5 Ekim 2009
Biri bunun cevabını verebilir mi?
Bıraksak tuvaletten hiç çıkmayacakları kesin de, hani mecburen çıktıklarında aradan ne kadar zaman geçmiştir onu merak ediyorum ben. Pekiii, tuvalette uzun süre kalabilmenin açıklaması anatomik farklılık olabilir mi? Ben “tuvalette uzun kalan kadın hikayesi” pek duymuyorum da, ya da karısından tuvalette çok uzun kaldığı için şikayet eden adamlara denk gelmiyorum demeli belki. (Hemen şu satırda kendimi öne atmalı ve bazen benim de kendime hediye ettiğim ekstra 2 dakikalık tuvalet molasını anlatmalıyım ki haksızlık olmasın bence...)
Evet, ben de bazen tuvaletten işim bitse de hemen çıkmıyorum. Çünkü bir tek oradayken çağıranım yok. Çünkü zaten nadiren tuvalete gidecek vakit buluyorum, bulduğum zamanı da çok efektif ve seri kullanmam gerektiğinden bu konuya ciddi kafa patlatıyorum. Malum bir kadının en rahat anı tuvaletteki zamanı. Aaaaaa ha! Belki de adamlar bunu bildiği için girince çıkmıyorlar, hmmm... düşündürücü.
Özgürüm ya tuvalette bir iki dakikalığına; 2 karın hareketi, 3 kol kası filan yapıp öyle çıkıyorum. Sihirli hareketlerim var benim karnım ve kollarım için durduğum yerde çaktırmadan yapabildiğim. Madem tuvaletteyim, hiç zaman kaybeder miyim, acilen değerlendiririm. Ama bu anlattığım hepsi hepsi azami 5 dakika! Zaten hemen darallar geliyor, çıkıyorum koşa koşa. Ama erkek kişiler oh maşallah girdiyse tuvalete, adamı unut. Çıktığında yaşlanmış bile olabilirsin kızııım koş botoksa!
Bu olayı anlamaya and içtim, oturdum etrafımdaki tüm erkekleri tek tek incelemeye aldım; en küçüğünden en büyüğüne, oğlumdan eşime, kardeşimden, arkadaşıma, arkadaşımdan elin kocasına... Herkesi sorup soruşturdum istisnasız tuvalete giren adam en az 45 dakika içeride. Bir tanesi de çıkıp benimki “beş dakkada Beşiktaş” demedi. Adamlar tuvalette bir yaşam şekli yaratmışlar, resmen orada bir hayatları var. Tuvalete dijitürk kurdurmayı talep edeni var yahu! Herhangi bir tuvalete de kolay giremiyorlar. En kötüsü 5 yıldızlı otel tuvaleti mertebesinde hilton tipi olacak! Yahu ben tuvalete gidecek vakit bulamıyorum diyorum, bulunca da hızlı tren modunda davranıyorum, tipine bakan kim? Neyse bakın daha fazla detaya girmiyorum, Pazartesi Pazartesi içimize ettin demeyin diye şuracıkta kesiyorum.
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2009
Bu yazı kutumda bekler durur. Arada açar okur, yeniden yazar, katlar kutusuna saklarım.
Dizideki o dört çatlak kadın hayatımıza girmeden önce nasıldık, sonra nasıl olduk diye düşünür dururum. Anladım ki olduğu gibi olabilen, kadınlığını yaşayan ve anlatan, utanmayan kadın yazarlar da olmasa, kadınlarımızın durumu kötüden betere giderdi. Bu dünyada ezelden beri kadın olmak zor, yazar olmak zor, kadın yazar olmak daha da zor!
Siz, bu diziyi seyrettiniz mi bilmem. Basite indirgeme meraklısı bizlerin düşündüğünün tersine, dizi yeterince ciddi bence.
“Pipi” komik bişey değil ki!
Orta okul birinci sınıfta biyoloji öğretmenimiz, derste projeksiyon aletine bir slayt taktı ve baktığımızda o karanlıkta karşımızda koskocaman bir penis vardı.
Sınıfçak koptuk gülmekten! Öğretmen bir köşede sessizce bekledi. Gülecek halimiz kalmayıp sakinleşince de hiç unutmam aynen şöyle dedi: “Sınıftaki tüm erkeklerde bulunan bir “organın” hepinizi bu kadar güldürmüş olmasını olgunlukla karşılıyorum. Bir organa gülmeden, dalga geçmeden bakmayı öğrendiğiniz zaman, olgunlaşmaya başladığınızı düşüneceğim. şu anda, olgunlaşmaya adım attığınızı düşünüyorum.” Sonra da kalkıp en dolgunundan bir çift meme, ardından da vajina slaytı getirdi karşımıza. Arada bir kıkırdasak da, hiçbirimiz gülme krizine girmedik.
Güzel bir cinsellik ve hayat dersiydi. Sex and The City’de Samantha, Charlotte, Carry ve Miranda da penis ve vajinaya dair beni hem çok düşündürttü, hem gülümsetti. Utanç verici sandığımız habis düşüncelerimizi, kendi kendimize olgunlukla karşılamayı öğretti.
Pazardan aldım bir tane eve geldim bin tane: NAR
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2009
Arkadaşımız Yonca, aslında bir süredir kendisiyle uğraşmakta.
Yedi canlı çocuk kalpli kadın
Arkadaşımız Yonca, aslında bir süredir kendisiyle uğraşmakta.
Doktor doktor gezip 3-5 civarında seyreden tansiyon, halsizlik, peltelik, aşırı dikkatsizlik, hızlı tren modunda çarpan taşikardilik, durup dururken direksiyon başında bayılma, ayılma, çok uzun süren kanama ve saire gibi dertlerine deva aramakta.
Kendisi, nedendir bilinmez, doğduğu günden beri her türlü hastalık ve olayın en abuk şeklini geçirdiğinden, tıp tarafından zaten incelenmelidir bir bakıma.
Olaya başka bir boyuttan bakmak isteyenler için ise “Öldürmeyen Allah öldürmüyor” olayına da iyi örnektir kendisi bu arada.
Burnu kedisi yüzünden kırılan, 5 kere zatürre olup ayağa hiçbir şey olmamış gibi kalkan, toksik şoka girip septisemiden ölmeyen, spirali içinde kaybolan, kendi kocaman kadın olsa da kalbi çocuk kalmış, kanı 15 dakikada filan anca pıhtılaşan ve ama bundan dolayı hiçbir korkulacak hastalığı da bulunamayan, bayılırken arabayı kenara çekmeyi başaran kaç insan vardır ki?
4 Yapraklı Yonca’ yı yazmaya başladığı taaa ilk günden beri takip edenler iyi bilir.
Varsa bir gariplik, ancak Yonca’ ya olabilir.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2009
Aramızdan bazılarına bu yazacaklarım basit gelebilecek olsa da, değildir.
Çocukların okulda seçmeleri gereken “seçmeli dersleri” var. Kendi seçmelerim bitti, onlarınki başladı. Okul kâbusum geri döndü!
Bugün okula seçtiklerini bildirmemiz için bize verilen son gün. Dü. Listeleri bayramdan önce dağıttılar: “Bayramda ailecek düşünün karar verin, doldurup gönderin” dediler, bizi krize soktular!
Kızım keman çalan bir jimnastikçi olduğu için bu ikisi aslında zorunlu seçmeli olduğundan onunla işimiz nispeten kolay. Ama bu iki dersin günleri belli olmayınca, kızımın yapmak istediği diğer şeylerin günlerini belirleyemedik. Kalakaldık.
Oh maşallah daha dakka bir gol bir!
Hatta maç başlamadan kaybettik de denilebilir.
Oğlumuz bu sene birinci sınıf oldu ve çok küçük daha. Bu kadar küçük çocuk neden birinci sınıf oluyor, hiç anlamıyorum! Ne tam olarak ne istediği belli ne de ne istemediği. Neyi sorsak seviyor, ne varsa yapmak istiyor ve aslında pek de bir şey yapası gelmiyor. Erkek diye belki de...
Elimizde uzun bir liste, üç gündür karı-koca ve iki çocuk bakıyoruz trene bakan inek ailesi misali.
Işin içinden çıkamadık iyi mi!
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2009
“Bir deri bir kemik” derler ya hani, öyle. Ama kulaklarını görseniz, koskocaman iki üçgen kule sanki!
Kapıyı tam açmıştım ki, ufaklık ayaklarımızın dibinde belirdi.
Gözleri yeşilli sarılı, bedeni uçuk gri, kuyruğu siyah gri çizgili, tek kulağı da azıcık koyu lekeli. Aaa o da ne? Tek bacağının arkası da koyu gri. Çoook şeker bişiii!
Belli karnı aç, tizden miyavlıyor cici cici.
Karşı komşunun kedisinin yavrusu olabilir mi diye hemen aldım onlara gittim.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2009
Aramızda çikolata sevmeyen var mıdır? Hiiiç sanmıyorum. Olamaz. Asla!
En azından böyle bir durum benim için söz konusu değil. Bayılıyorum çikolataya ve ödüm patlıyor bir gün biri çıkıp da “Evvveeet, size çikolata yasak bundan sonra!” diyecek diye mesela. Kabus olurdu hayat bana.
Tepen mi attı, sakinleşmek için sütlü çikolata...
ıçinden ağlamak mı geliyor, bitter çikolata...
Havaya, suya gıcık mısın kardeşim, en yakın dostundur damak veya nutella...
ıştahsızsan, ye fındıklı çikolata, gör nasıl iştahın açılıyor anında...
Ben bir ara çikolata yapmaya da sarmıştım hatta. Badem liköründe ıslatılmış kuru kayısılı, Türk kahvesi tanelerinin üzeri tarçın ve kırmızı pul biberli çikolatayla kaplı... Hmm, demek bir zamanlar boş zamanım da varmış. O günler mazide kaldı oysa!
Moraller bozulunca ne diyorlar, “Hemen at ağzına bir çikolata, magnezyum iyi gelir ruhuna...” E doğru. Ben yapıyorum, oluyor valla. Hamileyken bebeğin uzun süre tekmelemeyip sessizleşirse, panikle doktorunu arayınca ne diyor; “At ağzına bir çikolata, bekle bir iki dakika. Hâlâ ses çıkmazsa, o zaman gel bi bakalım afacana...”
Morallerin uzun zamandır bozuk olmasını da bahane edip çikolataya iyice sardım da bu ara. Amanın ne güzel çikolata yiyorum anlatamam.
Çikolataları löpürdetirken birden kafamda ampul yandı; “Yahu” dedim, “çikolata rengi oje bulsam, tırnaklarımı kısacık kesip şöyle bir attırsam. Çikolatayı yiyeceğime, tırnaklarıma sürüp uzaktan bakıp moral bulsam...”
Aradım acilen ve şaka gibi ama buldum!
Dünyanın en inanılmaz “çikolatalı tırnak” rengini buldum.
Kendisi “Lady Godiva” adında (evet Godiva, ismi bile deli etti beni), Essie diye bir marka ve yemin ederim renk resmen inanılmaz güzel bir acı çikolata! Acele sürdüm ellerime sürmesine de, bu çikolatalı tırnaklarımı yememek için zor tutuyorum kendimi.
Felaketler felaketler üzerine geldi derken, şu minicik çikolatalı tırnaklar ruhuma ilaç gibi geldi.
Eveeet, nar çiçeği mevsimi kapanmış, çikolata mevsimimiz açılmıştır efenim!
Sürüverelim de hadi...
şeker Bayramı’mız bol çikolatalı, bol şekerli, yani keyifli geçsin bari.
Büyüklerimizin ellerinden, küçüklerimizin gözlerinden öpmeyi de unutmadan tabi!
Yonca
“fıstıklı”
Bayıldığım şeylerin listesi olan dip not:
Nil’in Dumaduma dum klibine baaa-yııılll-dım! “Duma dans” olayına kızım ve oğlumla girdim bile. Çoook eğleniyoruzzz. Sen aklınla çok yaşa Nil. Bayılıyoruz sana.
Yonca
“dumadumadumbacı”
Salı günü www.hurriyet.com.tr’de yazdığım “bir kafem olsa” içerikli yazıdan sonra gelen coşturucu e-postalara bayıldım. Hayal kurmaktan perişanım, böyle perişanlığa can kurban ama!
Yonca
“hayali kahveci”
Kızım çok güzel keman çalıyor. Okul orkestrasına seçildi. Sevinçten gözlerini görseniz, içleri nasıl da neşeli. Onun bu haline bayıldım.
Oğlum da bu sene resmen ilkokul birinci sınıf oldu. Ben ne zaman ikinci çocuğu birinci sınıfa giden bir kadın oldum ki??? Bu duruma da bayıldım iyi mi?
İyi.
Yonca “k-ayık”
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2009
Bir keresinde “Danimarkalı sperm” yazısına çok sinirlenip öfkemle hop oturup hop kalkmış olsam da, Ahmet Hakan’ı dikkatle okumadığım gün yoktur. Doğan Hızlan, benim için çöldeki gül gibi, batan Titanik’in son saniyelerinde bile çalan orkestradan yükselen güzel bir müzik gibi. Tufan Türenç sağduyu demek. Moralimin bozuk olduğu her anda sakince düşünüp çözüm bulmaya zorluyor beni.
Mehmet Yılmaz’ı okurken, bir işin sonuna kadar takip edilmesinin önemini anlıyorum. Özdemir ınce beynim, aklım, mantığım, öğretmenim, medeniyet örneğim.
Fikirleriyle bazen çatışsam da, bana anlaşamadan da tartışılabilir ve yaşanabilir olduğunu gösterenlerimden biri Hadi Uluengin. Yılmaz Özdil desem, ismi her şeyi anlatmaya da anlamaya da yeterli; varlığını bilmek, var olmanın da garantisi.
Ertuğrul Özkök, şu nankör hayatı, içinden geldiği gibi yaşamanın en doğru şey olduğunu söyleyip kanıtlayan, hata yapınca özür dilemenin, iyi işleri gocunmadan kutlamanın önemli meziyetler olduğunu uygulamalı gösteren gerçek örnek.
Fatih Çekirge anında görüntü, vakit kaybedilmeden alınacak karar ve hız demek. Her türlü zihni sinir fikre açıklık, teknolojik geleceğe dönüklük demek benim için. Gila Benmayor ve Ferai Tınç olmasa mesela, kenarda köşede kalmış minicik detayları fark etmezdim.
Ayşe... kimisi için Arman; ama benim için sadece ve tek Ayşe. Bu ülkenin kadınlarına ve erkeklerine özgüven tanımının canlı örneği olup; kadın olmaktan utanılacağına, gurur duyularak gocunmadan yaşanması gerektiğini öğreten kadın değil mi sizce? Öyle!
Her gazete bir Ayşe yaratmak için yırtınıyor da olmuyor işte.
Peki Yalçın Bayer olmasa okurun sesi kim olacak? Yalçın Doğan olmadan gazetecilik yanımız eksik kalmış gibi olacak... Prof. Dr. Osman Müftüoğlu sayesinde kendimize iyi bakmayı öğrenmedik mi?
Magazin okumam! Yan cebime!
“Magazin sevmem, okumam!” deriz, birçok başka gerçek gibi ayıla bayıla magazin okuduğumuz gerçeğini kabul etmemekle beraber; “şimdi kim nerede kiminle ne yapıyormuş?” diye sorsanız, herkesin cevabı hazırdır kesin.
Çünkü her birimiz magazin canavarıyız; ama dedim ya inadımız inat, kabul etmeyiz.
Yalan mı?
Kelebek okumayan yok, rakibi de yok! Altın Kelebek ödülleri kadar da koca sene merakla beklenen başka bir magazin olayı yok!
Cengiz Semercioğlu’nu okumayan, Onur Baştürk’ü tanımak istemeyen, Kubilay Keskin’in nereden ne haber vereceğini merak etmeyen, Melike Karakartal’ın enerjisini hissetmeyen, Nil’siz bir pazartesiyi susuz bir nehir gibi düşünmeyen var mı?
Yok!
Cumartesi ve Pazar ekleri olmasa, hafta sonu geçer mi?
Geçmez!
Devam ederdim, herkesi tek tek sayıp yazardım bu kocaman aile satırlara sığmaz ki! Okumadığım tek bir Hürriyet yazarı yok çünkü! Kendimi bildim bileli Hürriyetim elimden hiç düşmedi ki...
Felaketler sel gibi geldi!
Dila annesinin ellerinden nasıl da kayıp gitmiş... Annesi sayıklıyormuş, sayıklamaz mı! Anne yüreği bu... bebeğinin kollarından kayıp gitmesine dayanır mı?
Dila’nın gidişi, sel, Hürriyetimize kesilen ceza... Tüm bunlar darmaduman etti beni, bizi, hepimizi!
Bakın yazarlar arada anlaşırlar anlaşmazlar, didişir takışırlar, bir gün küser ertesi gün barışırlar. Tartışarak anlaşmanın, anlaşamadan da bir arada barınmanın güzel bir örneği olurlar. Ne olursa olsun, bir arada yaşar, ortak bir kıymetli değere, özgürlüklerimize sahip çıkarlar.
Kesilen ceza Hürriyetimizin elimizden kayıp gitmesi demekse eğer... Onu bunu şunu, kini nefreti, ‘oh canıma değsin’leri, yok efendim bunları başımıza siz getirdiniz nağmelerini, illa ki cezayı birine kesip suçlu bulup sözde vicdan hafifletmelerini bir kenara bırakın şimdi...
Hürriyetinizden vazgeçer misiniz?
Ben vazgeçmem.
Hürriyetinize sahip çıkın.
Sözünüzü kestirmeyin.
Çok önemli.
Yonca
“kesintisiz”
Jules Renard’dan alıntılı manidar dip not: “Writing is the only way to talk without being interrupted.” Yani... “Yazmak, sözünüz kesilmeden/araya girilmeden yapabileceğiniz tek konuşmadır...” Net değil mi?
Yazının Devamını Oku