Gerçekten “kayıp” doğru kelime. Nitekim, sürekli arıyorsun. Bulamıyorsun.
Ah be Babam...
Hayatta olsa bugün hissettiğim kadar çok hasret ve sevgi mi hissederdim, yoksa yine didiş didiş gıcık olduğum bi halde mi olurdum bilemiyorum. Hayat böyle bir şey işte.
Ölüm, kayıplarına daha büyük bir sevgiyle bağlanmana neden olabiliyormuş.
Bugünü, 17 yıl boyunca perperişan geçirdim.
Çok merak ediyorum eğer o masum ve çaresiz yavrucak -hani Bodrum’da sahile cansız bedeni vuran, hepimizi perişan eden o çocuk- ölü bedeni sahile vurmadan evimizin önüne sağ salim gelse, kapımıza dayansa... İçeri alıp bağrımıza basabilir miydik?
Ara ara bu soruyu kendime soruyorum.
Cevabım derin bir sessizlik.
Sonra bu yaz Bodrum’da sitelerin iskelelerine botlarla yanaşan Suriyelileri düşünüyorum. Çocuklarıyla, aç biilaç perişan halde...
Her birinin nasıl kovalandıklarını, nasıl polise, jandarmaya teslim edildiklerini, insanların onlara dair nasıl dehşet tepkiler verdiklerini hatırlıyorum.
Nasıl başarıyla kovalandıklarının hikayelerini anlatanları düşünüyorum.
Ne onlara kızabiliyorum, ne kendi çaresizliğime...
Bir şey için sırada sabırla bekleyebilmek... Sıra çalmamak, araya kaynak yapmamak saygı ve hakkaniyet belirtisi.
Mesela özel bir müzik dinletisi sırasında sessizliği koruyabilmek de öyle.
Müzisyene saygı, dinleyenlere, ortama saygı.
Orada bir sanatçı keman çalıyor.
Birileri bır bır bır konuşuyor.
Etraf dönüp bakıyor, ama yok, utanmak da yok mesela. Saygısızlık bu işte.
Beyzbol maçı öncesi milli marşı okurken hıçkırık tutuyor. Hıçkıra hıçkıra devam ediyor marşı okumaya. Hiçbir şey olmamış gibi.
Çocuk...
Ne güzel bir çocuk.
Ne kadar zor bir şeyi nasıl da rahat yapıyor aslında. Hıçkırığa aldırmadan devam ediyor işte, ne var ki.
Büyükler, sporcular pek tabi olayı fark ediyor. Kimi gülmemek için kendini zor tutuyor, kimi de gülüyor çocuğa hiç çaktırmadan.
Marş bitiyor.
Herkes alkışlıyor.
Geldik cumaya.
Ne ara geldik bir bilsem!
Bu ara kafam susmuyor.
Ne çok çalışıyor, ne çok konuşuyor anlatılmaz.
Bir an durdum dün. Yahu Yonca hani mola alacaktın, hani kafayı bedeni dinlendirecektin, söz vermiştin.
E hadi tam zamanı dedim.
Çocuklara olan tüm sözlerimi yerine getirmişim. Kafama koyduğum birtakım şeyleri zar zor, ite kaka yoluna koymaya başlamışım.
Bir futbol stadı, restoranlar, konser salonu!
Ne korkunç bir mutluluk ve sevgi eksikliğidir ki, düşünün hayat tarzının düşmanı olmuşlar.
İşine öyle geldiği için, bu dini öyle algılamak ve anlatmak isteyen din tacirleri ve İslami terör örgütleri bunları “Haram” olarak görüyor ve kullanıyor işte.
Terör sadece bombayla da silahla da olmuyor, yapılmıyor.
Ne çok inanana bu duygular, haram olarak benimsetilerek büyütülüyor bir düşünelim hele.
Korkutarak benimsetiliyor din.
Eğlenmek, mutlu olmak keyif almak, zevk almak haram!
Durdum. Dinledim. İzledim.
Şöyle bir baktım olana bitene.
Bizlere. Kendime.
Seçimlere.
Seçimi nasıl yaşadığımıza.
Öncesine, sırasına, sonrasına.
Hal ve tavırlarımıza baktım.
Bu kadar anlamlı/önemli bir günün normal zamanda da “tatil” olarak yaşanmasını ve algılanmasını içime sindiremiyorum ben.
Çocukluğumdan beri tatil olmasını istemeyenlerdenim ben.
Cumhuriyetçi, laik Yonca olarak evet.
O günü tatil ilan edersek, insanlara değerini ne kadar anlatabiliriz diye düşünmüşümdür hep.
Hele de bizimkisi gibi, her fırsatta yan gel yat, olmayan fırsatta da yan gel yat, fırsatı bir şekil yarat ama mutlaka yan gel yatçı bir düzen ve yapıda!
Uğrunda çok çalışılmış, emek verilmiş, savaşılmış, ölünmüş, imkansızlıklar içinde kurulmuş, yoktan var edilmiş bir Cumhuriyet için “tatil” yapmak... Cumhuriyet değerinin, “yaşasın kız yine tatil” veya “al işte, herkes tatil olduğu için seviyor, özünü kim umursuyor”a indirgenmesi... Ben bunu yadırgarım.
Bunu liseden beri de düşünürüm.