16 senedir gurbette, Dubai’de yaşıyorum.
7 senedir, Dubai’deki kadın arkadaşlarımla birlikte büyük özveri ve gönüllülük esası ile 23 Nisan kutluyoruz çocuklarımızla, çocuklarımız için.
Bundan 7 sene önce bu işe baş koyduğumuzda arkadaşım Pınar Büyükgüral’dan bizim için bir logo tasarlamasını istemiştim. Seve seve dedi, bize şahane bir logo armağan etti.
Her sene, 23 Nisan’ın esas kutlaması öncesi çocuklarımıza eğlenceliğine, birlikteliğine ve sırf gülmek ve hareketli bir hatıra yaratmak amacıyla bir minnacık koşu düzenliyoruz.
Annemler sürünmüş.
Hâlâ daha benim uykusuzluğum yüzümden tüm aile ne acılar çekmiş anlatılır. Kuzenlerim, teyzelerim, eniştelerim salıncaklar kurup sallamış beni.
Battaniye arasında, ayakta, devir teslimle saatlerce sallarlarmış.
Doktora Hacettepe’ye götürmüşler dayanamayıp, “Bu çocukta ne var? diye.
Cevap: Uykusu yok. Sağlığı, keyfi yerinde. Enerjisi var sadece.”
Hâlâ daha uyumak için kendimi zorluyorum.
Direnirim. Kaçarım. Bitene sızana kadar uyumak istemem.
İyi bir okulu kazanması, sevdiği işi yapması, mutlu bir hayat sürmesi gibi...
Bundan iki yıl önce Tohum Otizm Vakfı’nın kapısından içeri girdiğimde otizmli o özel çocuklarla ve aileleriyle tanıştım. Her şey o gün değişti.
Kendi başına yemeğini ilk kez 9 yaşında yiyebilen Deniz’in heyecanını gördüm.
11 yaşında ilk kelimesini okuyan Fatih’i duydum.
İlk kez 4 yaşında annesinin gözlerinin içine bakabilen Ege’yi tanıdım.
Ağrıyan yerini ilk kez annesine gösteren 6 yaşındaki Aliye Zeynep’le; ilk “anne” kelimesini 7 yaşında söyleyen Arda’nın annesinin mutluluğuna şahit oldum.
Normal gelişim gösteren bir çocuğa sahip bizler için çok sıradan olan birçok şey, otizmli çocuğa sahip anneler, babalar için tarif edilemez bir umut ve mutluluk.
İki okul arasında karar verilecek.
“Kızı Fransız Okulu’na göndermeyin hayatı kayar”cı mahalle baskısı bi yanda, “ne alakası var”cılar olarak ben-annem-babam diğer yanda.
Diğer özel okulun sınavına yine de gireceğim.
Maksat mahalle sussun.
O okula çalışma grubuna gidiyorum.
Bahçede koştururken bi erkek arkadaş “külotunu gördüm, külotunu gördüm...” diye zafer çığlıkları atıyor. Herkes gülüyor.
Berbat bir his.
Tek çocuk.
Kardeşi yok.
Sabahtan akşama kadar şu cümleleri duyuyor:
Hay başıma gelmez olaydın
Senden başka kimim olsa bundan iyi olurdu
Dayanamıyorum artık sana
Bırakıp kaçıp gidicem
Yanımıza gelirler. Bizimle sohbet ederler. Sorular sorarlar.
Nasıl tatlıdır o sohbet, nasıl anlamlıdır sordukları içten sorular.
Abla sen nerden geliyorsun?
Kaç saattir koşuyorsun?
E susamıyor musun, suyun nerde, ısınmadı mı o su? Çiş gibi olmuştur suyun abla, gel bizim tulumbadan buz gibi su iç abla...
Ne yiyorsun yolda, acıkıyor musun?
Ben de senin gibi koşarım abla...
Broşürde “Çocuklar için sanatçılarla birlikte resim çalışması” gibi bir hoşluk görünce kızını da alıp gidiyor.
Kızı heyecanla ilgili kişinin yanına gidip boyamaya başlamak için tuval istiyor. Görevli şöyle bir bakıyor çocuğa ve çocuğu herhalde “küçük” ve “yeterince sanatçı” göremediği için orada duran tuvallerden vermek yerine “Ben sana şu A4’ü vereyim, sen buna yap ne yapacaksan” diyor.
Çocuk, tabii ki bunu hiç umursamıyor, alıyor A4’ü gidip başlıyor çalışmaya. Arkadaşımla birlikte gözlerimiz doluyor, boğazımızda bir yumru, sessizleşiyoruz.
Çocuğa o tuvali vermeye kıyamamak! Tuval değerli. Büyük sanatçılara layık.
Çocuk küçük, değersiz. Sanatçı değil.
Çocuk=Masraf. Tuvalden tasarruf ediyoruz. Çocuğa kıyarak, tuvale kıymayarak...
Kıy o tuvale, inan eksilmezsin a be dostum. Çocuktan esirgeme. Büyük sanatçı olacak o çocuk. Olmadığını ne biliyorsun?
Bundan tam 4 sene önce bugün, yani 29 Şubat 2012 günü, kurumsalda son iş günümdü.
İstifamı, iş yerimdeki son günümün 29 Şubat’a denk gelmesini hesaplayarak vermiştim.
4 yılda bir hatırlamak için.
Öyle korkuyorum ki, tir tir titriyordum ayrılırken işten.
Kararımı duyan alakalı alakasız insanlar beni, şımarık, nankör, çılgın olarak görüyordu. Çoğunluk bana ne kadar yanlış yaptığımı söylüyordu.
Dünyanın en büyük şirketinde çok iyi maaşla çalışıyordum.
Şımarıktım ben. Evet, şımarıklıkla yargılanıyordum.