Her yere aynı anda yetişmek, aynı anda her yerde olmak imkansız.
Çok isterdim ki kendimden 4444 tane olsun. Tüm sevdiklerimin yanında aynı anda olayım. Aynı anda bütün projelere, koşulara, antrenmanlara yetişeyim.
Bütün mail’leri hemen cevaplayayım.
Dünyaya geliyorsun tek sıfatın var. Çocuk.
Bi dolu sıfatımız oluyor sonra.
Ergen, işkadını, anne vesaire...
Oyun gibi.
Şok ve travmayı hemen tanımlamak, şudur budur demek çok güç. Bir durumun içinden geçerken adını tam koyamıyorsun doğal olarak.
Ayol zaten daha bir dur, o şeyin içindesin. Zamanla anlar, tanımlarsın elbet.
Zaman geçince geriye bir bakıyorsun ohooo, neler neler yaşamışım, yapmışım, nasıl da olmuş, ne büyük acıymış veya nasıl da büyük bir şansmış, iyi olmuş. Koskocaman bir değişimin içinden geçmişim.
“Sultan Süleyman’a kalmamış bu dünya da, bana mı kalacaktı tabii!” diyen kişi ben olmuşum.
Birilerinin çok can yaktığı zamanda, başka bir odacıkta o saatte doğan bebekler olmuş mesela.
Bir bebek ilk defa gülücük yapmış annesine, biri evlenmiş, bir başkası çok uzun zamandır beklediği o mutlu haberi almış.
Birileri ağlarken, birileri gülmüş; birileri gülerken birileri çok ağlamış yani.
Likya Yolu Ultra Maratonu sayesinde ben adım adım, nefes nefes, ağaç ağaç bilirim.
Geceleri Adrasan civarında, Likya Yolu sınırları içinde kalan o ulu ağaçlı ormanların içinde kurulan yörük çadırlarında yattım. Gün doğarken gözümü arıların sesiyle açtım, gün battı yıldızların altında, ağaçların sesiyle uyudum.
Adrasan, Olimpos, Çıralı ve tüm o bölge benim için kutsal topraklar.
Kendime söz verdim, ölene kadar oraya gideceğim, koruyacağım, kollayacağım, herkese anlatacağım diye.
Ve zaten, yine üçüncü kez Likya Yolu Ultra Maratonu’na gitmek için gün sayıyorum.
Kaldı, 42 gün.
42 gün sonra, Likya Yolu’nun Fethiye Ölüdeniz’den başlayıp Phaselis’e kadar uzanan kısmında yaklaşık 150-160km’lik kısmını üçüncü kez koşacağım. Ömrüm sağlığım yetsin, 33 kez daha koşayım.
Bu işe kendini çocukluklarından beri adamış, eğitimlerini almış, aktif çalışan, hani kelimenin tam anlamıyla iyi sporcularla çevriliyim evet.
Kimi profesyonel spor eğitmeni, kimi elit, kimi de benim gibi spor aşığı, gönüllüsü.
Eğer kendim bu kadar emek vermesem spora, bu işe emek veren hocaların, antrenörlerin, elitlerin, profesyonellerin nasıl yollardan geçtiklerine dair tanıklığım olmasa, inanın bu çabanın, bu heyecanın, bu hayalin ne demek olduğunu belki de bu kadar iyi asla anlamazdım.
Anne babalar, spor hocaları, çocuklar, gençler gerçekten çok ciddi ve uzun süren bir özveri ile yola çıkıyorlar.
Düşünsenize, aslında onların yıllardır sessiz sedasız gece gündüz çalışıp didindiğinden kimsenin haberi yok.
Ne zaman ki bir büyük şampiyona veya herkesin kitlendiği Olimpiyatlar gelir, o zaman adları duyulur aslında.
Herkes illa madalya bekler.
Olay şu aslında özetle:
Sadece ama sadece gülümseyen, koşulsuz yardımlaşan, anlaşan, azimli, çalışkan, dayanıklı, kucaklayıcı insanlarla doğanın içinde, ama tam içinde, kalbinde üstünde geçen bir 6 gündü.
Bir hafta boyunca bu ülkenin, canım Anadolu’nun toprağının ve insanın gücüne yine yeniden tanıklık ederek geçirdim. 1 avuç insandık bunları yaşayan, Tuz Gölü dahil, gece gündüz koşan.
1 hafta boyunca hepimiz yerli-yabancı bu canım ülkeye şükrettik, teşekkür ettik; sevgi, birlik, beraberlik, aklıselim, sağduyu ve barış diledik.
Yollarda, tarlalarda, vadilerde gördüğümüz güzel insanlarımızla iki kelam ettik. Çocuklarla sohbet edip gülen gözlerinin içine baktık.
Yörük çadırlarında uyuduk, yıldızların altında; güneşle bir uyandık toprağın üstünde.
Sürekli canım ülkemizin iç ya da dış dolduruşlara gelmeden birlik olmasını, bu olağanüstü güzel toprakların ve insanların artık korku ve endişe içinde değil de sevgi ve barış içinde yaşamasını temenni ettik.
Yaşadığımız günlerin merhemi ilacı şudur demek çok zor. Reçetesi yok, ya da ilacı tek bir şey değil.
Kalpler kırık, güven sarsık...
Yine de, başka bir toplum olsa tamamen bitmişti diye düşünürken her sabah yeniden kendini doğuran bir toplumuz, çok şükür. Bunu coğrafi, kültürel, tarihi nedenlere bağlıyorum.
Runfire Cappadocia ve Likya Yolu Ultra Maratonu’nun mimarı, okumanızı tavsiye ettiğim “Bir Yol Var” kitabının yazarı Prof. Dr. Taner Damcı yarış öncesi sohbet ederken bir doktor olarak önemli bir şey söyledi; “uyku, insan bedeninde ve ruhunda çok önemli bir rejenerasyon sağlıyor” dedi. Annem de hep; “bir yatalım kalkalım, sabah olsun, mucizeler olur” diyerek bizi büyüttü. Mucizeler de hep oldu.
Bu cümlelerim TV karşısında dehşetle haber izlerken anlamsız gelebilir. Ama doğada bedenimizle bunca zor koşulları aşarken, tam bittik derken, sabah yeniden koşmaya hazır bir beden karşılıyor bizi. Demek ki diyorum, insan gerçekten bu kadar çabuk kendini toplayabiliyormuş.
Yani, insan istedikten, niyet ettikten sonra yapıcı da olur, umutlu da, azimli de. Bu hem hayata hangi açıdan bakmak istediğinle hem de hayatını ne yönde değiştirmek istediğinle de ilgili.
Öfke kin intikam duygularını mı; barış, sevgi, affetme, kucaklama duygularını mı beslemek istersin?
Bizim huzurumuz çalındı!
Ayağımızın altından zemin kaydı. Uyansam ve bu yaşadıklarımızın hiçbir olmamış olsa. İnanamıyorum olanlara. İnanmak istemiyorum. Bünyem almıyor. Zaten kısa bi hayat.
Yaşayıp ölüp gideceğiz.
Hem de hepimizin gideceği yer belli.
Sadece huzura ihtiyacımız var şu kısacık ömrümüzde.
Huzur lazım başka bi şey değil!
Müzik olsun, doğa olsun, ağaçların serinleten gölgesi olsun, arkadaşlarımız olsun...
Neyi nasıl ifade edeceğimi, içimden geçenlerin hangi birini yazacağımı bilmiyorum.
Allak bullak oldum. Korktum. Endişem hâlâ var.
Kendimi bir an vatansız kalmış gibi hissettim... Korkunç bir boşluk ve boşluğa düşüş hissi.
Umudumu yitirmek gibi bir fikrim yok.
Bildiğim bir şey varsa, o da bu ülke yaralarını her daim hızlı sarabilmiş bir ülke.
Her karanlığın ardından mutlaka pırıl pırıl güneş doğan bir ülke.
Ve dahası, beraber çalıştığım STK’lar sayesinde tanıdığım çocuklar, gençler o hayalini kurduğumuz özgürlük, adalet, demokrasi ve barış değerlerine sahipler ve bizlerden fersah fersah ilerideler hem de.