Yonca Tokbaş - Kelebek

Bunalım çeşitlemelerimden seçmeceler

7 Eylül 2009
Kitap okuyamıyorum da ben, buna biraz canım sıkılıyor. Acaba neden böyle oldu?
Ne zaman yaratabiliyorum, ne kafamı toplayabiliyorum ne de elime aldığım bir kitabı bitirebiliyorum.
Elinde kitap gördüğüm her insana sinir olmaya başladım. Kıskançlıktan deliye dönüyorum. “Milletin hiç işi yok, kitap okuyor!” gibi bana asla yakışmayacak, inanılmaz tehlikeli şeyler bile düşünmeye başladım.
O kadar çaresizim yani!
Ve o kadar zavallıyım ki, düşünün yedi cihan iki rengi de dahil olmak üzere (burada gülüyoruz) Elif Şafak’ın “Aşk”ını okudu, ben daha pembesinin kapağını açamadım. Bence beni sırf bu yüzden bir köşede tek ayak üzerinde durmakla cezalandıralım.
Ölüyorum meraktan. Ölüyorum! Ama merakımın şu halime hiçbir faydası yok.
İki çocuklu, iki apayrı işli, bir kocalı (ki bir koca 5 çocuğa bedel!) hiperaktif bir deli olarak, benden sanırım bu kadar arkadaşlar.
Bittim ben, bittim!
Yok kardeşim, anasını sattığımın şu ideal düzenine kavuşamadığım gibi, dünyanın en düzenli kadını olmama rağmen hâlâ daha istediğim şeyleri sıraya koyup da bir türlü yapamıyorum. Ki bunun da açıklamasını en son Siyah Süt’teki kadınlardan hepsinin ve daha nicelerinin benim de içimde olması olarak çözmüş, kabullenmiş gibiydim. Ama aradan üç yıl geçti ya onu da okuyalı, kadıngillerden olmak nasıl bir durumdur her an unutmuş olabilirim. Kesin unuttum hatta. Belki de giderek erkekleştim. Bu ruh halindeyken kendimden her şeyi bekleyebilirim.
Neden ben böyleyim?
Neden her şeyim zor oluyor?
Dünyanın en hızlı kitap okuyan insanıyımdır güya, hele birine başlasam şıp diye okuyacağım kesin de... Başlayamıyorum ki! Gözlerim de iyice bozuldu galiba... Offf bir de onlara baktırmak lazım bu arada; ama ben gözlük de takamıyorum! Saçma gelmesin size ama gözlük takınca burnum daralıyor. Yani bana öyle bir his geliyor. Sıkılıyorum...
Ne zor bir kadınım değil mi?
Biliyorum.
Eşime sabır dilediğinizi de biliyorum, e çok şükür sabırlı bir adam. Ama ben de arada bir sabırlı olabiliyorum. (Bir aferin onaysa kesin bir aferin de bana. Olmaz yoksa kıskanırım!) Aç ikinci içses parantezini Yonca...(Konuyu dağıtma da devam et Yonca! Hah kapa parantez) ve devam et kitap okuyamama olayına..
Onlarca kitap aldım, onlarca! Hepsi kâbus gibi çöktü üzerime. Biriktiler başucumda, çantamda, işyerimde, arabamda; hani bir dakika bulsam yapışacağım sayfalarına ama yok! Elime ne zaman kitap alsam hooop koş kızım Yonca, yapılacak iş var, yetişilecek yer var, çocukların bitmek bilmeyen soruları ve anlatacakları var, verilmesi gereken gereksiz uzun cevaplar var... Var oğlu var! Annelik dediğin böyle bir şey işte; başkasına göre sözde hiç işin yokken bile, aslında çok işin var.
Arta kalan zamanda da, kahretsin ama, uyumak gerek ve artık sabah olmasına genelde o saatte inanın çok az var. E kardeşim benim de kendime kıyak geçmek istediğim birtakım zamanlar var... Var da yok!
(Yaz başında tam başlıyordum ki kitap okumaya Michael Jackson öldü ve ben -bana ne oluyorsa- hayata küstüm. Her şeyi bu kadar mı abartı yaşar bir insan!)
Kitap okumak istiyorum anladınız mı?
Kiiii tap!
Offf açık açık yazdım ya...
İçimden attım.
Şimdi artık rahatça uyumayı umuyorum.
Dahası, ayakta uyuyorum.

Yonca
“horulhorul”
Yazının Devamını Oku

Benim kızım evlenmeden yatmaz!

4 Eylül 2009
Bizim zamanımızda her ana baba genelde böyle düşünür-dü... Düşünmek ister...di.

Oysa çoğu “kız” yapar-dı, yatardı yani. Her erkeğin de yaptığı gibi.

Herkes bal gibi de sevişti aşkla. Aldatıldı, kandırıldı, kandırıldığını düşündü, terk edildi; ama yeniden aşık olup yeniden sevişti, yeniden inandı, inandırıldı... Aileler hep başkasının çocuğu için kötü düşündü, kendi çocuğuna hiiç kondurmadı. Kötü olan neydiyse...

Esas kötü olan, hemen hemen herkes yalan söylemek zorundaydı.

Yalan söyleyip hem kendimizi kandırdık hem de anne babalarımızı. Gerçi kanmıyorlardı ama, kanmak işlerine geliyordu, olay büyümüyordu belki de. Babalar kızmasın, olay çıkmasın, rezillik olmasın diye anneler idare ediyordu, yüz göz olunmuyordu, “sevişmek” meselesi ağıza alınmıyordu.

Bakirelik gitmişti, varmış gibi yaşanıyordu.

Sevişmemek namus, yalan söylemek mübahtı garip bir şekilde. İkiyüzlülük doğaldı.

Üstelik bu, şehirde böyleydi. Sözde eğitimin olduğu, medeniyetin yaşandığı yerde yalancı ve gayrimedeniydik ilişkilerimizde.

Türk filmleri de bunu öğretti, Güzin Abla da.

Güzin Abla kusura bakmasın ama, kızıyorum ona. Hâlâ daha her daim bakireliği savunurken o, ne çok kadın acı çeker zevk alıp aşkla seviştiği için, suçluluktan ölmek ister gereksiz yere. Marifet gibi bunu okur dururuz bizler de. Dur diyemeyiz. Bacak arası namusunu savunmak prim yapar, aşkla sevişmiş olmak suç sayılır. Yalana başvurmak çaredir derdimize...

Bakire diye doktora görünmeye korkan kadınlar var bu ülkede!

Erken teşhisle hayatı kurtulacak belki ama, jinekoloğa gitmek, namussuzluk işareti sayılabilir ya, rahatsızlığı yüzünden doğum kontrol hapı alan vitamin içiyormuş gibi davranmak zorunda kalır. Doktorun bile ödü patlar muayene ederken hâlâ daha!

Ayşe’nin Hıncal Uluç röportajı, Kanat Atkaya’nın o röportaj üzerine yazdıkları o kadar içime işledi ki. Acı gerçek öyle bir çarptı ki yüzümüze...

Hâlâ lay lay lom yapıyoruz, yapmak istiyoruz, kendimizi kandırıp hiç iğrençlik yokmuş gibi davranıyoruz bu kadar önemli bir meselede bile... Hâlâ fotoğraflara, kıyafete ona buna takılıyoruz, esas tartışılması gereken vahameti görmek işimize gelmiyor yine!

Yalansız dolansız, gizlisiz saklısız sevişemeyen erkek ve kadınların olduğu bir diyarda, erkeklerin sıpalarla “sevişmesi”, (bakın eşek bile değil, sıpa! Küçük yani, bakir o sıpa ve bu ülkede çocuk tacizi düşünün nasıl tavanda ve nasıl bir bağ var acaba bu iki suç arasında?) kadınların da bakire ayağına yatması, “evlenmeden olmaz” diyerek kendini “saklaması” nasıl bir toplum yarattı sizce?

Sağlıklı mı, sapık mı?

Eşeklere mahkum edilmiş erkekler, buldukları ilk kadına tecavüz mü eder, sevişir mi sizce?

Bir kadını mutlu etmek, eşekle sevişerek öğrenilir mi?

Zevk alan bir kadının çıkardığı sesleri, eşek anırması gibi algılayıp kadına zulüm yapanı da var mıdır?

Peki hayatındaki ilk sevişmeleri hep korku ve yalan içinde olmuş bir kadının iyi sevişip tatmin olup tatmin etmesi beklenir mi sizce?

Bir kadın 20 yaşında başlamış olsa sevişmeye, her gün sevişse bile, en iyi ihtimalle yine 30 yaşında başlar orgazm nedir anlamaya, yaşamaya. Kendini zevk almaya teslim etmek, zordur bunca baskıyla büyümüş bir bünyede.

Tatmin olmak da etmek de, iki adet tabu fiil yahu bizde! Oysa ne önemlidir zevk alarak mutlu olabilmek... Bunu yaşamak ve yaşatmak.

Sevişmenin argosu da güzeldir, ama biz o kelimeleri bile kullanamıyoruz. Rahatsız oluyoruz. Oysa her fıkra belden aşağı imalarla dolu yine bu ülkede. “Vermek” kelimesini şeyinden anlamayan yoktur, yalan mı!

Sevişmeyi öğrenmek zorunda kalan bir erkekle, sevişmeyi bilmeyen bir kadın sevişemedikçe, orgazm olmayı bilmeyip deşarj olamadıkça, bu toplumun mutlu olmasını, hoşgörülü olmasını, birbirine sevgiyle bakmasını beklemek...

Zor değil mi?

Yalanlardan dolanlardan yılmadınız mı?

Bırakın da sevişmek aşkla olsun!

İster argo, ister kamçı, ister bağlı gözler ve deri eldivenlerle...

Hayvanlarla değil de sevdiğimizle, aşk içinde...

O yüzden çok seviniyorum yeni neslin sevişmeyi eşeklerden değil de birbirinden öğreniyor olmasına...

Özgürce!

Evet... Savaşmayın sevişin.

Dikkatle korunun sadece!

Yonca
“harbice”
Yazının Devamını Oku

Pide kokusu

31 Ağustos 2009
Nazilli’deyim... <br><br>Dedemin evinde.

Yıllaaar yıllar önce...

Nasıl sıcak, yaz sıcağı... Yanıyor etraf, kavruluyor.

Evin koskocaman bir bahçesi vardı. Küçük bir kümes, limon ağaçları, manolyalar ve en önemlisi de erik ağacı vardı o hatıralarımın dolu olduğu bahçede. Bir de küçücük, fıskiyeli bir havuz.

Ben o zaman 8 yaşındaydım. İkinci sınıfta okuyacaktım... 5 Eylül İlkokulu’nda.

Anneme mecburi hizmet çıkmıştı, o yüzden bir seneliğine babamın memleketinde yaşayacaktım... Annem ve 80 küsur yaşındaki inatçı anneannemle.

Ramazan ayı yazlara denk gelirdi yine o zaman.

Güneş batmak bilmezdi.

O sıcakta eğer yaşlıysan, hele de tansiyonun varsa, iftara kadar dayanmak hakikaten zor işti.

Yazının Devamını Oku

Bölünmüş yazılar...

28 Ağustos 2009
Sevgili basınımızda kutu kutu iki-üç ayrı yazı yazma modası; tıpkı bol ipli ve boncuklu, bacağın yarısını saran botumsu sandalet misali yayılmış bulunuyor.

Kime baksam en az 3 kutu!

Tek parça, bir bütün halinde yazı yazmak demode; “bölünmüş parçalanmış” yazılarla aynı köşede daldan dala konarak yazmak “in” oldu gitgide.

Tek bir konuyu derinlemesine yazıp anlatmaya çalışıp anlaşılamamaktansa, üç beş konuyu daraltıp kısaltarak yazmak, aslında tam da bize göre. İçinde bulunduğumuz “trajipolitik” duruma öyle benzettim ki bu halimizi, anlatamam size... Biz ezelden beri çok uzun şeyleri pek sevemedik; dersin uzunu çekilmezdi, tenefüs uzarsa kavga çıkardı, film uzun olursa bayardı, kitabın uzunu hele hiç okunmazdı, yol uzunsa örneğin, kestirmeden gitmek yasak olsa bile, kesin yapılması gereken yegane kaçamaktı.

Az öz kısa ve daldan dala atlayarak özet yaşamak işlendi beynimize, derken köşelerimize de sıçradı bu.

Köşe yazılarında da bölük pörçük olduk ya, pes!

Gözümüz bu duruma alışınca, gönlümüz de alışır mı sizce?

Hayatı derinlemesine yaşamayı boşverdiğimiz gibi sözde parçalayıp küçültüp kolaylaştırırken, detaya dikkat etmeyi artık önemsemez hale geldiğimiz için ufacık bir çakıla takılıp düşüp ağlamayız değil mi ileride?

Ben...

Yazının Devamını Oku

Güzel insanlık örnekleri vereyim mi size?

24 Ağustos 2009
Vereyim!

Çok çok çok fazla kötü örnek, tatsız haber ve üzüntü var çevremizde. Kötülük kötülüğü çeker mi? Çeker bence...
O yüzden aslında hiç de az olmayan; ama felaket haberleri kadar nedense yer tutmayan iyi şeyler de oluyor ya, görünce yazmalı ki iyilik iyiliği çeksin mıknatıs etkisiyle.
Ben, tıpkı masallardaki gibi, hikayenin sonunda hep iyilerin kazanacağına inanıyorum bu ülkede. Çünkü, bir dolu iyi insan var ve benim umudumu bu insanlar besliyor, sayelerinde küsmüyorum geleceğimize.
Hava çok sıcaktı.
Ben de hem yorgun hem de inanılmaz stresli ve de bir o kadar dertliydim.
Aklımda binbir düşünce arabaya atladım, ne büyük hata! İnsan kendini iyi hissetmiyorsa asla direksiyon başına geçmemeli, asla!
Arabada hani insan yalnız kalır ve o sessiz ortamda başlar ya kendiyle konuşmaya, hesaplaşmaya, ne varsa düşünülmeyecek aklına gelir ya...

Yazının Devamını Oku

Bodrum sakinleri susmayın!

21 Ağustos 2009
Bakın ter türlü çevre kirliliği ve pislik hepimizi ilgilendiriyor. Deniz kirliliği hele, o koydan çıkar her koya gelir. Bu dert hepimizin kapısına mutlaka dayanır. Sorun hepimizin!
Ve ben şu hep başkalarından bekleme halimize de sinir oluyorum.
Hayır efendim!
Biz kendimiz harekete geçmek zorundayız.
Kime bu işin baskısı yapılacaksa yapılsın. Denizi pis görür görmez, karşıdaki yatın atık bıraktığını anlar anlamaz; jandarma, polis, belediye, sahil güvenlik vs... artık ne varsa bildiğiniz, çağırmaya üşenmeyin, şikayetlerinizi dile getirmekten çekinmeyin.
Bu üzüntü verici kirleticilik hastalığına kayıtsız kalmadığınızı bir güzel gösterin.
Bu arada herkesin dilinde bir de karşı sahilden; yani Didim ve Kuşadası’ndan bırakılan denetimsiz foseptik pisliğinin, akıntı ile Bodrum’a doğru geldiği söylentisi var. Belki bu söylenti doğrudur. Oralardaki denetim mekanizmalarına belki hakikaten bakmak lazımdır.
Yani diyeceğim o ki, bu kirliliğin nereden geldiğini, nedenlerini anlayıp buna bir çözüm bulunması lazım, acilen hem de! Çok üzülüyorum Bodrum’un böyle harcanmasına...
Ona göre...

Yonca
“şikayetçi”


Çatlak ağaç düşmanları!

ınsanlarımızın görgüsüzce “manzaram bozulacak” derdiyle ağaç dikimi konusunda gösterdikleri ters tavıra iki çift lafım olacak.
Tüm yazlık ev sahipleri ve hatta kiracıları, bu doğaya ağaç borçlu. Bu borcun doğaya ödenmesi de bence zorunlu. Yoksa doğa bilir bize ne edeceğini, o zaman anlarsınız ne demek istediğimi. Okurlardan gelen şikayetlere inanamadım.
Bazı çatlak insanlar, komşusuna garezden dikilen ağacın altına kimyasal döküp ağaç kurutuyormuş. Hakikaten dilim tutuldu. Bu korkunç caniliği yapanları Allah’a havale edip kendilerine ders olarak iyi bir örnek vermek istiyorum izninizle.
Bizim site bu konuda inanılmaz hassas. Herkesin bahçesi orman gibi. Yetmedi, bu sene beni ihya eden bir karar alındı. Oylama sırasında istisnasız her el onay vermek için kalkınca, inanın gözlerim sevinçten yerinden fırladı.
Sitenin ağaçsız her alanına Fıstık Çamı dikilmesi için bütçe tamam!
Zil takıp oynamak istiyorum sevinçten. Biz ailemizdeki tüm çocuklar adına sitemizin her yerine Fıstık Çamı diktiriyoruz bu sene. Seba Sitesi sakinlerine çocuklarımız ve doğamız adına çok teşekkür ederim.
Darısı her sitenin çehresine...
Örnek alın... Ne olur siz de yapın bunu kendi yerinizde.
Üstelik daha Seferihisar’ın yanan güzelim ağaçlarını telafi etmemiz lazım, ki ben eminim bunu yapmaya hazır bir dolu gönüllü çıkacak, hem de en kısa sürede.
Ha bu arada araya laf girdi diye de, kirlilik konusunda söylediklerimi sakın es geçmeyin. Gerekirse yetkilileri bıktırıp bu pisliği kökünden temizleyene kadar işin ucunu bırakmayın.
Deniz ve doğanın kirletilmesine izin vermeyin.
Çifte dikiş gibi oldu bu hatırlatma ya...
Anca laf gider yerine.
Amin!

Yonca “keçi”

Azıcık hüzün var bende...

Bu hafta son. Tatil bitti.
Kışa, işe, gerçeklere, dizboyu stres ve hasrete dönüş var ya... aaaah ahhh hüzün bastı içime.
Tatil sonsuz olsa yine de yetmez değil mi hiçbirimize?
Yetmez...
Bazen diyorum keşke hayat tatil olsa, bazen de diyorum kızım saçmalama, insan kafayı yer çalışmazsa.
Ödenecek kredi, kredi kartları, okul parası ne olacak ayrıca?
Ay yine başladım gerçekleri hatırlamaya... geçelim Yonca!
Bu gönül ne öyle ne böyle, azıcık şımarık galiba.
Amaaan...
Benim de hiç ortam yok ki! Ya mutluluktan tavan yapıyorum, ya hüzünden taban...
Bakmayın siz bana. ışe gitmek istemediğimden, saçmalamaktayım.
Sanırım ben, hayatı tatil gibi yaşamanın iş olmasından yanayım.

Yonca
“batık”
Yazının Devamını Oku

Perşembe günü benim doğum günümdü

18 Ağustos 2009
Bütün gün Teoman dinledim. Bugün benim doğum günüm, hem sarhoşum hem yastayım...diye diye avaz avaz şarkı söyledim.
Henüz babacığımın öldüğü yaşta değilim. Benim babam bence çok erken gitti... Çoook! O yaşta olmak istemiyorum asla! Ben babamdan daha uzun yaşamak istiyorum. Hatta hiç ölmek istemiyorum. Beni öbür dünya hayalleri değil, şu yaşadığım dünya ve bu an ilgilendiriyor.
Benim için tüm iyilikler ve tüm kötülükler; tüm sevaplar ve tüm günahlar burada, bu dünyada biz nefes alırken yaşanıyor. Öbür dünyaya hiiiç bir şey kalmıyor. O yüzden ne varsa yapabildiğim şimdi yapıyorum, yapmayı deniyorum. Sonrası Allah kerim. Ne yapalım... Bu da benim ben olma ve yaşam şeklim.
Ben doğaya tapıyorum; ağaçlara, kuşlara, böceklere, hatta kurumuş otlara bile bakarken Tanrı’nın varlığını hissediyorum.
Kocamı çok seviyorum. Bana aşkı yaşattığı için ona minnettarım. Duydun mu beni eyyy “hayatımın ince detayı”, seni çoook seviyorum!
Çocuklarım benim cennetlerim. Bir kızım bir oğlum var benim. Onları bu dünyaya sancılarımı çeke çeke, doğum sancısını içimde doya doya hissederek getirdim. Çocuklarımla beraber, aslında hayatıma taptaze birer ömür daha ekledim. Onlar benim en büyük yol gösterenlerim. Bu hayatı bana, benim unuttuğum şekliyle yeniden yaşamayı hatırlatan sihirli meleklerim.
Kendi kendimize kurduğumuz bu minik ama dev cennetimden dışarı hiç çıkmak istemiyorum.
Benim bu hayatı yaşarken yaşadığım güzelliklerin, şu hayattan aldığım zevkin, bana yaşatılan her güzel duygunun kat be katını hepinize can-ı gönülden diliyorum.
Her kim ki gözü bu satırlara değen...
Bilsin ki, tanıdığım tanımadığım herkes ve her şeyi -şaka gibi ama- gerçekten çok seviyorum.
Yonca
“sevgi-li”

Çalışan annenin tatilde paçasına yapışan ve asla dibinden ayrılmayan çocuk sendromu

Olay şöyle efenim...
Sabah gözünü “Anneeeeee anneeee annnnnneeeee... eeee eee!” sesleriyle açıyorsun.
Ve gece “Anneeeee anneee neee” diye sayıklayan çocuklarla gözünü yumuyorsun. Kalan zamanda da zaten kulakların çınlıyor, gaipten anne diye seslenen çocuk sesleri duymaya başlıyorsun.
Boyu dizine kadar gelen, sıcaklığı 40 dereceye yaklaşan -ayıp değildir söylemesi çünkü gerçek budur- çişli bir suda; bir bacağında biri, öbür bacağında biri, üzerine maymun gibi tırmanmaya çalışan, senden ayrı nefes almayan, yüzmeyen, dalmayan, çıkmayan iki çocukla, kulaç atmadan yüzmek nasıl olurmuş konusunda doktora tezi yapabilir hale geliyorsun.
Garip ama gerçek, bu durumdan haz aldığın gibi aslında için için feci fenalık da geçiriyorsun.
İkilem şu:
İçinden bir ses “Yahu bu da benim koca sene beklediğim üç kuruşluk tatilim. Sanki tatil tatil değil de azap! Ben çalışan bir anne olarak bu yaz resmen bittim. İşe dönüp acilen kafamı dinlemeliyim” derken; içindeki öteki ses “Hiii sakın öyle deme ama Yonca, bak çok şükür ne güzel çocuklarınlasın, doya doya zaman geçirsene onlarla” diyor.
İnsan anne olunca, ben size söyleyeyim, ne öyle ne böyle anasını satayım bir türlü tam anlamıyla huzur bulamıyor.
Ve fakat ama lakin...
Çalışmamız lazım hem de hiiiç kusur bulmadan.
Çalışan anneyiz diye olayı vicdan azabına çevirmenin hiç manası yokmuş, bu yaz bunu keşfettim (ya da yine kendimi kandırıyorum, ki ben artık bunu çok yapıyorum).
Hakikaten az, öz, kaliteli zaman çocuklara çok iyi geliyor ve esas bana iyi geliyor kardeşim bana!
Vıcık vıcık bir ilişki, sizi bilmem ama bana yıpratıcı ve sağlıksız geliyor.
Offf çok yoruldum yaaa!
Yonca
“harbi”
Yazının Devamını Oku

Arsız kadının tekiyim

14 Ağustos 2009
Makyajımı yapmadan sokağa çıkmamak...

Saçlarımı her zaman bakımlı tutmak...

Ahım gitmiş vahım kalmışken bile, kendimi kadın gibi hissetmek istiyorum.

Tırnaklarım her zaman kırmızı ojeli, dudaklarımda nar kırmızısı rujum...

En şişko halimde bile kot giymek istiyorum.

Yazının Devamını Oku