Kemik yapısı, kas yapısı, duruş... Hiçbiri bir başkasına benzemeyen eşsiz bedenlerimiz var.
Kızım Destina ile dans için dünyanın kalbinin attığı dans stüdyolarında yaşayan insanları, bedenlerini, beden dillerini özgürce ve özgüvenle sergiledikleri o ortamda gözlemledim.
Hissettiğim şeyler çok karışık. İçim biraz buruk.
Her yaşta, her ırktan, renkten kadın gördüm. Kimisi çok ünlü, kimisi herhangi biri.
Kullanmaya çok utandığım ve çok anlamsız bulduğum ve hiçbir zaman sevmediğim şu sıfatlarda bedenleri vardı...
Taş gibi, kilolu, şişman, kafam kadar selülitli, aşırı zayıf, kaslı, fit, iri, sıska, lömbür lömbür... Liste uzar gider.
Bitirdiğim en zor yarıştı.
Yarış sonrası uzunca süre bitirdiğime bile sevinemedim. İlk defa gülecek halim, isteğim yoktu. 3-5saniye soytarayım dedim, yok, olmadı. Suni oldu. Kendimi sürekli saçma sapan şekilde beceriksiz, başarısız, antrenmanları eksik yapıp yeterince azimli olmayan, kendini buna rağmen bi şey sanan bir insan olarak yedim bitirdim.
Utandım (kimden bilmiyorum) filan.
Bambaşka hayatlar, bakış açıları.
Aklımdan, kalbimden geçenleri kağıda dökebilmem çok zor. Çok zaman lazım yazabilmem için ama, zaman yok. Fırlayıp kızımla yine o derse bu derse şu derse koş koş koş yetişmemiz lazım, çok yabancı olduğumuz bu diyarda.
Kızımızın tutkusu, hayali, yeteneği, küçücük yaşından beri Dubai’de Sharmila Dance ile emek verdiği dans aşkı için Amerika’dayız.
Önce New York’ta Broadway Dance Center’da bir hafta geçirdik.
Ankara gibiydi o tecrübe benim için.
Bir şeyler daha gerçek, daha öz, daha mütevazı ama derin geldi bana. Sanki kimsenin umurunda olmayan şeydik ve o umursamazlığın içinde sivrildik.
Sonra Los Angeles’a geldik. Şu an bu yazıyı da jet hızıyla LA’den yazıyorum.
Çok yakından tanıdığım iki arkadaşımın çocuğu da “akran zorbalığı” olayına maruz kaldı.
Hem çocuklar, hem aileler derinden etkilendi. Onları tanıyanlar olarak bizler de... Her iki olayda da canımı en çok sıkan, okulların sergileyemedikleri tutum oldu.
Hele en son olayda, arkadaşımın çocuğu uzun zamandır arkadaşları tarafından sözlü ve fiziksel bir zorbalığa maruz kalırken, bundan haberdar olan öğretmen ve okulun anne babaya haber bile vermemesi vahim bir durum.
Bırakın anne babayla irtibata geçip zorbalık yapan çocuklara dair önlem almak, bir de mağdur çocuğu korumak kollamak yerine sindirme, susturma hatta örtbas etmeye kalkışmak var işin içinde.
Hani bir de özel okul... Çocuk burslu bir çocuk. Düşünün artık durumun üzücülüğünü.
Okullar ciddi anlamda ticarethaneye dönmüş demek bu.
Bir de mağdur olan çocuğu özgüvensiz olarak irdelemek, hâlâ zorbalık yapan çocuklarla ilgili tek bir adım atmamış olmak da var.
Neden böyle bilmiyorum, ama hep böyle.
Her insanın kendini ait ve iyi hissettiği bir yer vardır elbet.
Benim için kendimi iyi hissettiğim yer; toprağın olduğu, kendimi doğaya yakın hissettiğim, çıplak ayakla dolaşıp durduk yerde bir şeyler ekip dikebildiğim, doğanın içinde hareket halinde olduğum yer.
Bu ara yıldızlar, enerjilerle uğraşan insanlar da hep toprağa dönün, topraklanın diyorlar.
O kadar inanıyorum ki bu çağrıya ve güce.
Bütün gerginlikleri, çözülmek bilmeyen sıkıntıları elin ayağın toprağa dokununca çözebilir oluyorsun.
Sanki içinde sıkışan ne varsa sen toprağa dokunup onunla konuşunca, bir ağaca bir çiçeğe kalpten bakıp güzelliğini görünce akıp gidiyor, yerine mis gibi hava doluyor.
Babamın arkasından yıllarca, ama yıllarca her sene çeşit çeşit yeminler verdim, tövbeler ettim.
“Artık tamam, artık üzülmek yok, artık pişmanlık yok, artık düşünmek yok, artık yargılamak yok, artık kahrolmak yok” şeklinde.
Hiçbir yemin işe yaramadı.
Her babasını kaybedenle yeniden kaybettim babamı ben de.
Acıyı bildiğinden, sanıyorsun ki daha kolay atlatırsın.
Her seferinde hiç tanımadığım kayıplar bile çok etkiledi beni. Ne kadar can yaktığını, ne çok iç hesaplaşma yaşattığını bildiğimden belki de, herkesin acısını da benimki gibi yaşadım.
Arkadaşlarımdan, ailemden utandım kimi zaman, gelip giden duygularım yüzünden. Öyle fena ki bu da! Hep kendini kısman gerek.
Orada kalmak demek, Yakup abimle Hakan abim tarafından sabah akşam ne istersem yapılması, Esat eniştem tarafından kahkaha ve gülücüklerle ne istersem pişirilmesi, Neriman teyzemle onun öğretmenlik yaptığı okula gidip “dolmakalemini” kullanmama izin verilmesi ve şiir öğrenmek demekti.
Dolmakalem kelimesi en sevdiğim kelimeydi. Çok gülerdim o kelimeye... Komik gelirdi bir kaleme “yeşil biber dolması” sandığım dolma denmesi. Kalem de yeşil yazmıyordu ki! E o zaman niye dolmakalemdi?
***
Daha eğlenceli bir anne babadan ayrı kalma olayı olamazdı yani.
Üstelik bir de İstanbul’da olmak demekti bunların hepsi.
Öyle çok işin oluyor ki eğer bir hayalin varsa...
İnsan o kadar meşgul oluyor ki ve o kadar da çok enerjisi oluyor ki o kadar çok şeyi yapmak için.
En sevdiğim duygu bu.
Bir hayalim olsun peşinde koşturup durayım.
Sabahtan akşama, akşamdan sabaha o hayalimle ilgili yüz milyar başka şey hayal edeyim.
Onları denk getirmek için hayal kurayım, sonra onları gerçekleştirmek için olası çözümlerin hayalini kurayım. Notlar alayım.
O uğurda çalışayım, çalışayım, çalışayım.