Yonca Tokbaş - Kelebek

Sabah güneşi

30 Kasım 2009
Öyle masum ve tatlıdır ki sabah güneşi, tadından doyum olmaz.

İşe sabahları çok erken geliyorum; çocuklarımı geçirir geçirmez soluğu işte alıyorum. Çok hoşuma gidiyor erkenden yollarda olmak, trafiğe takılmamak ve her şeyi hızlıca bitirip işten erken çıkabilme olasılığımı hesaplamak, erken çıkınca neler yapabileceğime dair hayaller kurmak. Çoğu zaman sabah 7’de ben çoktandır masamda oturmuş, gazeteleri devirmiş, kahvemi yudumluyor oluyorum.

Etrafta hiç ses yok.

Çıt çıkmıyor.

Garip bir huzur ortamı. Acelesizlik ortamı. Tam hayal kurma, hüzünlenme, maziye dalma, hasretleri anma, gidenleri yad etme, kalanları yaşama zamanı...

Pencerem çöle doğru bakıyor, otobandan öteye uzanan bir çöle.

Güneş de tam karşımdan doğuyor. Tam karşımdan nasıl da güzel doğuyor her yeni başlayan güne, bakmaya doyamıyorum şu güneşe.

Hava o saatlerde puslu desem değil, dumanlı desem değil. Sanki havada asılı kalmış nemli kum taneciklerinin arkasından doğuyor güneş buralarda sabahları. Yani renk mavimtrak olacağına, sarımtırak oluyor; film müziği gibi duruyor. Kahvem elimde, fonda inceden bir eski müzik, maziye bakıyorum bazen, daha etrafta kimsecikler yokken. Bolca düşünüp hayaller kurup maziyle hesaplaşıyorum bazen. Durup dururken efkarlanıp, durup dururken sinirleniyorum bazen. Bardağımdan çıkan kahveli dumanı koklayıp gözlerimi bardaktan uzaklaştırıp tatlı tatlı canımı acıtmadan kamaştıran güneşe dalıyorum; doğmakta olan güneşe...

“Nasıl da bu kadar büyüdüm ben...” diyorum,“Nasıl bugünlere geldim ben...” diyorum. Hayatımı gözden geçirip inanılmaz güçlü bir hisle, yürekten inanarak bugünüme şükrediyorum.

Yazının Devamını Oku

Aşk uğruna ölünür mü

27 Kasım 2009
Filmi “boş bir gençlik filmi” olarak basite indirgemek hata. Film çok iyi. Oyuncular inanılmaz başarılı. Vampirler gerçek olsaydı, kesin bu Robert vampir derdim.

Filme, hedeflenen yaş kitlesinin gözünden bakarsanız, oturup “Hani benim vampirim?” diye sayıklarsınız. Bir anne olarak filmde beni tek düşündüren “aşk uğruna vampir olmayı göze alma, ölmeye de hazır olma” fikri. Ha gerçi “buna gelene kadar ne filmler gördük” diyeceksiniz. Doğru. Ama o zaman ben anne değil çocuktum, annemin derdi beni hiç germezdi.

Film bitince kızlara dönüp “Bakın bu bir film. Senaryo da, çocuk da çok iyi kabul, ama film işte! Üstelik insan gerçek hayatta aşkı uğruna “bu şekilde ölmeyi” asla göze almamalı. Çok kaptırmayın, toplayın bakayım aklınızı başınıza!” diye geveledim. Ha beni ciddiye aldılar mı bilmem. Ama bu bahaneyle gerçek hayattan örnekler verdim. “Vampir diye bir şey yok ama, yarın öbür gün karşınıza atıyorum uyuşturucu bağımlısı biri çıksa (dağlara taşlara!), uğruna ölmeyi de bağımlı olmayı da asla göze almayın, almamalısınız ve mutlaka bizden yardım istemelisiniz, derhal!” dedim bastıra yutkuna.

Sonra da acı acı güldüm halime. Annelik böyle işte. Ürkütüverdi fikir beni. O yüzden, filmi çocuğunuzla beraber seyredin demek istedim. Heyecanlarını, fikirlerini paylaşın. Eleştirin. Tartışın hakkında mutlaka. Hem de yakışıklı vampire kapılmanın zevkini çıkarın. Filmi ne küçümseyin, ne de umursamazlık yapın. Kaçayım derken kesin siz de tutulacaksınız bu tufana; bence farkında olup çocuğunuzun yanındaki yerinizi alın.


Yonca

Yazının Devamını Oku

Susanlara taktım

23 Kasım 2009
Ben ezelden beri her yazara üşenmem yorum atarım.

Yazdıklarımı okurlar-okumazlar hiç önemli değil. Aklıma gelirse bişey yazarım. Ne gelirse ama; sevdiğimi, yanlış bulduğumu, katıldığımı, katılmadığımı, anlamadığımı... Tutmam kendimi. Fikrimi söyleme hastalığı var bende. ıyi bişey bu bence. Siz de kesin yapın. Susmayın, sinir oluyorum bu susma halimize. ıyi kötü, yapıcı tüm eleştirilerini saklayanlara, bunu marifet sananlara, susmayı salık verenlere gıcık kapıyorum valla.

Niye susacakmışız anlamıyorum? Konuş, yaz, eleştir bişey yap; ama susma! Yanlış da düşünebilirsin, hata da yapabilirsin evet ama; bir işe de yarayabilirsin. Eee nasıl anlayacaksın söylemeden fikrini ortaya? Utanmadan sıkılmadan, “o ne der, bu ne düşünür?” demeden düşünceni paylaş.
Yeter ki susma. Korkma!

Yonca
“çenesidüşük”

Gıcığım var

Yazının Devamını Oku

Babam ve ben

20 Kasım 2009
İnsan çocukken, ana-babasına çocuk gözüyle bakıyor.

Sonra gün geliyor, birinden biri (Allah en gecinden versin) gidiyor mesela ve sen o acıya sana biçilen zaman içinde alışarak yaşamaya çalışırken; hayat başka başka kayıplar seriyor önüne. Kimine yadırgayarak bakıyorsun beklenmedik olduğundan, kimine üzülmüyorsun çünkü daha beterini yaşadığını düşünüyorsun, kimine çok üzülüyorsun çünkü çok erken diyorsun, kiminde de yanıyorsun. Evet, cayır cayır yanıyorsun adeta.

Acı haberleri artık art arda almaya başladığında da, “Sanırım ben artık o yaşa geldim ki, bu haberleri daha sık alır oldum...” diyorsun, farkındalığın sana verdiği azıcık korku, azıcık sarsıntı ve kabullenme/kabullenememe duygularıyla... Çok çok karışık duygularla.

Doğum ve ölüm, insanı şu an yaşadığına en çok inandıran, en çok hatırlatan, en çok yakınlaştıran iki olay bu dünyada.

Ben babacığımı kaybettiğim günden beri ona kızı, evladı, çocuğu olarak çok üzüldüm, kahroldum; hesaplaşa hesaplaşa bitiremedim derdimi. Çözemedim içimdeki sorunu onunla. Oysa pek bir sorun yok gibi ortada. Sorun, onun şu anda burada olamamasında galiba. Bana okkalı bir “Yeter Yonca!” çekememesinde. Doyamadım acımı yaşamaya. Kızı olarak üzüntüm bencilceymiş bir bakıma. İsyan ettim durdum bizi aniden bırakışına. Hala da eder gibiyim ara sıra. İnsan bazen bu garip acının büyüsüne de kapılıyor sanırım. Acın seni bırakacak olsa, sen onu bırakmak istemez oluyorsun. Durup durup deşiyorsun. İnsanoğlunu tam anlayan var mıdır ki?

Size daha sonra yazacağım bir kısa hikayem var eskilerden kalma. Zamanı gelince. Beni belki daha iyi anlarsınız o zaman. Belki de kendinizi daha iyi anlarsınız, o zaman. Çünkü üç aşağı beş yukarı kayıp duygusu hepimizde aynı. Kimimiz anlatabiliyoruz, kimimiz içimize atıp başkasının tercüman olmasını bekliyoruz.

Ama, o zamana kadar sabır Yonca.

Sabır...

Yonca

Yazının Devamını Oku

Boşanmanın iyisi de var kötüsü de

16 Kasım 2009
Bu yazı zor. Kendimi ne kadar doğru anlatabilirim, emin değilim.

Her ne kadar her iki tarafın da kendi rıza ve isteğiyle karar verilip anlaşılıp boşanılırsa boşanılsın; yine de can yanar. En çok da, varsa eğer, çocukların canı yanar!
Ne olduysa olmuştur, boşanma kararı alınmıştır. O noktaya gelinmiştir. Hayat bu, olur. Bu herkesin başına gelebilir. Herkesin. Ve garip ama, bazen boşanma iyi bile gelebilir, herkes kendi mutluluğuna yelken açabilir. Bu da olur, olabilir. Hatta bazı durumlarda boşanamamak daha da fazla zarar verebilir.
Ben yine de tüm boşanmaları “çocuk varsa” ve “çocuk yoksa” diye ikiye ayırmak istiyorum. Çünkü bence çocuklu olmak, artık sen ister medyatik ol ister olma, boşanmaya başka türlü bir sorumluluk katar. Bakın bence diyorum. Derdim asla haddimi aşıp kimseye ana-babalık dersi vermek filan da değil, asla! Ama...
Çocuğun varsa artık “sen”, onun özel hayatına ve mahremiyetine ne kadar müdahil olacağın konusunda, iki kere daha fazla düşünmek zorundasındır. Çünkü olay bir tek senin özelin olmaktan çıkıp artık onun da özeli olmasına gelir dayanır.
Evinde olan bitenlerin, ana babasının başına gelenlerin, neler yaşandığının sadece kendi ailesi içinde bilinmesiyle; konu komşunun, sınıf arkadaşının da bildiğini bilerek uluorta yaşanması arasında fark vardır. Zaten yeterince aile içi dedikodu varken, bir de elalemin yorumlarını duymayı bilmem kaç çocuk ister?
Hayata ve ilişkilere dair bakışı zaten zedelenmişken, böyle bir durumda bir çocuk neler hisseder asla kestiremediğim gibi, bir çocuk bunları ne kadar kolay hazmeder, düşünemiyorum. Hiç kimse, çocukların ileride bunlardan nasıl etkileneceğini bilemez ki! Benim boşanmalara dair tek ve gerçek endişem budur.
Bir insanın çocuğuna anasını veya babasını kötülemesini de hiç içim almaz benim. Elimde değil, çok üzülürüm. Üstelik üçüncü şahısların konuşmasını geçtim, ben kendi annemin babam hakkında bana kötü konuşmasına hayatta gelemem mesela. Ha ben bugün kalkıp kendi babamdan şikayet ederim bakın o ayrı, ama annem kalkıp bana babamı şikayet ederse, işte o anda babamı deli gibi savunurum.

Yazının Devamını Oku

İlişkiler ve aldatmaya dair

13 Kasım 2009
Jacques Attali son kitabı “Le sens des choses”da diyor ki:

“Eskiden homoseksüellik hakkında konuşmak tabuydu; ama bugün homoseksüellik hakkında konuşabildiğimiz gibi, evlenmelerini de legal kabul ediyoruz. Aynı şekilde yakında, monogam ilişki diye bir şeyin hiçbir zaman olmadığını, insanın doğasına aykırı olduğunu ve gelecekte böyle bir dayatma kalmayacağını konuştuğumuz gibi kanıksayacağız. Ileride, ‘paralel ilişkiler’ dediğim, insanların sevgililerinin varlığını gizlemektense, tüm ilişkilerini alenen yaşayabildikleri gibi bunun için yargılanmadıkları hayat şekilleri ‘doğal’ algılanacaktır.”  

Oha mı dediniz?

Demeyin; çünkü bu çok yalın bir gerçek. Ha tabi siz mesela homoseksüelliğe hâlâ hastalık olarak bakan takımdansanız, daha çok katedecek yolunuz var demektir. Üzgünüm. Hiiiiç bana sinir yapıp tepinmeyin arkadaş. Zaten bir ileri iki geriyiz, bizden ileridekiler boşuna laga luga yapıp toplumlarının geleceğine dair kafa patlatmıyor. Biz o kadddar kendi kakamızla kavga etmeye dalmışız ki, ilerimize dair düşünecek halimiz yok. Bu toplum neydi ne oluyor, insan ilişkileri neydi nereye gidiyor filan bakamıyoruz.

Artı, aldatma/aldatılma bizde de gayet “sözde çaktırmadan” ve giderek daha sık ve çokça yaşandığına göre, belli ki yukarıdaki noktaya er ya da geç geleceğiz. Bu durumda bunlar üzerine acık düşünüp tartışsak hiç kötü olmaz, iyi olur. Ama cıssss! Vur bakim ağzına Yonca... Amman buraları kurcalama. Malum, “doğru söyleyeni 9 köyden kovarlar!” pek makbul bir çifte standarttır sınırlarımızda!

Çoğu insan aldatıyor ve aldatılıyor olunca bunu hâlâ daha “aldatma” olarak anmak bir garip değil mi? Bu da yeni bir yaşam şekli filan oluyor sanırım. Eskiden bir Hülya Avşar’ın aldatılma hikayesi vardı magazinde, şimdi her gün her yerde herkes hakkında var aldatma haberi... Bu sizi hiç düşündürmüyor mu?

İnsanın doğasında hiçbir şey olmasa merak var merak... Yasak olana, öteki olana, farklı olana karşı merak var ve üstelik sıkılmak da insanlara mahsus. Bir de üzerine bir dolu cinsellik olmayan ilişki ekleyin; dert tasa, karısını annesi gibi görme, karısını anne olduktan sonra kadın gibi görememe, kocasını itici bulma, beğenememe, zevk alamama, alternatif arama ya da ne bileyim farklı insanlarla cinsel deneyim sevme, depresyon vesaire de binince üzerine... Demek ki bişeyler olur oldu ki insanlara, iki günün bir başı bir aldatmadır gidiyor. Birilerini, bir şeyleri eleştirirken bunu da düşünmek lazım. Ama tabii işin içine kendimizi de katarak eleştirmek lazım. Bir tek erkekler aldatmıyor ki, kadınlar da aldatıyor! Buna bilerek göz yuman erkek de var, kadın da. Üstelik bu durumun mutluluk verdiği durumlar da var hayatta. Biz yok sayıyoruz ama var. Insanlar boşanıyor ve başka ilişkiler kurup mutlu oluyor. Hatta boşanmadan başka ilişkilerle barınarak da mutlu olabiliyor. Inanın en kolayı çamur atmak, en zoru gerçeklerle yüzleşmek. En zor olanı kabul etmek, en kolayı yok saymak.

Biz bu olanları, yaşananları hep ayıpsadığımızdan, ayıplamanın da marifet olduğunu -ki bu da çamur atma kültüründen gelir- öğrendiğimizden bir türlü açık açık doğruları konuşamıyoruz. Ayol baksanıza; daha millete “bakirelik önemli değildir” diye anlatacağımıza, bekaret zarını diktirmeyi salık vermeyi marifet sanıp tasvip ediyoruz hâlâ! Diyoruz ki; gelişeceğine, doğru söyleyeceğine yalancı ol! E hani ikiyüzlü olmak kötüydü????

O yüzden korkarım, bir süre daha, bir yerlerde basılana kadar galiba, bazıları şakacıktan “sadık” numarasını oynamaya devam edecek. Gerçekler bir gün burnumuzun dibine gelip dayanana, yeterince fazla aldatma olayı su üstüne çıkıp konu banal olana, ve “ne var bu kadar yaygara yapmaya, hayat ve insan doğası böyle” diyen “zırrr deli” birileri çıkana kadar sürecek bu saçmalık.

Yazının Devamını Oku

Belki de babam uzaylıydı

9 Kasım 2009
Ben de uzaylı kızıyım!<br><br>Aaaa neydi o “Ben uzaylıyım!” diyen bizim şu meşhur adam, demek onunla uzaktan akraba bilem olabilirim!

Adamın adı da aklıma bir türlü gelmiyor şu anda, tüh! Neyse, sonra gelir belki...

Yemin ederim aklıma gelen en makul “Yonca Açılım”ı bu, çünkü başka türlü geçen gün ofiste kendi kendime ortada fol ve yumurta yokken saatlerce kahkahalar atarak gülmemi açıklama şansım yok. Off amma soluksuz cümle kurdum be kardeşim. (“be” de dedim, artık battı balık yan gider!)

Aslında gülme nedenlerimden biri de bu uzaylı olma olasılığım meselesi.

Durup dururken bir arkadaşım bana e-posta atmış; “Yonca sen bir garipsin!” diye...

(The Doors’dan People Are Strange -insanlar bir garip- adlı şarkı tam şu anda, şu satırda birden çalmaya başlasa nasıl süper olur di mi ama! E gelin o zaman www.hurriyet.com.tr’den bu yazımın internet ortamına, orada, yazımın altında Radyo Ben’i tıklayın; çünkü bangır bangır çalıyorum şu anda!). Arkadaşım öyle yazınca ben de hiiiç düşünmeden ve sanki hep bu cevabı yazacak olduğum anı beklermişim gibi şöyle bir cevap attım kendisine bilinçsizce (öyle çok bilinçsiz laf ediyorum ki bu ara, hayırlara vesile ya Rab, hayırlara!): “Haklısın dostum. Çünkü bence babam da uzaylıydı ve bir uzaylı çocuğu dünyaya hediye etmek için ince eleyip sık dokuyup annemi seçti. Insanlığa faydamız olsun diye geldik biz bu aleme ve bak, inatla azimle hâlâ uğraşıp duruyoz!”

Bu cevabı gönderdikten sonra, sinirim bozuldu. Gülme tuttu. (Şimdi bu satırları okuyan annemin de sinirleri bana bozulmuştur kesin; çünkü annem son derece aklı başında, ağır başlı inanılmaz bir kadındır ve fular takar.)

Ve hâlâ gülüyorum.

Niye mi?

Yazının Devamını Oku

Kötü Kadın Yonca

6 Kasım 2009
Kötü Kedi şerafettin halt etmiş yanımda!

Ne demek bu “iyi aile kızı” ya? Ne demek bazı kızlar bazı işleri yapabilir bazıları yapamaz demek? Neden böyle şeyler sokuyoruz durup durup aramıza. Ne gerek var bunlara? Hem varsa böyle bir tanımlamaya prim verenler hâlâ, bu durumda en önce biz ailece hapı yuttuk ya...

Benim ailem bence gayet iyi, bu durumda kızım da iyi aile kızı ve kızım yeteneğinden dolayı daha küçük olsa da ciddi ciddi dans konusunda çalışmakta. Ve eyvah(!) bu gidişle büyüdükçe sahnelerde olabilecek ve ve ve desenize kızımı köçek ettik, hayatı kaydı, bu durumda kötü kız olacak bizim standartlarda; “Türk Erkekleri Standartları” baabında!

Yaaaa sabır! Yaaaa sabır! Yaaa sabır sabırsız Yonca!

Neden bu kadar gereksiz, abbuk sabbuk kavramları durup durup ortaya salıyoruz anlamıyorum ki! Neyse yine de çok şükür sakinim. Bi sakinlik çöktü üzerime bu ara ya hayırlısı. Hmm demek bu durumda da her an iyi aile kızı olabilirim. Ama yok! Olamam ben iyi aile kızı! Ben zaten iyi bir ailenin kötü kızı olmuş olmalıyım ki buradayım, bu köşede. Burası da pekala bir sahne ve ben malum pek susamam, çok konuşurum, insana fenalıklar gelir, başımın dikine giderim, garip biriyim, asla yerimde durmam, içimden nasıl gelirse öyle konuşur bir dolu saçmalarım, gazeteye gittiğimde herkesin ortasında zıplarım, fikrimi düşüncemi sakınmam, yüksek sesle gülerim, asla bir kıyafeti tek parça giyemem illa üst üste abuk sabuk şeyler uydururum, zamanında tiyatroyla uğraşmışlığım olduğu gibi, ülkemizde hakkında müstehcen yazar olarak dava bile açılan Appollinaire’in “Tiresias’ın Memeleri” oyununda zamanında Tiresias olarak sahnede soyunup balondan memelerimi çıkarıp bi güzel yakmışlığım da var. Hiii!

Yazının Devamını Oku