Paylaş
Gerçekten “kayıp” doğru kelime. Nitekim, sürekli arıyorsun. Bulamıyorsun.
Ah be Babam...
Hayatta olsa bugün hissettiğim kadar çok hasret ve sevgi mi hissederdim, yoksa yine didiş didiş gıcık olduğum bi halde mi olurdum bilemiyorum. Hayat böyle bir şey işte.
Ölüm, kayıplarına daha büyük bir sevgiyle bağlanmana neden olabiliyormuş.
Bugünü, 17 yıl boyunca perperişan geçirdim.
Birkaç senedir de “kayıp değil hayata dönüş” olarak yaşamak gibi bir çabam var.
İşe yarıyor bi şekilde. Kendimi kandırıyorsam da, bilemeyeceğim, analiz yapmaktan bitkinim. Ama bugüne yapmayı planladığım bir şeyi hayata geçirmeye karar verdim.
Yapıyorum!
Allah rahmet eylesin... Babam, çocuk saflığında, insana inandırıcı gelemeyecek kadar da zeki adamdı. Çok düşünürdü. Çok okurdu. Çok yazardı.
Bu dünyada anlaşılamadığından prangalarla yaşadı, ölüp özgürlüğe kavuştu diye düşünüyorum.
Tam da bu yüzden, yalap şap da olsa, balıklama da olsa, aşağıda okuyacağınız şeyi daha fazla düşünmeden BUGÜN ya-pı-yo-rum.
* * *
2012 yılı hayatımda bir dönüm noktası oldu.
Bi de kitap yazdığım yıl.
Karışık Kuruşuk Şeyler adında bir kitap yazdım. Ekim 2012’de GOA’dan çıktı raflara kondu.
Arkadaşlar kitabımı ben yazdım. Tüm hakları benim madem, istediğimi yapmakta özgür olmalıyım değil mi?
Pek öyle olmuyor(muş) aslında.
Çünkü yazıyorsun, basmak için bir yayınevi bulman gerekiyor. Sonra satılacak diye çalışman gerekiyor.
Eğer benim gibi kocaman bir gazetede köşen varsa bi şekilde yayın evi bulman pek tabi çok daha kolay oluyor. Bir de buna “şanslıyım” diyorsun günün sonunda. Çünkü bu ülkede yazar olmak ayrı, yazdıktan sonra paylaşmak ayrı sorun.
(Bu cümleden sonra aklıma gelen tek şey de Can Dündar ve Erdem Gül... hale bak!)
Kitabın basılıyor, sonra satışa çıkıyor.
Bu sefer de hem satılsın, hem de çok satılsın diye çalışman gerekiyor.
Reklam, tanıtım, o bu şu bildiğin kendi kitabından soğuyana kadar herkese “kitap yazdım da ben, tanıtmam lazım, bana yardım eder misin” filan demen gerekiyor.
Köşe yazarlarına kitabını vermen, okumaları için duacı olman, veya tanıdık “torpili” denen şeyden medet umman gerekiyor.
Oku beni, al benim kitabımı, sev beni, anlat beni, okut beni, tanıt beni filan demen de gerekiyor.
E sen de yazmışsın kitabı tabi, of nasıl bi kafa o anlatamam... Çok yüksek bi kafa. Uçuyorsun kuşlar gibi havada. Öl deseler uğrunda öleceksin hani.
İyi de, aslında ne kitabın ne de sen, tam olarak bir mal değilsin.
Ya da ben, bu şeyleri öyle göremediğimi, görsem de “işi o şekilde” yapmayı beceremediğimi zamanla daha iyi anladım. Kurumsal şirket çalışanı Yonca ile, kendi ürünlerini ve kendini pazarlaması gereken Yonca arasında dağlar varmış meğer.
Yaşlandıkça aksi bi insan olur oldum belki de.
2012'de satışa çıktı benim kitap dedim ya..
Nitekim, Türkiye’de kocaman bi gazetede yazar olsan bile kitap yazmak, basmak, dağıtmak hadi bunları yaptın diyelim “satmak/sattırmak” tam bir deli işi gibi.
Acayip çok uğraşmak gerek.
Ha bunları para kazanmak için filan yapıyorsan zaten unut.
Belli başlı 3-5 yazardan biri olmalısın, yani hem çok iyi yazar olmalısın, hem de/ya da çok acayip reklam yapabiliyor olmalısın. Yayınevin de bombastik olmalı.
Ama arada bir yerdeysen, sırf yazmayı sevdiğin için geyik bi konuda bile yazarken Dünya’nın en şahane, en önemli, en ciddi ve en büyüleyici şeyini yazıyormuşçasına kendinden geçen biriysen ve hatta yazdığın şeye doğurduğun çocuğun gibi bakıp onun için mutlu ve fakat ama günün sonunda senden çıksa da özgür bi şey olmasını istediğin şey olduğunu düşünen bir yazarsan, işin harbi daha da zor.
Ha bi de benim gibi sonsuz uzun cümle kuran bi tipsen her şeyi unut!
E ben de ne çok über iyi bir yazarım; ne de reklamcı kişi.
Ben yazmayı seven, kendimi yazarak kurtaran/yaşatan bir insanım. Kendimden anladığım bu. Yazdıklarımla da, bu köşeden vatana millete bir fayda yaratabiliyorum çok şükür, bir işe yarayabiliyorum az çok.
Biraz denedim ben de kitabımı sattırmak için ittir kaktırla; ama yapamadım. Belki de kitabım bunlara değer değildi. O da doğrudur.
Hatta kardeşim “Abla böyle kitap yazılmaz, ama sen yazmışsın, şaka gibi ben de sonuna kadar okudum” demişti. Ama o da kardeş kontenjanıydı hani.
Kocam da pek sevmedi sanırım. Keza yorum yapmadı. “Kısa hikayelerini kitap yap Yonca” dedi. Şöyle de yaz böyle de yaz dedi, benim de tepem attı, e sen yaz dedim... bi daha da bu konuda konuşmadık hani.
Geri kalan okuyanların da bi şekilde -korkarım hatta- benim bu gülünesi iyi niyetime kıyamadıkları, hayalperestliğime destek olduklarını düşünerek okuduklarını düşündüğüm çok oldu.
Her neyse...
Ben herkese tek tek tek tek hep minnettarım.
Bilin ki, haddimi de, yerimi de biliyorum.
Samimiyetle.
Çok komiktir zaten bu kitabın basım hikayesi de. Onu da yazdım zaten kitapta.
Kitabımı yayın evine teslim etmeden, anlaşma yapmak için uğradığımda “yüzde kaç?” sorusuna, “para da mı kazanıcam?” diye sorduğumu, “e tabi” cevabı aldığımı, yine de anlaşmaya birkaç adet gülen 4 yapraklı yonca resmi çizerek imzalayıp gülüp çıktığımı hatırlıyorum.
Zerre para kazanacağımı düşünmedim.
Kitabımdan para kazanmadım da. Yani Türkiye’de rafa çıkıp bi yerlerde satılanlardan cebime tek kuruş girmedi.
Hiç.
Kazandığım tek parayı da bana Dubai’de evinde imza günü yapan arkadaşım sayesinde, Türkiye’den siparişle gelen ve o gün alanlardan kazandım. Yani Ayşen sayesinde kazandım. TL karşılığı neyse o kadara satılmıştı kitabım.
Gerçi eminim kargo parası daha fazla tutmuştur.
900küsür dirhemdi sanırım o gün kitap satışından gelen rakam.
Onu da asla emeğinin karşılığına denk olduğunu düşünmesem de, kitabın kapak dahil bütün tasarımını yapan İdil Gürkan Köseoğlu’na verdim. Bunları yazmak utandırıyor beni. Ama yazmak istedim.
Gerçek bunlar. Keza bence bir kitabı yazan kadar, o kitabın tasarımına emeği geçen, senin nazını, kaprisini çeken insanların da emeği büyük, hakkını alması gerek.
Akrabam da olsa, emek emektir benim için.
Kitabımda hiç para kazanmadım ve amacım da para değildi ama; çok acayip hiç beklemediğim başka kocaman bi şeyler kazandım.
1- Kitabın 42.sayfasında yazdığım “hadi bana buraya gelince bi e-posta atsanıza, ben de size cevap atarım” kısmına gelen binden fazla mesajla tanıştığım, yazıştığım insanları kazandım. Hala e-posta geliyor 42. Sayfadan inanamıyorum buna. Kitap raflarda değil, satılmıyor, ama bi şekilde mesaj geliyor. Ya elden ele gidiyor, ya da benim sağda solda bi kafede deniz kenarında metroda bıraktığım kitaplarım hala dolaşımda. Hepsini saklıyorum o notların. Cevaplıyorum da. Biriktiriyorum. Okuyorum. Duygulanıyorum. Çok duygulanıyorum hatta. Kimisi 2cümle yazıyor, kimisi inanılmaz çok şey... Müthiş bir kazanım bu.
2- Kimseye yapın demedimdi ama; kitabımı eline alan kendiliğinden bi fotoğraf çekip ya sosyal medyada, ya da e-posta yoluyla bana yollar, paylaşır oldu o dönem. 2012’de böyle şeyler bugünkü gibi yoktu inanın. Instagram’da kitapla paylaşımı o hashtag eşliğinde tanıtmak filan yoktu. Tanıdık tanımadık bir sürü güzel büyük küçük insanla tanıştım, karşılaştım bu sayede. O fotoğrafları da saklıyorum büyük bir onurla, mutlulukla. Yeni doğan bebeğinin elinde kitabımla fotoğraf yollayanlar oldu. Öyle şeker ki her biri! Kitap piyasada yok, ama hala daha fotoğraf da geliyor garip bi şekilde. Ne iş anladıysam Arap olayım. (bu da ne garip bir deyim yahu!)
3- Kitabım sayesinde “imza günü” denen şahane 2 gün yaşadım şu ahir ömrümde. Ne çok kitap okuyan, kitap fuarına gelen güzel insan varmış görme şansım oldu. Umutlandım. O günü, ailemin de bana yaptığı –otobüse doluşup koca otobüsü kaldırıp kalkıp gelmek sürprizini yani- hayatta unutmam mümkün değil. Çok uzaktan onca trafikte gelenler vardı. Müthiş bir şeydi o duygu...
4- “Elimde basılı bir kitabım olur mu?” hayalimi gerçekleştirdim, yaşadım. Oldu yani.
Çok şükür.
“Kardeşim bu kitabın konusu nedir?” dendiğinde bi şey diyemediğim, “Adı gibi çok Karışık Kuruşuk Şeyler” dediğim kitabımı alıp okuyan herkese çok ama çok teşekkür ederim.
Bana dünyaları verdiniz!
Gerçekten verdiniz!
2012'den bugüne geldik. 3 yıl sonra bugüne.
10 Aralık 2015 gününe.
Kitabımın tüm yayın haklarını e-kitap filan dahil üstüme aldım bu sene.
Kitabım her şeyiyle bana, yuvaya döndü yani.
GOA’ya teşekkür ettim, anlaştık, ayrıldık.
E-kitap olarak 1Liraya satışa çıkarmak vardı kafamda. Aman tanrım, 1Liraya kitap satmak ne zormuş anlatamam. Zoru bırak imkansızmış.
Kitap benim deyip istediğin değeri biçmek de mümkün değilmiş.
Olmadı yani 1liraya kitap hayalim.
Sonra, “yahu ben bunu da istemiyorum ki!” dedim durdum. Yazmak, yazdığını paylaşmak bu kadar zor olamaz bu devirde diyerek kıvrandım.
Ne istediğimi bulamadım bir türlü.
Fikrimin gelmesini bekledim.
Ne çok koştum, ne çok uzun koştum olayı anlamak, benim içime en sinen çözümü bulmak, rahatlamak için of of of.
En sevdiğim yazarlara, müzisyenlere bi bakayım dedim.
J. D. Salinger, nedeni her neydiyse eminim nefis bir açıklaması vardı kendi içinde; “yazmıyorum ve kimseye de hakkımı vermiyorum” dedi gitti.
Prince, “müzik benim, kafanıza göre 0.99dolara alıp sağa sola satamazsınız müziğimi” dedi, çekiverdi müziğini “piyasa” dediği sevimsiz yerlerden, size “mal” olmayacağım dedi pek hoşuma gitti.
Metallica dinliyordum bir gün ve onlar da ısrarla bunca senedir kulağıma “Justice for all” ve “Nothing else matters” diyorlardı.
Sonra 15 yaşında komşumuz Cem’le konuşuyordum bir sabah Yalıkavak’da bahçemde.
İnanılmaz fikirleri vardı, felsefesi vardı beni hayran bıraktı kendine.
Onu dinlerken fikrim geldi!
J.D. Salinger ve Prince ve Metallica ve 15 yaşındaki Cem sayesinde geldi.
Ben kimim ki kendimi onlarla kıyaslayayım filan meselesi değil asla, tabi ki öyle değil. Ama kafamdaki ampul onlar sayesinde yandı. (şimdi bu ampul kelimesi ne alakasız şeyler çağrıştıracak... pof)
Şu an itibariyle hayalim, çözümüm gerçek oluyor.
Düşünmek, hissetmek, hayal kurmak, yazmak, okumak özgür bir eylem.
Bir hak.
Herkesin hakkı.
Benim için öyle. Öyle olması gerektiğine de inancım sonsuz.
Ozan Vardar sağolsun, bana yardımcı oldu. Bir web sitem var artık.
Kitabımı kendi web sitemde canımın istediği sayfa kadar paylaşıyorum bundan sonra.
Tıklayınca kitabıma giden linki “Karışık Kuruşuk Şeyler” başlığı altında bulacaksınız.
Haftada 1 paylaşayım dedim. Belki de 2. Bakarım o kısmına.
İsterseniz okuyun. Sıkılırsanız bırakın. Okumayın.
Okuması bedava! Kararı vermesi de özgür nasıl olsa.
“Read4free” veya “readfree” yani “özgürceoku” “bedavaoku” dedim kendimce bu olayın adına. Bilmiyorum böyle bir şey var mı?
Varsa süper. Yoksa da ben yaptım oldu tamam mı!
Özgürce okuyun. Tek isteğim budur.
Ucunda aldı-verdi kazandı-kaybetti para var yok şeyleri olmadan özgürce okumak, okutmak, okunmak, yazmak...
Bunlar bana iyi gelen bir fikir oldu.
Kitabımı en başından beri yapmak istediğim gibi sesli, hatta videolu, müzikli görüntülü de paylaşabiliyorum böylece.
İlk 2 paylaşıma video da çektim. Yani açtım telefonu kitabı okurken kendimi videoya çektim.
O çekimi yaptığım gün de, tıpkı yazmaya başladığım gün kadar berbat hissettiğim/göründüğüm bi gün oldu. Silmedim, düzeltmedim.
Olsun yahu... Kime ne... Özgürüm işte!
Yani kitabım bugün itibariyle canlandı!
Görme engelli arkadaşlarımın da okuyabilmesini diliyorum. Eğer bu şekilde olmuyorsa, onların okuyabileceği uygulama neyse, öyle de okuyacağım.
Dilerseniz, 42. Sayfaya gelince yine yazabilirsiniz bana.
İmkanım olsa gönderenlerden tek tek izin alıp onları da paylaşmak isterim. İnanılmaz şeyler yazdınız bana o 42. Sayfa adına.
Belki isimsiz/anonim paylaşabilirim.
Onu da düşüneceğim. Çünkü 42.sayfa adında ayrı bir kitap bile olabilir o mailler.
Zaten bu şekilde her paylaştığım kısım adına web sitemde yorum yapma şansınız da oluyor.
Dahası, yazmaya başladığım, yazdığım diğer kitaplarımı da web sitemde “canlı canlı kitap yazıyorum” diyerek yazacağım bundan sonra.
O gün ne kadar yazdıysam o.
Yaz, yükle, paylaş.
Yaşayan kitaplar olsunlar.
Anında görüntü.
Oh be!
Özgürlüğün şerefine!
Justice for All ve Nothing Else Matters gelsin Metallica’dan o halde...
Yonca
“özgür”
Paylaş