Paylaş
Çok merak ediyorum eğer o masum ve çaresiz yavrucak -hani Bodrum’da sahile cansız bedeni vuran, hepimizi perişan eden o çocuk- ölü bedeni sahile vurmadan evimizin önüne sağ salim gelse, kapımıza dayansa... İçeri alıp bağrımıza basabilir miydik?
Ara ara bu soruyu kendime soruyorum.
Cevabım derin bir sessizlik.
Sonra bu yaz Bodrum’da sitelerin iskelelerine botlarla yanaşan Suriyelileri düşünüyorum. Çocuklarıyla, aç biilaç perişan halde...
Her birinin nasıl kovalandıklarını, nasıl polise, jandarmaya teslim edildiklerini, insanların onlara dair nasıl dehşet tepkiler verdiklerini hatırlıyorum.
Nasıl başarıyla kovalandıklarının hikayelerini anlatanları düşünüyorum.
Ne onlara kızabiliyorum, ne kendi çaresizliğime...
Sonra bunları bir kenara bırakıyorum; sokaklarda itilip kakılan kendi sokak çocuklarımızı düşünüyorum.
Sokak çocuklarını da bırakalım hadi bir kenara, bizim “seviyemiz”de olmayan, sümüklü, üstü başı kir pas içinde diyerek tanımlayabildiğimiz çocukları düşünüyorum.
Herhangi bir engeli ya da down sendromu gibi bir sendromu olduğu için, o çocuğun sınıfta kendi “sağlıklı” çocuğuyla yan yana olmasını sakıncalı gören aileleri düşünüyorum...
Hatta doğulu, batılı filan diye ayırabildiğimiz çocuklarımızı düşünüyorum...
Acaba aramızdan kaç kişi, hiçbir şey düşünmeden bağrına basabilir tanımadığı bir çocuğu?
Yok yok... Ne korucu aile olmaktan, ne de evlat edinmekten bahsediyorum bakın...
Veya daha da ileri gideyim; mesela elimizdeki imkanları koşulsuzca yeğenine, kuzenine, bir tanıdığının çocuğuna sanki kendi evladıymışcasına açabilecek kaç kişiyiz acaba?
Evini, odasını, yemeğini, imkanını bir yakın veya uzak akrabasına sırf ihtiyacı var diye açabilecek kaç kişiyiz acaba?
Ben öyle bir evde büyüdüm.
Bizim imkanlarımız da kısıtlı olmasına rağmen, annem ve babam evimizi her daim sonsuzca açmıştı herkese. Paylaşmak ve koşulsuz paylaşmak sorgulamadığımız bir şeydi.
Peki şimdi?
Kalbimiz ne kadar büyük ve içinde nelere, kimlere yer var çok merak ediyorum.
Bu soruları kendime soruyorum, dürüstçe verdiğim cevapların bazılarından yüzüm kızarıyor.
2 çocuklu bir anne olarak, bazen elimin, dilimin, yüreğimin kilitlendiği anlar oluyor çünkü.
Sonra telafi ediyorum bir şekilde. Ama o ilk kitlenmeye neden olan nedir, içgüdümü bastıran şey nedir ve ne ara o kitlenme olmaya başladı anlayamıyorum.
Bunun nedeni içimize sürekli ama sürekli her yerden ekilen öfke, endişe, korku ve önyargı bombaları mı?
Bir bilsem, bir bulsam nedenini, kökünden söküp atacağım denizlere dağlara...
O çocuk kıyıya vurunca hepimiz perişan olduk.
Öldükten sonra.
Ölmese bağrımıza bu kadar basmayacaktık... Bunu düşündükçe içimizdeki sevginin, merhametin nereye kaçtığını daha çok merak ediyorum.
Avrupa şimdi bize para veriyor bağrımıza basalım diye kıyıya vuran insanları.
Vize karşılığı sevgi...
Paralı ilişkilerin, alış verişlerin, sevgi ticaretinin, kirli politikaların yeterince kurbanı değilmişiz gibi... Şimdi hanemize vizeli ikiyüzlülük damgası eklendi.
Biz büyüdük ve kirlendi dünya, orası kesin.
Bu maskeli balo da gerçekten canıma tak etti.
Yonca
“tukaka”
Bal Arıları ve Hınzır Ayı
İçinde çocuk yaştan doğru bilgilendirme, keyifle ve oyunla öğrenme olan işlere hem saygım hem sevgim sonsuz.
Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde “Bal Arıları ve Hınzır Ayı” adlı oyunun zamanı!
Anavarza Çocuk Tiyatrosu’nun Tiyatrokare işbirliği ile hazırladığı, Nedim Saban’ın yazıp yönettiği bu eğlenceli çocuk oyunu aralık ayı boyunca her Cumartesi saat 13:00’te çocuklarla buluşuyor.
Hem de ücretsiz olarak!
Çocuklarınızı kapıp gidin.
Onlara öğrenmeye değer çok önemli bir bilgiyi, arı sevgisini, arıların önemini bu oyun aracılığıyla baldan tatlı yaşatın dilerim.
Yonca
“arısever”
Paylaş