şirkette 35 kişiyiz; 15 farklı milliyetten, dinden, dilden rengarenk tipler. Dini ve milli bayramlar gırla. Diwali’yi de, şeker Bayramı’nı da, Noel’i de kutluyoruz.
Hindistanlılar ilginç insanlar. Haklarında ansiklopediler yazılır icabında. Bizde olsa, işe geldikleri kılıkla ne çok laf edip dalga geçeriz kesin... Rengarenk sariler, parmak arası şeffaf topuklu terlikler. Tırnaklar sivri, ojeler renkli. Bilezikler şangır şungur. Biz takım elbise giydirmek isteriz. Beğenmeyiz “kendi” hallerini. Vejetaryene zorla et yedirmeye çalışırız. Ama biz domuz eti yemeyiz, kazara soran olsa hakaret! Çok üstünüz malum; çok iyi giyiniriz, çok iyi dans ederiz. Hayatımız şekil ve şemail! Ama bu kılığını beğenmediğimiz adamlar dünyanın her yerinde çoğumuzdan daha saygın konumda. Öğle yemeklerimizi görseniz, Birleşmiş Milletler mutfağı. Filipinlisi pirinçsiz, kurutulmuş balıksız öğün geçirmiyor. Fransızı ayrı, Mısırlısı bambaşka, Ganalının yediği acı dilime değse hastanelik olurum. Eğlence ortamında adam ortada o kıvamda bizim kulüplerde dans etse, rezalet. Güleriz. Biz burada alkışlıyoruz. ınsan, dans etme hakkını kullanmak için Michael Jackson olmak zorunda değil. şirket koymuş kuralları, sıkıysa uyma. Hele bir alay et bakalım; ihtar mihtar demezler, hop kapıdasın.
Beden dillerimiz de farklı. El kol hareketiyle “Ne hoş!” dediğini düşündüğüm Arap arkadaşıma “Teşekkür ederim” derken ayılıyorum ki o aslında bana “Bekle!” diyor; ama o hareket Güney Afrikalı için küfür anlamında, basıyoruz kahkahayı. Kavga yok. Farklı dil, din, ırklardan insanlar birbirimizden hayatın renklerini, tatlarını öğreniyoruz.
Bakın şu fotoğrafımıza; bir Ganalı, bir Bangladeşli, bir Hint ve bir Türk; bendeniz Yonca. Açın şu karalar bağlamış gözlerinizi lütfen, hemen şu anda. Renk körü olmayın daha fazla.
Yonca “çingene pembe”
Gevreğin kimliği tartışması
Kızım sınıf arkadaşının “nereli” olduğunu bilmiyor. Kız, dünya güzeli kocaman gözleri olan bir Sri Lankalı. Kızım “Arkadaşım” diyor. O kadar. Ben sorarsam sokacağım “öteki” kavramını kafasına. Sormam hayatta. Biz ne yapıyoruz peki hâlâ daha? Merhaba diyene bismillah nerelisin sorusu? Kürt, Laz, Ermeni... Herkes birbirine “öteki” gözüyle bakıyor. Sanki herkes potansiyel terörist! “ızmirli-Ankaralı-ıstanbullu simit/gevrek kimliği” kavgası yapıyor. Ayol yedin mi hepsi alttan aynı çıkıyor! Göçtük mü gideceğimiz yer de aynı.
Aldım onları karşıma ve dedim ki: “Haklısınız beni çok özlediniz, ben de sizi. Ama 48 saat daha sabredin. şimdi yatıp güç toplamam lazım; çünkü yarın babayla beraber 10 km. koşacağım”. Kuzu kuzu: “Tamam annecim...” dediler.
Makarnayı mideye indirdim, yattım. Saat gece yarısını geçiyordu. Kalktım saat sabahın 5’inde.
Gözlerim yapışmış kapaklarına, aşk olsun açabilene. Takmadım. Çektim üzerime Atatürk Havalimanı’na son dakikada yetiştirilen hurriyet.com.tr tişörtümü, aldım elime “flip” denen küçük kamerayı, havaya giriverdim. Her koşumu kamerayla çekeceğim demiştim, çektim. Beyninize işleyeceğim bu duyguyu. ınadım inat!
Ettim sağlıklı kahvaltımı. Gözümden nasıl uyku akıyor, yatak nasıl da cazip geliyor, nasıl da “Tavşan Kardeş Birliği” gecesinden kalmayım; ayaklarım geri gidiyor, anlatamam halimi size. Hemen gazı verdim: “En kötü yürürsün be Yonca. Koştuktan sonra kendini daha iyi hissedeceksin. Cayma!” Böylece gittik karı-koca koşmaya.
Üç senedir Dubai’ye dünyanın en hızlı adamını getiriyorlar; rekortmen Haile Gebrselassie’yi. Ben 10 km. koşumda daha giderken, o hep 42.2 km.’yi dönüyor oluyor.
Moralimi hiç bozmuyorum. Ne bozacağım, dünyanın en hızlı adamı ve ben, karşılıklı geçişiyoruz diye zevkten mest oluyorum.
Hava mis gibi, koşarken çöl üzerinden doğan güneşe şahit olmak, müthiş! Ama bir ara ambulans arandım yemin billah; “Ha şimdi kalacağım asfaltta!” dedim.
O gün öyle hırslandım ki bu işin bizim tarafımızdan gerektiği gibi sahiplenilmemiş olmasına, bir tane bile dünya markasının sponsor olmamış olmasına, Türk markalarının uyumuş olmasına; “şu koca dünyanın tek kıtalararası koşusunu lütfen marka yapalım!” diye ciyaklamıştım köşemde.
Ben o gün karar verdimdi. Elime geçen her fırsatta koşacağım, bunu da yazacağım, bu işin nasıl bir “şehir pazarlama” mucizesi olduğunu anlatacağım diye. Hem olay sadece pazarlama da değil ki. Spor! Artı bir sürü başka güzel işe de yarıyor bu organizasyonlar.
İşte şu anda siz bu satırları okurken, ben, Dubai’de “Standard Chartered Dubai Maratonu’nda kocamla 10 km. koşuyor olacağım. Acilen tabanıma kuvvet dileyin! Hemen şimdi dileyin; çünkü benim gibi iki uçuş arası iki kutlamaya katılarak koşmaya hazırlanan yoktur da ondan. Yine eşim beni geçecek, ben yine sinir olacağım ama olsun. Koşacağım. Koşuyorum. Eğer yetişirse resmi sonuçlar pazartesi bildiririm. Olmadı cumaya.
Ayrıca Avrasya Maratonu sırasında inanılmaz bir olaya tanıklık edip, Boğaz Köprüsü üzerinde ADIM ADIM derneği ile tanışmıştım. Onlarla beraber harika bir işe girişiyorum. Hem bağış toplayacağız, hem spor yapacağız. Ben anlatana kadar www.adimadim.org a bir göz atın. Bakarsınız 7 Mart’ta Antalya’da, RUNtalya 2010’da hep beraber koşarız. Harika olacak. Sizin de desteğinize ihtiyacım var orada, ona göre.
Çünkü bugüne kadar ne zaman yazdığı bir film eleştirisine “Yok canım ne alakası var!” dediysem, aradan biraz zaman geçince bir baktım ki aynı noktaya gelmişim. Artık temkinliyim o yüzden.
Neyse... Gerçekten çok alem bir adam olan Fransız patronum sabah sabah cinnet geçirmiş bir şekilde odama daldı ve “Avatar’ı gördün mü?” dedi. Hali hiç de iyi görünmediğinden “Evet” dememin nelere mal olacağını hesaplamaya çalışıp “Hayır” dememin işimi kaybetmemek açısından daha hayırlı olacağını düşünüp, yalan söylemeyi de kendime yediremediğimi hissettiğim sırada aradan 10 dakika filan geçmiş olmalı ki, beni hayatında bu kadar uzun süreli sessiz görmeyen adamcağız, filmi görmediğime kendi kendine karar verip resmen sevinçten oynamaya başladı. (Pes amma soluksuz bir cümle!)
Sonra da nefes almadan “Sakın gitme, asla görme, bu filme tek kuruş para verme. Öyle çok para harcadılar ki milleti de iyi olduğuna inandırıp parasını bizden çıkarmak zorundalar, hepimizi kazıklıyorlar, çocuklarının görmesini de yasakla. Tanıdıklarına söyle sakın boşuna gitmesinler. Biri bu adama dur demeli. Buna götürüp vereceğin parayla çocuklarına hediye al...” vesaire diye baktım psikopata bağladı gidiyor, araya gireyim diye düşündüm.
Hani acaba Fransızlara küfür filan mı var da ben kaçırdım diye sormayı istedim. Ama o, nefessiz devam etmekte kararlı, “Bu Cameron sürekli bizi enayi yerine koyuyor, sürekli eski filmleri alıp uyarlayıp pazarlayıp kafamıza kakıyor. Dayanamıyorum. Sürekli keklenmeye tahammül edemiyorum!” diye sayıklamaya devam etti. Hani gören gerçekten Cameron parayı bizimkinin cebinden harcıyor zanneder, o kadar sinirli...
Yıllardır bizimle hiç kıyaslanmayacak modelleri tartışıp durmuşuz boş yere. Yok Malezya olacak mıymışız, yok ıran’a mı dönecek mişiz derken biz esas modeli ıskalamışız. Brezilya’ya bakmamışız!
Ben sorusunu geçtim, cevaba geldim. Biz çoktan Brezilya olmuşuz! Dizilere baksanıza, ayyynı Brezilya dizisi. Hatta Arap ülkelerinde bizim diziler aynı Brezilya dizilerinin yayınlandığı saatlerde ve günlük yayınlanıyorlar. Akşam üstü yeni bölümler, ertesi sabah tekrarları. Millet her gün kitleniyor ekrana. şirkete sabah tekrarını yeniden seyredip gelen arkadaşım var yeminle. Zaten kızın da, kocasının da feleği iyice şaştı bizim dizilerden, onu ayrıca anlatmam lazım size.
Oyuncuların kahvaltı kıyafetleri, yardımcıların o ulaşılamaz ev sahibesine verem olduran umutsuz aşkı; arabalar, evler, aşklar, çaktırmadan doğurulup büyütülen bebeler, olurlar ve gururlar ve entrikalar; bakışlar, süzülmeler, kirpik titretmeler... Amanın aman, her şey aynı işte. Romanlarımızı aldık, Brezilya dizisi yaptık. Ama Allah için ıran’laşmaktan da uzaklaştık. Hatta kurtulduk!
Çok mutluyum. Brezilya olalım ve öyle kalalım. Ben karnaval da hayal ediyorum ıstiklal Caddesi’nde. Hep böyle şımşıkıdım giyinip yeter ki hep aşk yüzünden perişan olalım. O buna aşık olsun, öbürü şuna. O zaten beni severken, bir bakayım ben de aşık olmuşum ona. Hep topuklu giyelim, siyah şuh saten çarşaflarımız olsun; yatak ev kadar, ev de saray kadar olsun. Boğaz her daim bol güneşli, yatları bol olsun. Yemek sofraları Halil ıbrahim sofrası olsun. Fakir kız zengin, zengin kız fakir olsun. Sonra dersini alsın yine zengin; ama bu sefer vefalı olsun. Olsun da... Herrr dizide bir de Ezel’inkisi gibi okkalı öpüşme sahnesi olsun! Ne olur olsun.
Aklıma bundan başka “komplo teorisi” gelmiyor. Yoksa durduk yerde bitler niye azsın ki? Hangi arkadaşımla konuşsam bitten muzdarip. Hem de dünya çapında!İstanbul’da bit ilacı arayan bir arkadaşım “Eczanelerde bit ilacı kalmamış!” deyince beni kahkaha tuttu; çünkü Paris’teki arkadaşım da ilaç bulamıyor, Berlin’de de kalmamış, Budapeşte’de de yok!Yoksa olay benim arkadaşlarımla mı ilgili dersiniz? Benim bütün arkadaşlarım bitli ey ahaliii! Daha da vahimi, Dubai’de de bit ilacı kalmamış ve okuldan sürekli yazı geliyor: “Kızınızın sınıfında bit gördük, oğlunuzun sınıfında ise bitler resmi geçit yapıyor!” şeklinde.Üzerime sinir geldi. Her gece bakıyorum. Aklıma gelince kafam kaşınıyor. Bit temiz saça gelirmiş ya, çocukları sabah akşam yıkamak zaten büyük olay, acaba tamamen mi vazgeçsem, pis pasaklı mutlu ve bitsiz mi olsak?Şimdi bu yazıyı okuyan, eczanelere koşup kalan ilaçları da stoklar mı diye de korkuyorum. Bırakın ilaç ihtiyacı olanlara kalsın.Kuş gribi sonrası keneler, domuz gribi sonrası bitler tepemize bindi. Hayvanlar alemi bize psikolojik savaş mı ilan etti? Derdim bitlenmek de değil ki, ilaç! De ki bitlendin, otur da tek tek ayıkla hepsini iyi mi, offf yani!Yonca “pire-li”
Mın Dît
Bu filmi seyrettiniz mi? “Mın Dît” (Ben Gördüm), Alman-Türk ortak yapımı olarak 6. Dubai Film Festivali’nde “The Children of Diyarbakır”, yani “Diyarbakır’ın Çocukları” olarak gösterildi.Ben filmden çok etkilendim. Seyredeli üç hafta oldu ve ben hâlâ hislerimi nasıl yazacağımı düşünüyorum. Filmle ilgili boğazı-ma düğümlenen çok şey var.Olaylara bakış açımızdaki darlık, yobazlık ve tartışmaya karşı olan kaba gücümüz beni düşündüren... Bir olay ne olursa olsun çocukların gözünden ele alınarak sunulduğunda, boyut ve anlam değiştiriyor.Ben filmde çok karışık duygular arasında sıkışıp kaldım, bocaladım. Evet, sanırım bocaladım demek en doğrusu. Film, ayarımı kaçırdı.Okuduklarıma göre, filmin Antalya’daki gösterimi sırasında salonu terk edenler olmuş. Dubai’de de oldu. Ne demek bu filmi terk etmek Allah aşkına? Bir şeyi sonuna kadar seyretmeden, olayın sonunu görmeden terk etmek nasıl bir tepki? Kaçmak en kolayı! Bilmeden yüklenelim, seyretmeden eleştirelim, görmeden ahkam keselim! Cezalandırdığımız kim peki? Sinir oluyorum bu terk etme olayına.Ben otururum kardeşim. Varsa ters gelen şey sorar, tartışırım. Terk etmem. Marifet çekip gitmek değil, kalıp farklı görüş ve bakış açılarını da öğrenmek.Tam “Lütfen seyredin, tartışalım bu filmi!” diyecektim ki, Ahmet Türk’e ev kiralamama olayı patlak verdi. Haklıyken haksız duruma düşmek denen bir şey vardır ya, budur.Eğer bir büyük, bir çocuğa isminden dolayı “Sen Kürt müsün?” diye sormaya başlarsa, “Mardin’de ilkokul çocuklarına yardım yaptık!” yazdığımda e-posta kutuma bela okuyan mesajlar yağarsa, sağduyu ve vicdan iyice sapıtıp insanlığımıza yansırsa, ben başkasını değil, önce kendimi sorgularım kardeşim.Beni, bizim geldiğimiz insanlık durumu, başkasının hatalarından, günahlarından daha çok ilgilendiriyor. Biri silah çekti diye silahı mübah görmek, babasızlı-ğından dolayı çocuğa piç demek, kocasızlığından dolayı kadına orospu demek iğrenç geliyor. Bireyler olarak geldiğimiz şu nokta, politikadan da politikacıdan da daha çok düşündürtüyor. Ürkütüyor.
Yonca “özeleştiri”
Parayı veren kuleyi çalarBurj Dubai (Dubai Kulesi), oldu son dakikada Burj Kalifa (yani “Halife Kulesi”. Şeyh Khalifa, Abu Dhabi Şeyhi ve BAE’nin başkanı). Herkes ayıptır söylemesi “Abu Dhabi nasıl da geçirdi Dubai’ye?” diye konuşuyor. “Parayı verip Dubai’nin tarihi sembolünü elinden aldılar!” deniyor.Ne komik. Senin kulen benim kulemi döver, senin kulen değil o benim kulem muhabbeti yapılıyor koca koca adamlar arasında. Biz de merakla izliyoruz olanları.Gıcık olarak takdir ediyorum Dubai’yi. Müze gezer gibi otel gezdirttiler dünyaya, olmayan tarih ve doğayla turizm yarattılar, tek mevsim ve çöl coğrafyasında kayak kaydırttılar, şimdi de “kriz aşmada bir kulenin yeri” konusunda hepimize tez yazdırtmaktalar. Reklamın gücü budur ve bundan ders almak gerekir. Çok merak ediyorum, beş yüzyıllık Topkapı Sarayı ziyaretçilerinden, Burj Al Arab Oteli’ni gezmek için alınan giriş ücreti alınsa (kişi başı 60 dolar) bu otel kadar ziyaret edilir mi acaba? Yonca“fesat”
Damla var. Damla, biyolojik olarak tek çocuk olsa da, ben ve kardeşimle büyüdüğü için hiçbir zaman tek çocuk olamadı. Zaten o tek kişi olsa da, çok oyunculu bir tiyatro gibidir aslında. Size bu afacan kadını anlatmam şart mutlaka...
Dünyanın en akla gelmedik şakalarını cesurca yapabilen, gayet rahat bir tip gibi dursa da, içinde bir çeşit “Mihriban” barındırır bu Damla. Umursamaz gibi durur, aşka tapar mesela. Öyle dobradır ki, insan bir hoş olur gerçekleri çatır çatır yüzüne şakadanak vurduğunda. Hep güldürür. Hiç canı sıkılmazmış gibi gelir insana. O yüzden kazara bir damla yaş aktı mı gözünden, kimse dayanamaz bakmaya. Birkaç taklit vardır yaptığı, en baba stand-up’çıyı bile orta yerinden çatlatır mesela...
İnsan nasıl bu kadar tezat şeyleri aynı bünyede büyütür bilinmez ama, o bunu başarır. ınsanı kızdırır, anında gönlünü alır. ınsanı ağlatır, anında kahkaha attırır. ınsanı çatlatır, anında bombayı patlatır. Aklına koydu mu, yapmayacağı şey yoktur. Yoktur! Tatsız mıyım, açarım bir telefon ona, “Desene bana bişey!” derim, tek kelime eder, gülmekten altıma ederim her defasında.
Yonca
Özgür elimi tutamadım. Takata tukata başladım yine klavyeye dayak atmaya. Bana yazı yazmadan önce titremeler geliyor. Salyalarım akıyor, gözüm dönüyor, beynimden sesler ve dumanlar çıkıyor. Bir tatlı işkence ki bu, anlatamam size!
İşteyim mesela, önümde bol rakamlı dosyalar, oysa benim gönlüme kelime düşmüş, olmuş uzuuun bir cümle. “Sakın fikrini unutma Yonca!” diye bağıran bir beyin var kafamın atık tası içinde. Kafam olmuş bin tonluk bir bavul, çaresizlik içinde kıvranan bir de surat var yüzümde. Yazma ihtirası var bende! Neler mi oluyor bana yazma titremesi bastığı durumlarda, işte özeti size:
1- Araba kullanırken: Sağa çekip işyerimi cepten arıyorum. Kendime sesli mesaj şeklinde yazılarımı bırakıyorum.
2- Banyoda: (Bu en cefalısı) Buhar tutan cama ve fayansa kısa not alıyorum. Notcuklar silinip uçmadan, çıkıp banyodan koşa koşa, kağıt kalemle geri dönüp yazıyorum.
3- Arkadaşlar arasında: “Erken menopoz galiba, sıcak bastı da” deyip eve, yazıbaşıma koşuyorum. (Kandırıkçı olduğum da çıktı ortaya böylece!)
4- İşyerinde: Aklıma gelen fikirleri çocuklarımı yatırdıktan sonra da hatırlayabilmek için cebimden cebime kısa mesaj atıyorum. Sonra mesajları oradan alıp oturup bilgisayarın başına, yazıyı yetiştirmek için ter döküyorum.
5- Uyurken: Eşimi uyandırıp hayalimdeki kurguyu ve aklımdaki duyguyu anlatıp hiçbir şey olmamış gibi yeniden uykuya dalıyorum. O da sağ olsun hiç üşenmiyor, kalkıp not alıyor. Itiraf ediyorum; kocam bir canavarla evli, ama yapacak bir şey yok. Kendi buldu kendi etti!
Daha akıllı mantıklı denemelerim tabii ki oldu, olmadı değil. Ses kayıt cihazı aldım kendime. Aman Tanrım, ne büyük hata! Yapmaz olaydım. Öyle bir karga sesim varmış ki, iyi ki duyma şansınız yok, iyi ki sadece şu dünyanın beyaz sayfasında siyah harflerim sizin için. Kendi sesimi duyunca yazacak olduğum yazıdan soğudum. Yazımı yazamadım. Oysa ben bunu, yeni gelin olarak gittiğim Giresun yaylalarında “Telgrafın tellerineeee!” diye karga sesimle şarkı söylerken, bir büyüğüm son derece ciddi bir şekilde “Gelin kızım, SEN SUS!” dediğinde anlamalıydım. Anlamamışım...