazı “tespitlerimi” sizlerle paylaşmak isterim:

1. Büyük bölümü tarımla geçinen Batı Trakyalı daha bir fakirleşti. Bölgedeki Türk çiftçi de Yunan çiftçi de dertli. Ekonomik krizin etkileri her yerde görülüyor.

2. İki yıl öncesine kıyasla, Türklerin yaşadığı mahallelerde daha fazla türbanlı kadınla karşılaştım. Tesadüf olabilir ama kadınlar sanki daha bir “kapanmış” gibime geldi.

3. Buna karşı, Yunancayı mükemmel konuşan, her halleriyle Avrupalı Türk gençler ile de karşılaştım.

4. Türkler ile Yunanlılar “beraber” değil de sanki “yan yana” yaşıyorlar. Sanki “çanaklar hâlâ ayrı” gibi. Gümülcine’nin merkez meydanında dolaşırken binlerce insan arasında Türkçe konuşanlar iki elin parmaklarıyla sayılacak kadardı.
Anlatılanların yalancısıyım, Gümülcine il sınırları içinde yaşayıp ömründe şehrin meydanını bilmeyen Türk varmış. Gördüklerimin tanığıyım, Batı Trakya’nın tatil beldelerinde Türkler ayrı, Yunanlılar ayrı yerden denize giriyor. Fener’de, Meşe’de görünmez bir “kural” var sanki.

5. Türklerin yaşadığı bazı köylerde bazı saçma sapan uygulamalar, kimin işine yarıyor bilmiyorum ama bir türlü değişmiyor. Duyduğum kadarıyla, Gümülcine’nin Şahin bölgesindeki ilkokula 20 yıldır sabahları sadece erkek, öğlenleri de sadece kız öğrenciler gidiyor.

6. Yine duyduğum kadarıyla eski gücünde olmasa bile “aşırı milliyetçilik” ırk ayırımı yapmaksızın bazı çevrelere hâlâ rant sağlıyor.

7. Gümülcine merkez meydanında Ziraat Bankası’nın şubesi hizmet veriyor. Türk-Yunan ilişkilerinde 10 yıldır yaşanan yakınlaşma sürecinin meyvesi. 1999 öncesi kimin aklına gelebilirdi? Ziraat Bankası’nın 8 ayda 2 binden fazla mudisi olmuş.
Batı Trakya’dan ayrılırken, bazı şeyler nasıl da değişti ve bazı şeyler nasıl da hiç değişmedi diye düşünüyordum.

NAMMOS EFSANESİ

Hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun, İstanbul’a gidip de Boğaz’ı görmeden dönen, Roma’ya gidip de San Pietro Meydanı’nı görmeden dönen, Paris’e gidip Eiffel Kulesi’ni görmeden dönen veya “günah adası” Mikonos’a gidip de Psarrou Plajı’na ve bu plajın içindeki Nammos bar-restoranını görmeden dönen turistlerin kesinlikle ortak bir yanı vardır.

Psarrou ve Nammos, Mikonos’un “tarihi eserleri” arasında sayılıyor. Dünya jet sosyetesi her hafta sonu buralarda tam 300 bin Euro bırakıyor. Bir diğer deyişle ekonomik kriz Psarrou ve Nammos’a uğramadı. Uğrayacağı da yok.
İstediğiniz kadar erken uyanıp, istediğiniz kadar erken gidis Psarrou Plajı’na, kumun denizle buluştuğu, yani ön sıradaki şezlonglara uzanma şansınız yok. Çünkü onlar rezerve. Her yıl nisan ayında yapılan “açık artırmada” sezonluk kiralanıyor. Bu yıl, iki şezlong bir şemsiye 3 bin Euro’dan kiracı buldu. Bedeninizi uzatıp da bir köşede etrafı kolaçan ederken yanınızdan geçen seyyar müzisyeni yabana atmayın. Saksofon çalıyor adam ve “tarife” 20 Euro’dan başlıyor.

FİYATLAR EL YAKIYOR

Denizdi menizdi yoruldunuz, karnınız acıktı. Nammos orada. Sadece fiyatları el değil, gövde, ayak, hatta karaciğer bile yakıyor.
Daha geçenlerde Suudi Arabistanlı bir işadamı, dostlarına ziyafet çekmek amacıyla bir öğlen için bu mekânı kapatmış. Fatura 350 bin Euro. Her masada tanesi 3 bin 500 Euro’dan Cristal Magnum şampanyalar.

Kulağıma gelenlere bakılırsa yine geçenlerde çokuluslu bir yabancı firmanın sahibi ise içkiyi fazla kaçırınca, Nammos’a sipariş ettiği şampanyaları denize boşaltmaya başlamış. Sonra de kendini şampanya kokulu serin sulara atmış. Terbiyesiz, mayosunu da çıkarmış. Ama no problem... Nammos’taki bir çalışan elinde havlu ile denize girip, sarhoş ancak zengin turiste yardımcı olmuş. Fatura çok değil 80 bin Euro’cuk.

“Amiral masası”nın rezervasyonu için hem para, hem torpil gerekli. Nammos’un personeli yemek servisi becerilerinden başka podyuma çıkıp mankenlik sınavından da geçiyor. Personelin büyük bir bölümü her yıl değişiyor.
Mikonos sakinleri eğlencenin gece-gündüz ayrımı yapmadığı Psarrou ve Nammos’a ad takmışlar: Santiago Bernabeu.
Real Madrid takımının stadı futbol, Psarrou ve Nammos da “beach bar-restaurant” dünyasında efsane.
Yazının Devamını Oku

Evripidu Sokağı’ndaki çemen kokusu

26 Temmuz 2009
Yolum ne zaman Evripidu Sokağı’na düşse aklıma İstanbul’daki Mısır Çarşısı gelir. Atina’nın göbeğindeki bu sokaktaki birbirine bitişik iki dükkanda yıllardır pastırma satılıyor. Atina’nın göbeğindeki Evripidu Sokağı’nda iki küçük dükkan var birbirine bitişik. İlki ta 1922’den, ikincisi de ta 1935’ten beri orada.
Birini Kapadokya Ermenisi Miran Kurulyan, ötekini de Kayseri Ermenisi Serkis Apikyan kurmuş. İkisi de Kurtuluş Savaşı sırasında göçmüş Anadolu’dan Atina’ya.
Bildikleri işi, baba-dede mesleğini sürdürmüşler burada. Pastırma, sucuk, kavurma imalatı.
Miran ile Sarkis şu fani dünyadan göçüp gittiklerinde tezgahların başına oğulları, yeğenleri geçti.
Kurulyan Ailesi işi büyüttü, fabrika kurdu, marketlere pastırma sucuk dağıttı, Avrupa’ya ihracata başladı. Yani “Miran” marka oldu. Apikyan Ailesi de fabrika kurdu ama 1978’de kapattı. O gün bu gündür yanıbaşındaki Miran’ın fabrikasından pastırmanın alasını alıp satıyor.
Tezgahların arkasında artık üçüncü nesil Kurulyan’lar, Apikyan’lar var. Miran’ın 37 yaşındaki torunu bugün hem sırt ya da antrikot pastırması dilimleri doğruyor incecik, hem de 5 Avrupa ülkesine ihracat işini yönetiyor. Sarkis’in 32 yaşındaki torunu ise beden eğitimi öğretmeni olmasına rağmen dede mesleğinde karar kıldı.

PASTIRMANIN KİLOSU 30-50 EURO

Hazır paçanga böreği, Türkiye’den ithal edilen turşu da satıyorlar. Özellikle Noel ve yılbaşı arifesinde her iki dükkanın önünde uzun kuyruklar oluşuyor.
Atina’da pastırmanın kilosu 30-50 Euro arasında değişiyor. Türkiye’deki pastırma ile kıyasladığımda ise kokusu daha yoğun ve daha biberli.
Yolum Evripidu Sokağı’ndan ne zaman geçse pastırmanın kokusu İstanbul’un Mısır Çarşısı’nı hatırlatır. Pangaltı’daki Tadal, Balık Pazarı’ndaki Saraylar, Karaköy’deki Çerkezköy mezecilerini.
Hele sonbahar gelsin, tezgahlar midye dolmaları, biber dolmaları, Amerikan salataları ile süslesin, Atina’daki İstanbullu Rum mezecileri de anlatacağım.

Aldatmak için en ideal mevsim yaz

Yaz, insanoğlunun eşini-sevdiğini aldatması ya da yeni ufuklara yelken açmak amacıyla ilişkisini noktalaması için risk oranı yüksek bir mevsim. Atina Seksoloji Enstitüsü’nün 600 erkek ve 400 kadının katılımı ile gerçekleştirdiği bir araştırmanın sonuçları, Yunanlıların yüzde 69’unun partnerini aldatmak için yaz mevsimini ideal bulduğunu gösterdi. “Yaz tatili sırasında partnerinizi hiç aldattınız mı?” sorusuna “evet” cevabı verenlerin oranı da yüzde 52 oldu.
“Çiftler genellikle neden yaz mevsiminde ayrılıyorlar?” sorusuna verilen cevaplar ise şöyle:
1. Yaz mevsimi insanı tahrik eden dış faktörler daha fazla. (% 41)
2. İnsan kendini yazın daha özgür hissediyor. (% 28)
3. Diğer mevsimlere kıyasla yaz mevsiminde partner değiştirme eğilimi daha fazla (yüzde 17)
4. Bilmiyorum, yok öyle şey. (% 14).
Yazının Devamını Oku

Preveze Türkleri

19 Temmuz 2009
Tarih der ki, Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması 1538 Eylülü’nde Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanması ile Preveze’de karşı karşıya geldi.

Tarih der ki, Osmanlı bu savaşta gemi ve asker sayısı açısından dezavantajlı olmasına rağmen Barbaros Hayrettin Paşa’nın taktiği sayesinde Haçlı donanmasını dize getirdi...
Bu savaştan tam 471 yıl sonra Preveze sahilinde Yunan pop müziği çalan bir kafede hem buz gibi frappe kahvemi yudumluyor, hem de birkaç dakika sonra buluşacağım iki kadına ne soracağımı düşünüyordum. “Preveze’de iki Türk” ile randevum vardı.
Ülkü Gündoğdu (51) ile Ayşegül Aslan (26) karşımdalar. Ülkü, İstanbul’da Saint Benoit Lisesi’ni bitirdikten sonra yükseköğretim için Paris yerine Londra’ya gitmiş. Dil kursunda Yunanlı eşi ile tanışmış ve 1983’te Preveze’ye gelmiş. Büyük aşkın meyvesi Türkçeyi çatır çatır konuşan 16 yaşındaki oğlu Aleksandros. Büyük aşkın sonu ise iki yıl önce ayrılık. Elişi ev aksesuvarı işiyle uğraşıyor Ülkü. Dikkatimi “Dream in Istanbul” yazan tişörtü çekiyor.
Anadolu Üniversitesi’nde okurken tatil için geldiği Selanik’te tanışmış Yunanlı eşiyle Üsküdarlı Ayşegül. Evlendikten sonra bir süre İstanbul’da yaşamışlar. Damat alışamamış İstanbul’a, kalkıp Preveze’ye göçmüşler. Küçük bir dükkân işletiyor, gecelik ve iç çamaşırı satan.

İSTANBUL’DA SİNEMA VAR MI?

“Preveze’ye ilk geldiğimde insanlar farklıydı. Daha sıcaktı, daha samimiydi. Şehir büyüdü insanlar daha çıkarcı, daha kaba oldu” diyor Ülkü. “İstanbul’daki arkadaşlarımı çok arıyorum” diyor Ayşegül.
Türk olmanın bir sıkıntısını çekmemiş ikisi de. Ancak, bazen kör olası önyargıların şahidi olmuşlar. Ayşegül’ün dükkânına giren bir kadın nereli olduğunu sormuş. “Türk” deyince “Olsun zararı yok” demiş... Ha bir gün de “İstanbul’da sinema-tiyatro var mı?” diye sormuş biri.

Yazının Devamını Oku

Enis Bey'in öyküsü

12 Temmuz 2009
Kahramanızın adı Enis Akaygen, kaynağımız da torunu ve halen TC’nin Paris Kültür ve Tanıtma Müşaviri, dostum Doç. Dr. Enis Tulça’nın yazdığı “Enis Bey... Atatürk, Venizelos ve Bir Diplomat” (Simurg Yayınları-2003) kitabı. İşte görev süresi dolduğunda Yunanların kapılara çıkıp ‘Stok kalo’ (güle güle) diye uğurladığı diplomatın hikayesi... Fransa’daki “Türk Mevsimi” etkinlikleri dolayısıyla yoğun çalışma temposuna rağmen Fransız Hükümetini’nin düzenlediği “Balkan Paktı’nın 75. yıldönümü” konferansına konuşmacı olarak katılmak üzere geçenlerde iki günlüğüne Atina’ya gelen Enis Tulça’nın hediye ettiği ve bir nefeste okuduğum kitapta, Türk-Yunan ilişkilerinin pek bilinmeyen ya da bilinmesi pek istenmeyen bir dönemine belgelerle ışık tutuluyor.
1930 Türk-Yunan ilişkileri için dönüm yılıdır. Yunancaya tercüme çalışmaları devam eden kitaptan aktarıyorum: /images/100/0x0/55ea724df018fbb8f8807fc1
“Venizelos’un kafasında Türkiye’yi ziyaret etmek fikri sürekli gelişiyordu. Ancak siyasi rakiplerinin tepkilerinden de çekiniyordu. Ankara’ya gitmesi için bir kıvılcım gerekti. Bu kıvılcım, Türk tarafından geldi. 25 Mart 1930’da Yunanların Osmanlı’dan bağımsızlıklarını kazanmalarının yıldönümü kutlanıyordu. Mesologi şehrinde yapılan resmi kutlamalara Türk büyükelçisi davetli değildi. Atatürk ‘İnisiyatifi elçimize bırakılım’ mesajı yolladı ve Atina’daki büyükelçimiz Enis Bey kutlamalara katıldı. İşte bu jestin ardından Venizelos için Ankara yolu açıldı.”
Venizelos’un Ankara ziyareti ve tarihi Türk-Yunan anlaşması iki ülke ilişkilerinin dönüm noktalarından biridir.

DUVARLAR ARTIK YOK

Tarihi ziyaret gerçekleşir. Venizelos Atina’ya döndükten sonra izlenimlerini şöyle anlatır: “Mustafa Kemal’in beni nasıl karşılayacağını doğrusu kestiremiyordum. Elimi sıktı ve ilk sözü ‘Ordunuzu takdir ettim. Yenilmelerine komutanları sebep oldu’ dedi. Kemal ile uzun uzun konuştuk. Türkler belki ilk anda dostane sözlerimin arkasında yine fetih fikirlerinin saklı olduğunu sanıyorlardı. Ancak genelde dini fanatizmin bittiğinin farkındalar. Yunanları artık istiyorlar. Bizi ayıran duvarlar artık yok. Kemal, İsmet ve diğerleri bana ülkelerimiz arasında sınırlara bile ihtiyaç olmaması gerektiğini söylediler.”
Enis Bey’in 1934 yılına kadarki ilginç Atina anıları sıralanıyor kitapta. Sözgelimi akşamüstü olduğunda Atina sokaklarında yaptığı yürüyüşler esnasında, Yunanların şapkalarını çıkararak “Sayın büyükelçi” deyip kendisini selamladıklarını anlatıyor.
Atina’dan Tahran’a çıkar tayini. Tahran’da İran-Türkiye ilişkilerini düzeltmekten ve Türkiye’yi temsil etmekten başka bir görevi de üstlenir kahramanımız. Bugünün şartlarında düşünülmesi bile hayal bir görevi... Yunan tarafı İran’daki Yunan menfaatlerinin korunması işini de Enis Bey’in üstlenmesini istedi. Yani bir Türk diplomat İran’da hem Türk, hem de Yunan çıkarlarını koruyacaktı.
Enis Bey, Tahran’daki süresi dolduğunda merkeze, yani Ankara’ya dönmeyi beklerken “Yine Atina’ya gidiyorsun” emri gelir.

YANLIŞTAN DÖNÜN TELGRAFI

2. Dünya Savaşı patlamıştı. Almanlar Yunanistan’a girince yabancı misyonlar bir bir Atina’yı terk ediyordu. Yunan hükümeti de sürgüne, Kahire’ye gitmişti.
Kitaptan aktarıyorum: “İsmet Paşa hem Alman işgaline karşı çıktığı hem de dost Yunanistan’ı yalnız bırakmaması için Enis Bey’den Kahire’ye gitmesini istedi. Kahire yıllarında, 1942’de Türkiye’de varlık vergisi kanunu çıkarıldığında Enis Bey tepkilidir. Çevresindekilerin ‘Aman yapmayın’ demesine rağmen İsmet Paşa’ya, ‘Atatürk’ün büyük çabalarla yarattığı eseri bir günde yok ettiniz’ diyen sert bir telgraf çeker. Çevresindelere de ‘Bu kanun devletimin menafaatlerine aykırıdır’ der.”
Savaş bitmiştir. Atina’ya dönen Enis Bey kısa bir süre sonra da görev süresi dolduğundan Ankara’ya hareket eder. Kitaptan aktarıyorum: “TC Büyükelçiliği’nin bulunduğu Vasileos Gerogiu Sokağı sakinleri kapılara çıkıp ‘Stok kalo’ (güle güle) diye uğurluyorlardı Enis Bey’i...”
13 Mayıs 1880’de Felibe’de doğan Enis Akaygen dopdolu bir hayat yaşadı ve 15 Ocak 1956’da İstanbul’da öldü.
Yazının Devamını Oku

Doktorun hesaplarında 2 MİLYON EURO çıktı

5 Temmuz 2009
Rahmetli Turgut Özal “Benim memurum işini bilir” dediğinde ne gürültü kopmuştu hatırlıyor musunuz? Bugünlerde, Kamu Yönetimi Genel Müfettişi Leandros Rakincis’in devlet ve kamu çalışanları ile ilgili hazırladığı 2008 raporu için de Yunanistan’da gürültü kopuyor.
Rapora bakılırsa Ege’nin bu yakasında da bazı memurlar “işini biliyor”.
İşte rapordan örnekler:

Öğretmen, üniversiteye giriş sınavı sorularını çalıp özel bir dersaneye verdi.
Belediye başkanı çingenelerin yaşadığı 10 dönümlük bir araziyi temizlemek için 500 bin Euro istedi.
Devlet hastanesinde çalışan bir doktorun 36 banka hesabında toplam 2 milyon Euro para çıktı.
Bazı vergi müfettişleri naylon faturalar sayesinde 100 milyon Euro KDV iadesi aldı.
Tapu-kadastro dairelerinde bazı memurların 500 bin-1 milyon Euro arasında banka hesapları olduğu tespit edildi.
Bazı doktorlar Yunanistan dışında off-shore şirket kurdu. Hastalardan aldıkları rüşveti uluorta almak yerine bu şirketin hesabına yatırmaları istendi.
Belediye memuru yabancı göçmenlere kısa süreli ikamet belgesi vermek için adam başı 300-500 Euro rüşvet alıyordu.
Liste uzayıp gidiyor.
Vatandaşa “Bugün git yarın gel”, tarzı muamele, bu diyarda da devlet memurluğu terminolojisi kapsamında. Devlet dairelerinde uzun kuyruklar alışılmış manzara.
Ne dersiniz? Türkler ile Yunanlılar arasında sadece müzik, sadece cacık, sadece köfte mi benziyor?

Korfu’dan çıkan duman iyiye işaret

Kendi kriterlerimle gezmeye ve keşfetmeye fırsat bulamadığım Korfu Adası’ndaki Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) dışişleri bakanları gayrı resmi toplantısında, uzun bir süredir atalet içindeki Türk-Yunan ilişkileri kış uykusundan uyandı. /images/100/0x0/55eb4574f018fbb8f8b6682d
Gerek Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun açıklamaları, gerekse Yunan kaynakların verdikleri bilgiler (Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani açıklama yapmadı) görüşmenin hayli verimli ve samimi bir ortamda geçtiğinde birleşti. İlk sonuçları görmek için Bakoyani’nin muhtemelen Ağustos ayının ikinci yarısında gerçekleştireceği resmi Ankara ziyaretini beklemek gerek.
Davutoğlu’nun açıklamaları üslup açısından da, içerik açısından da hayli ilginç, hayli farklıydı. Kendisine “Yunan tarafı Heybeliada Ruhban Okulu konusunda bir talepte bulundu mu? Sizler Batı Trakya Türk Azınlığı’nın sorunlarını gündeme getirdiniz mi?” diye sordum. “Onlar görüşlerini, biz görüşlerimizi aktardık” diye başlayan bir cevap yerine, “Türk-Yunan ilişkileri artık masanın iki tarafında oturan ve sürekli talepte bulunan sert aktörler görüntüsünden çıkmıştır. Görüş ayrılıkları, negatif konuların veya uygulamada karşılaştığımız tüm zorlukların bir işbirliği zihniyetiyle halledilmesinde mutabık kaldık. Azınlıklar iki ülke ilişkilerinde köprü oluşturmalıdır. Eğer ortada bir sorun varsa bu ortak sorundur. Halletmek için çalışmalıyız” dedi. Ne Heybeliada Ruhban Okulu, ne de Batı Trakya Türk Azınlığı kelimelerini kullandı.

Ege anlaşmazlıkları için de yaklaşımı ilginçti Davutoğlu’nun. “Türk-Yunan ilişkileri kriz ve risk alanı olmaktan tamamen çıkarılmalı. Günlük tartışmalara odaklanmaktansa ilişkilerin üst düzeye çıkarılması ortak hedefimizdir” dedi.

İKİ TARAF DA MAĞDUR

Yunanistan’da son aylarda alevlenen ve gündemin üst sıralarına oturan kaçak göçmenler konusunda da, “İki ülke de transit geçiş noktaları. İkimiz de mağduruz” diye konuştu.
Bakoyani cephesinden öğrendiklerim, Davutoğlu ile ilk temastan memnun kaldığı şeklinde.
Tarihten süregelen haklı-haksız önyargılar, karşılıklı güvensizlik, iki ülkenin ilişkilere farklı bakışı, farklı hassasiyetler, farklı özellikler mevcut sorunların çözümünü güçleştiriyor.
Türk-Yunan siyasi ilişkilerinin ciddi anlamda düzelebilmesi birçok unsurun, oyuncunun ve hatta tesadüfün eşzamanlı devreye girmesiyle sağlanabilir.
Aynı siyasi iradeye sahip, muhalefetin ve medyanın tepkilerini göğüsleyebilecek, elini taşın altına koyabilecek iktidarların, aynı zaman süreci içinde işbaşında olmaları gerek. Kimyaları uyuşan başbakanlar, dışişleri bakanları gerek.
Geçmişe baktığımızda Türk-Yunan ilişkileri bu açıdan pek de şanslı değildi.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın açılışına gidemediği müze

28 Haziran 2009
Tarihi mabedin gölgesinde inşa edilen Akropolis Müzesi’nde 4 binden fazla eser sergileniyor. Tam 130 milyon Euro harcandı bu rüyaya. İşte Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın rahatsızlığı nedeniyle geçen hafta açılışına katılamadığı, ancak mevkidaşı Karamanlis’e “Kısa sürede gelip birlikte gezeceğiz” temennisinde bulunduğu Akropolis Müzesi...

Kazılarda bulunan eserlerin tek bir müzede toplanması fikri 1976’da bugünkü başbakanın amcası Kostantinos Karamanlis’e ait. İhaleler, iflas eden inşaat şirketleri derken ilk çivinin çakılması 1993’ü buldu. /images/100/0x0/55ea2080f018fbb8f86ce07c
İşbaşında hangi hükümet, muhalefette hangi parti olursa olsun müze projesine destek verdi. İnşa çalışmaları İsviçreli mimar Bernard Tscuhmi yönetiminde tam 4 yıl sürdü. Tam 130 milyon Euro harcandı bu rüyaya.
Tarihi mabede 300 metre mesafede, yani gölgesinde, 25 bin metrekarelik bir alanda inşa edilen Akropolis Müzesi’nde (müze bölümü 14 bin metrekare) toplam 297 ton ağırlığında 4 binden fazla eser sergileniyor.
Müzenin mabetle rekabet içinde olmamasına özellikle dikkat edilmiş. “Büyük patron” Akropolis mabedi. Hatta günün belirli saatlerinde mabet bütün ihtişamıyla müzenin cam cephesine yansıyor.

KARYATİD TİPİ SAÇLAR

Girişte geçilen cam zeminin altında kazı devam ediyor. Yine girişte Eski Yunanca “Athena burada kalıyor. Hiçbir kötülük içeri girmesin” diyor. Günümüz Türkçesi ile “Allah nazardan korusun”.
İnşasında cam, paslanmaz çelik ve beton kullanılan üç katlı Akropolis müzesinde Arkaik dönemden, Roma İmparatorluğu’na kadar heykel, kabartma, plaka ve frizler, örnek alınacak bir müzecilik ustalığıyla sergileniyor.
Müzenin gözbebeği Erekhtion yapıtının sütunlarını oluşturan kadın heykelleri. Karyatid kızlarının kimi gülümsüyor, kimi somurtkan. Ya özenle örülmüş saçları? Yakında “Karyatid kızları tipi saç” moda olursa hiç şaşmam.
Işık ve renk oyunları da “Akropolis şov”un parçası. Hem gün ışığından maksimum yararlanılıyor hem de dijital teknoloji sayesinde belirli günler müzenin dış cephesinde heykeller canlı gibi hareket ediyor, atlar koşuyor, kuşlar uçuyor.
Müzeyi yılda 2.5 milyon kişinin ziyaret etmesi bekleniyor. Giriş ücreti 1 Euro olarak belirlendi. 2010’da 5 Euro olacak. Havaalanlarındaki gibi (X-ray ve scanner dahil) geniş güvenlik önlemleri uygulanıyor.

EKSİK HEYKEL FERYADI

Akropolis müzesindeki eserler bir yandan “tarih burada, biz buradayız”, bir yandan da “ama bir yerlerimiz eksik” diye feryat ediyor. Sözgelimi bir erkek heykelin yüzü yok gövdesi var, bacakları yok ayakları var.
Tasarımcılar özenle bazı heykellerin yokluğunu hissettirmek istemişler ziyaretçiye. Çünkü Akropolis’teki eserlerin önemli bir bölümü Atina’da değil Londra’daki British Museum’da sergileniyor.
19. yüzyılın başlarında İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Lord Elgin, Akropolis’teki 96 plakadan 56’sını ülkesine götürmüştü. Yunanistan, Elgin Mermerleri olarak bilinen bu eserleri İngiltere’den geri istiyor.
İngilizlerin, çeşitli figürleri taşıyan bu mermer plakaları iade etmeyi reddederken, gerekçelerinden biri “bu önemli eserleri Atina’da barındırabilecek bir müze yok” iddiasıydı. Atina şimdi “bu müze var” diyor.
Yazının Devamını Oku

Beton yığını başkent ATİNA yazın koskoca bir tatil köyü

20 Haziran 2009
Atina’nın 60 kilometrelik sahil şeridi her gün yüzbinlerce bikinili, mayolu insanla dolup taşıyor. Bir beton yığını olan Atina kışın sakinlerinden aldıklarını, sahilleri sayesinde yazın geri veriyor adeta. Yaz geldi iyiden iyiye buralara. Güneş hep tepede, hep cömert. Atina şehir merkezinden sadece 7 kilometre mesafede başlayan ve ta 60 kilometre uzanan sahil şeridi, bedenlerini güneşe ve denize teslim eden yüzbinlerce ziyaretçinin akınına uğruyor hergün.
Erken saatlerde ev hanımları, emekliler, başıboş gezenler. Öğleden biraz sonrasında da paydos eder etmez soluğu deniz kenarında alan çalışanlar.
Ah ne kadar da şanslı bu diyarın sakinleri. Hem başkentte yaşıyorlar, hem de koskoca bir tatil köyünde.
Ankara’nın coğrafi konumu müsait değil ama İstanbul’u, hatta İzmir’i bir düşünün. Merkezin birkaç kilometre ötesinde, binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce bikinili, mayolu, şortlu vatandaşın deniz kenarında serpildiğini.
Hani daha temiz suları, hani daha bir köy havasını isteyenler için deniz sefası turları da düzenleniyor bu şehirde.
Ulaşım aracı olmayanlar ya da kitle ulaşım araçlarını dert sayanlar için hemen her semtten otobüsler kalkıyor. Kimi 50, kimi 80 kilometre mesafedeki sahil kasabalarına gidiyorlar. Gece 9-10 gibi dönüyorlar. Hem de 6 gazete, 3 paket sigara parasına. 10 Euro’ya.
“Ekmek turizmden, ticaret gemicilikten, tuz da AB’den... Ne dertleri var bu adamların” diyeceksiniz...
Hiç de öyle değil.

HER DERDE DEVA SAHİLLER

Elbette günlük sorunları, elbette geçim zorlukları, elbette bir sürü sıkıntıları var Atina sakinlerinin. Bikinili, şortlu halleriyle de siyaset konuşuyorlar, hastanelerde, devlet dairelerinde çektikleri çileyi anlatıyorlar.
Ama deniz, ama güneş, ama birkaç metre ötede kuma uzanmış bir beden, unutturuveriyor bir nebze de olsa dertleri, kederleri. Bir beton yığını olan Atina kışın sakinlerinden aldıklarını, sahilleri sayesinde yazın geri veriyor adeta.
Geceler de bir başka Perikles’in diyarında. Kafeler dolup taşıyor, barlar, konserler, yazlık sinemalar. Biliyor musunuz, yüzlerce yazlık sinema var. İsteyen çekirdeğini çitlesin, isteyen keyifle uzo’sunu, viskisini yudumlasın.
Daha pazartesi gecesi Likavitos tepesindeydim. Hafif bir rüzgâr esiyordu. Benimle birlikte şehrin yüzlerce sakini de oradaydı. Yunan müziğinin tartışmasız 1 numarası Haris Aleksiu’yu dinliyor, izliyorduk. “Dolunay var bu gece ve çok güzel. Ancak sen yoksun yanımda” diyordu.

GÜMÜŞ, OT VE KASAP HAVASI

Daha çarşamba gecesi Kalamos kasabasındaydım. Ayağımı uzatsam dalga ile buluşacak. Sarı, kırmızı, mavi ampuller, ahşap masa, ahşap sandalye. Tabakta mis gibi gümüş balığı, yanında ot. Akordeon çalan seyyar bir çalgıcı selam veriyor. Eğlenceli bir şey istiyorum. Kasap havası olsun...
Onca yıl, onca dert sardı başıma bu şehir. Ne vardı da geldim buralara diye binlerce kez pişman olduğum anlar...
Ama yaz geldi mi dişi bir cazibesi var işte Atina’nın, ter kokmayan bir kokusu.
Bu yüzden de seviyorum.

BAŞSAĞLIĞI:
Anadolu Ajansı Atina muhabiri Eda Demirören biricik babası Ruhi Demirören’i geçtiğimiz günlerde kaybetti. Sevgili dostum Eda’ya ve Demirören Ailesi’ne başsağlığı ve Allah’tan sabır diliyorum.
Yazının Devamını Oku