Eğer müzik coşuyor, odalardan taşıyor ve durdurulamaz şekilde kendini doğuruyorsa, bu ancak çok iyi bir şeyin habercisi olabilir.
Çocuklarımın büyümesiyle her şeyin büyümesiydi, koşmaktı, yazarlıktı, sürekli fenalık geçiren memleket haberleriyle çukurun dibini boylamaktı derken, geç farkına vardım.
Sevdiğim bir dolu yepyeni müzisyen var. Her biriyle bir şekilde oradan oraya savrulurken karşılaşıyorum. Ya sosyal medyada, ya bir arkadaş sohbetinde, ya da bir yerde kulağıma tınısı acayip güzel geliyor, sora sora buluyorum. Bayılıyorum!
Olay Sofar denen şahane ötesi hareketmiş.
Kendi bildiğin ve istediğin gibi, içinden geçeni çaldığın söylediğin, canlı kanlı ete bürünmüş en sade haliyle müzik odası...
Dünyanın her yerinde müzikseverleri bir araya getiren Sofar Sounds hareketinin İstanbul ayağıymış odalardan bunca olağanüstü müzik doğuran.
Konserler her ay farklı evlerin oturma odalarında gerçekleşiyor.
Zeytin sevgimi bildiklerinden gelmişlerdi.
Zeytine dair en kocaman bilgileri pıt diye alabildiğim hayatımın en güzel sohbetini armağan ettiler bana.
Bahçemdeki ağaçlarıma baktılar. Ben onlara içimden öyle geldiği için nasıl davrandığımı anlattım, sorularımı sordum.
Küçücük bahçe, benim için koca dünya demek...
8 tanecik zeytin ağacım inanın yüzbinlerce zeytin ağacım varmışçasına bana binlerce ömürlük zeytin gücü veriyor. Ben o bahçeye, o ağaçlara baktıkça Toprak Ana gibi hissediyorum. Sanki dünyanın en çok zeytini benim ağaçlarımda, sanki dünyanın en şifalı zeytinleri benim ellerimle topladıklarım.
Bahçeme gelen giden eş dost akraba çocuk kimin eli değerse ağaçlarıma; bir çeşit alıp verdiğim şifa.
İşte o güzel zeytin dostundan haberler geldi.
Daha çocukken, tenisle başladı.
Tenisten soğumamın nedeni birini yeneceksin ya da biri seni yenecek ve o zaman başarı sayılacak denmesiydi. Ayol ne güzel vuruyorduk işte şurada topa!
Sonra okul ve dersler geldi. Birileri mutlaka senden başarılı. Sen de birilerinden başka bir konuda başarılısın. Ama yok kardeşim. Koymuş birileri kriterleri illa ya başarılısın ya başarısız.
Okul bitiyor, yıllar geçiyor
o da ne?
En başarılı tip hayata küsmüş; sınıfın en tembeli veya yaramazı diye yıllarca öğretmen, arkadaş, aile, mahalle, toplum baskısına maruz kalmış tip başarılı olmuş ve hatta mutlu.
Trajikomik olan şu; aynı 7 mahalle bu sefer de “ulan bu da adam oldu ya, pes!” gibisinden kinayeli takdir halinde.
Dünyada “Arı Dostu” şehirler var çünkü; Paris, Berlin, New York gibi. Arıların insan ve doğa sağlığı adına önemini bilen medeniyet, onları kurtarmak için hayli ciddi çaba içinde.AB doğal arıcılık için fonlar çıkarıyor, koruma altına alıyor, ilaçlama içindeki nikotinoidlerin çıkarılması, densiz ve yanlış ilaçlamanın durdurulması için uğraş veriyor.Ben o yazıyı yazıp TOG ile Anadolu Arıları için çalışmaya başladığımda, Hermes vitrinlerinde arılar ve kovanlar vardı.Gören herkes bana haber veriyordu.Arı Maya aynı zamanda vizyona girmişti.Arı ve arı sevgisine dair birtakım gelişmeler giderek arttı. Her gittiğim yerde söylediklerim, sürekli yazdıklarım, bu konuda TOG ile başlattığımız Anadolu Arıları projemiz için çalışan gençlerin çabası derken bazı şeyler artık durdurulamaz noktaya geliyordu. Geldi de.Ne çok sanatçı bu dönem içinde arılardan esinlenerek yaptıkları eserlerini sergilediler, inanın sayısını hatırlamıyorum. Bunlar sadece 2 yılda oldu.Geçen hafta bir vitrinin önünden geçerken dikkatimi üzerinde kocaman bir balarısı olan çanta çekti ve vitrine mıhlandım.Bura nere yahu derken, bir baktım Gucci. Hayatımda ilk defa sırf bu yüzden bir Gucci mağazasından içeri girdim, çantaya doğru yöneldim ve “Şu çantaya bakabilir miyim?” dedim.Görevli ellerine özel bir eldiven taktı ve çantayı o raftan indirip önüme koydu.Hayatta kullanamayacağım bir çanta şekli, tipi. Fakat balarısı o kadar güzel ki! Nasıl gerçek dokunmuş, nasıl asil. Ben arıyı sevdim, çantayı değil. Zaten o an meselem de ne marka ne o ne bu. Derdim ARI!Hem; bu arının bu çanta üzerinde ne işi var diyorum, hem de bu arının bu çanta ve bu markada olmasının bir faydası da var biliyorum.Beynim oldu tenis topu gibi.Fiyatını sordum.13bin500 dirhem dediler. Yani yaklaşık 3700 dolar.O an aklımdan geçenler daha da karışık hale geldi.Versen bana o 3700 doları, TOG Anadolu Arıları için 92 genç çalışmaya başlar. Veya arıların sevdiği kaç çeşit ağaç dikerim! Offf, pek çok! Kovanlar kurarım doğal ortamında. Doğal arıcılık yapacak birilerini desteklerim. Dolu şey yaparım.Öte yandan, bu çanta ve onu alıp da takabilen sayesinde “arı”, korkulan veya “itici” bir hayvan olma algısından, omzunda taşınmaya değer, sevilecek ve hatta “ay ben de o arılı çantadan istiyorum” denilen bir arzu nesnesine dönüşecek. Ve benim arılar adına böyle bir sevgiye de ihtiyacım var.O çantadaki arı, kocaman bir önyargının kırılması demek!Öyle karmaşık ki bunlar bu dünya düzeninde! Of ya! Dünya bunu bana neden yapıyorsun?Çantaya baktııım baktım! Teşekkür ettim, çıktım.Tom Ford da parfüm yapmış, şişesi arı şeklinde. Nasıl şeker.. E onca çiçek, arı sayesinde tabii ya! Bir zahmet parfüm dünyası takdir etsin, ettirsin arılarımı!Nitekim, baykuşlara olan sevgimi yazdığımda ne çok insan “uğursuz o” deyip de şu anda üzerinde illa baykuş olan bir kalem, bir not defteri, bir anahtarlık taşıyor ve ne kadar “ay çok şeker diil mi ama yaaaa” diyorsa; umudum aynısının arılarımın da başına gelmesi ve hak ettikleri sevgi, saygı ve itibarı kazanmaları.O yüzden markalara yine de teşekkür ederim.Biz bir yandan tarım, çiftçi, gıda, doğa adına arılar için çalışırken; kocaman markalar da bizim yapamadığımız yerinden kurtarıyorlar arıları.Dünya bir yerden batırıyor, sonra da batırdığını çıkartmaya çalışıyor.Hayat tezat duygular diyarı.Düğün ve cenazenin insanları sevgiyle birleştirmesi gibi...Yonca“ballı”
Ben yetiştirdim.
Bir ömürlük emektir. Sevgidir. Büyük sabırdır.
Sabır var ya, ancak tohumdan bitki yetiştirdiğiniz gün anlayacağınız bir erdemdir, erdem!
Ne olacak canım diyen insanlarımızın, komşularımın vurdumduymazlığı ve duyarsızlığı yüzünden beton merdiven arkasında kalan yeni dünya ağacımın vermiş olduğu 2 yenidünyayı gözümde yaşlarla yedikten sonra, çekirdeklerini bir saksıya gömdüm. Tam 8 yıl önce!
Dilerim bu çekirdeklerden yeşerirsin de seni yaşatırım diyerek, umarak.
4 yıl sonra o saksıda yaklaşık 15 santim olan iki fideyi, iki ayrı saksıya alabildim ya tutmazsa ya bu aktarım sırasında canı yanarsa diye korka korka.
6. yılda bahçeye dikebileceğimiz boya geldiklerinde biri yaklaşık 80 santim, diğeri de 50 santim boyundaydı.
Aslında bu çocuğun ve ailenin Hint olması pek önemli bir detay değil. Çocuk ve aile. Baba ve çocuk hatta olayın özünde.
Çocuk en fazla 15 aylık. Paytak paytak koşturuyor. Dubai de bu ara hava sürekli güneşli ama güneşe bakıp ince giyinirsen üşüyorsun, kalınca giyinirsen ter basıyor.
Koşarken fark ettim ki, aslında sahil tarafı tamamen güneş altında olduğu için daha sıcak. Zemin güneşten ısınmış. Ayaklarım ısındıkça içim de ısındı.
Aslında çıplak ayak yere basarsan anlayacaksın ki yerler ılık ve bir çocuğun çıplak ayak dolaşmasında sakınca yok.
Bütün dolaşmaya gelen büyüklerse sımsıkı giyinmişler. Spor yapanlarsa cıbıl cıbıl. Yüzenler, koşanlar, dolaşanlar her biri başka mevsimde yaşıyor sanki.
Çocuk çorapla yere basıp ayağı ısındığından, sürekli yere oturup çorabını çıkartmaya çalışıyor. Babası da sürekli çorabını çekiyor ve kızıyor.
Dışarıdan bakınca o kadar iyi anladım ki baba ve çocuğu; ama onların bunu anlaması çok zor o an, bunu da biliyorum.
Köpeğimiz Ginger Bey de olduğundan, hepimiz sürekli diken üstünde pür dikkat haldeyiz, kaşla göz arası bir facia olmasın diye.
Hatta daha da çok dikkat ediyoruz; çünkü 1,5 senedir bir de “Madam Alaska Koko oldu Sokak kızı İrma” adlı kedimiz de var.
Salonda kedimizin atlayamayacağı, köpeğimizin havlayarak terör yaratamayacağı bir noktaya yerleştirdik.
Bu yaz şöyle bir şey oldu. Bizim muhabbet kuşları muhabbet ve aşkla önce bir tane bebek sahibi oldular. Sonra ikinci geldi. Sonra üçüncü ve dördüncü.
Bir anda o kafesin içinde kuşlarımızın nasıl yumurtladığına, nasıl yumurtadan yavruların çıktığına... O bozuk ve meşgulde takılmış telefon sesi ile hayatlarına başladıklarına, yumurtadan çıkıp kafes içindeki minicik yuvalarında nasıl anne ve babalarının onları beslediğine tanıklık ettik.
Beni en çok duygulandıran şey o yavru kuşların yuvadan kafalarını uzattıklarında henüz dışarı çıkma zamanlarının gelmediğine karar veren annelerinin kafalarını gagalayarak içeri sokması oldu.
Bu yazıyı böyle hani kusarcasına yazıyorum...
Tam da nasıl da medyadaki, basındaki, hatta dışişlerinde bazı kadınların görevlerinin değiştiğini; göstermelik pasif rollere itildiklerini, hayatta yapmayacakları bi takım programlara mahkum edildiklerini; bazılarının toptan ortadan kaldırıldıklarını,
resimden silindiklerini,
diğerlerinin de büyük risk altında olduğunu görüp o sinsi elin nasıl da her şeyi bu kadar hop oldu bittiye getirdiğini sanki kabus değil de masal gibi yaşadığımıza çıldırırken..
Beyazıt’ın da başına resmen bu saçma sapan “komplo” getirildi ya!
Yazıktır insaftır pestir be!
Hiç komplocu olmayan ben de, komplo diyorum evet!
Can Dündar ve Erdem Gül’ün hala daha içeride olması, kimilerinin artık onların orada olmasını kanıksaması, unutmuş olması olasılığı, sürekli benzer kabusların hayatımızın içinde, kalbimizin bi yerinde olması, ruhumuzu boğa yılanı gibi sarıp sarmalayıp sıkıp daraltması…