Her şey beklenmedik anda oldu. Çok güzel oldu. Ay amma çok “hiçbir, her şey ve oldu” dedim farkındayım. Heyecanlıyım. Ondan öyle oldu. Peki mesela ne mi oldu?
Bir sabah gözümü Elele’nin Yayın Direktörü Ferhan Kaya Poroy’dan gelen ileti ile açtım. Elele yenilenme sürecine girmiş. Kelebek yazılarımı severek takip ettiklerini, beni arayıp ulaşamadıklarını, Elele dergisinde yazmamı istediklerini söylüyordu. O satırları okurken resmen şirketin ortasında kalkıp ekran karşısında bir güzel oynadım. İşte “Kelebek mucizesi!” dedim. “Hayatıma giren her şey, bana yeni bir mucize daha getirdi, bakalım bu ne getirecek?” dedim. Yedi sülalemi arayıp haberi verip çığlıklar atıp yeniden oynadım. Anlaşıldığı üzere gayet oynak bir kadınım. Neşelenince aynen böyle kapı gıcırtısına oynarım.
Yonca
“naynay”
Bir bavul dolusu Yonca
Adamlar bu sefer 18 yaş üstüne hitap eden erotik, kabare tadında Zumanity diye bir gösteri hazırlamışlar. Cinselliğe dair her türlü derdimizi, utancımızı, tabumuzu, korkaklığımızı ve fantezilerimizi yüzümüze çarpıp bizi biraz düşündürmek istemişler. Amanın hem de ne düşündürmek!
şov sadece Las Vegas’ta gösterimde. Zumanity, Cirque Du Soleil’in “öteki yüzü” olarak lanse edilmiş. Çünkü bu hakikaten diğerlerine benzemiyor. ınsanı elektrik gibi çarpıyor. Seçilen dansçılar en fazla “üstsüz” olabileceklerini zannederlerken, iş ilerledikçe anlıyorlar ki, söz konusu olan cinsellikse giyinik olmak saçma. Provalar ilerledikçe çalışan herkes, ama bakın herkes, travestisinden tutun balerinine, palyaçosundan yapımcısına kadar herkes resmen feleğini şaşırıyor, dengeleri altüst oluyor. Yıllardır bu işin içinde olan sanat yönetmeni hele, resmen kafayı sıyırıyor. Katolik balerin içindeki “kadın”la tanışıyor, sevgilisinden zar zor ayrılan adam dans partnerine aşık oluyor, kendini seks konusunda aslında cesur zanneden pısırık, pısırık olduğunu zanneden de şehvetini keşfediyor. Artık hiç kimse, önceki kendisi olmadığı gibi, bir daha da olamayacağını anlıyor.
“Love Sick”, Zumanity gösterisi için hazırlanan tüm ekibin değişimini anlatan bir sahne arkası belgeseli. Böylesi kışkırtıcı bir gösterinin nasıl bir özveri ile yapıldığını, nelere mâl olduğunu ve insanların geçirdiği tüm sorgulama ve değişimi gözlerimizin önüne sererek, aslında bizim kafamızdaki tuğlaları da yerinden kımıldatıyorlar.
Amazon.com’dan aldım DVD’sini. Sahne, simsiyah ekranda Leonard Cohen’den “There is a crack in everything, this is how the light gets in” -her şeyde bir çatlak vardır, ışık işte oradan içeri sızar- cümlesiyle açılıp feci çarptı beni.
Diş macunu ile olan derdimi çok şükür çözdüm, rahatladım. Oh be! (Bu hafta “beeee!”leme haftam, mazur görüle.) Geçen gece canım sucuklu tost çekti, ben de yedim. Bu sefer de gece vakti sucuk sucuk koktum, sinir oldum. Koştum banyoya, aldım diş fırçamı, açtım diş macununun kapağını, mıncıkladım tüpü, sıktım fırçamın üzerine. Ana! O da ne? ıçindeki kırmızı beyaz macun şeysi hiç bozulmadan, renkler birbirine karışmadan çıktı iyi mi! “Aaa nasıl ya?” dedim. “Bu ne Hitlersel bir düzen? Ben o kadar mıncıklamışım, hiç mi karışmaz renkler?”
Azimle tekrar tüpü iyice yoğurup mıncıkladım. Eminim bu sefer kesin içeride bulamaç oldu renkler. Yine sıktım, aaa ama kabus gibi. Durum yine aynı. Tepem bir attı: “Vay efenim bunlar nasıl bulamaç olmadan duruyor?” diye... Dayanamadım, aldım elime makası, cart ortasından kestim tüpü.
Ayol meğer bizim gördüğümüz tüpün içinde iki ayrı tüpçük varmış; bir kırmızı macun tüpçüğü, bir de beyaz macun tüpçüğü. Ondan, ne kadar mıncıklarsan mıncıkla renkler karışmıyormuş. E hadi bunu ucuz atlattın Yonca, peki faks ve interneti nasıl çözeceksin kızım ha? Bunca yıldır anlatıyorlar da hâlâ almıyor ya bu sarı kafa?
Hani aletleri parçalasam da faydası yok. Kağıdı yolluyorum buradan, aynen çıkıyor oradan. ınternet desen, çıktı beri, perişan eder fikri beni. Hani bu şeyler uçak gibi gelmez bana. O kuş misali, doğada var ya benzeri, kafama takılmaz bunlar gibi. Diyeceksiniz aletlerin derdi Cuma cuma seni mi gerdi?
“Ben hayır demesini bilirim” havasında olmak da çok güzel. Havalı olmak güzel de, ben gerçekte ne kadar “Hayır!” diyebilen insanlar olduğumuz konusunda şüpheliyim kardeşşş...
Biz, “Evet” delisiyiz bence. Hatta vur kafasına al lokmayıgillerden... Lokmayı da nereye çekerseniz çekin, hatta malum yerlere de çekin ki anlamı tam olsun. Daha çocukluktan kafamıza kakıla kakıla “hayır” dememeyi, her şeyi körükörüne kabullenmeyi öğreniyoruz çünkü. Kazara hayır dedin miydi, şraaak yersin tokadı ense köküne. El şakasından hoşlanmadığımızı bile söyleyemeyiz kimseciklere. Ayıp olur malum. Ayol oysa esas ayıp bana yahu, kime ne!
Ne çok çocuk nefret eder saçının okşanmasından, yanağından makas alınmasından ve hatta poposuna pata küte sevgi göstergesi niyetine vurulmasından ama, bir türlü söyleyemez işte. Amma da yanlış aslında buna izin vermek... Geçen gün markette 3 yaşlarında bir kız çocuğu başını okşayan birine cart diye “Yapma, sevmiyorum!” deyince ayıldım, üzerine de annesi: “Afferin kızım! Eğer sana dokunulmasından hoşlanmadıysan bunu söylemen çok iyi” diye onaylayınca kafamda şimşekler çaktı. “Al sana yazı konusu Yonca. Yaz bunu!” dedim. Yaz da kafamıza kazınsın iyice.
Çocuklara daha küçüklükten başlayarak hayır demeyi öğretmek lazım. ıcabında hayır demek, hayat kurtarır.
Anlatabildim değil mi kardeşşş?
Yonca“yenge”
şiddetle hayır!
Taciz olaylarının midemizi bu kadar bulandırdığı bir dönemde hele, bilmem hayır diyebilmenin önemini size ince detay vermeden anlatabiliyor muyum? ınsan elalemin içinde cesaret naraları atarken, şiddete maruz kaldı mı bırakın hayır demeyi, korkudan ölmeye de razı oluyor. Siniyor, susuyor.
İşin kötüsü, bunun da farkındaydım. Ailem sabırlıymış, beni kapının önüne koymamış. Bu nedenle, ne zaman çocuklarım “garip” bir şey yapsa, “Anneme, babama ne ettiysem aha şimdi onu biçiyorum!” diyerek hemen annemi arar, can-ı gönülden özür dilerim. Hani zararın neresinden dönsem kârdır mantığıyla.
Memleket hallerine kahrolmaktan perişanız ya, bari size mazimden bir hikâye anlatayım da, içimiz ısınsın dedim bu soğukta. Başladım bu anımı yazmaya.
Yonca
“anıcı”
Turuncu dantelli elbiseli kız
4 yaşındaydım. Turuncu bir elbisem vardı. Kenarları fırfırlı ve dantelli, kısacık eteğinin altından tüller fışkıran. Kolları da karpuz. Belki en az 3 ay boyunca, her gün, o elbiseyle yattım kalktım. Öyle severdim o elbiseyi ve tabii Anneannemi! Yuvadan vesikalık resmimi istediler. Üzerimde yine o elbisem, anneannemle soluğu fotoğrafçıda aldık. Ama daha gitmeden fotoğrafçı abiye; banyomuzda, o boyumun bir türlü yetişemediği ayna karşısında, tabure tepesinde bolca poz verme provası yaptım sırıta sırıta. Pek severdim sırıtarak poz vermeyi. Severim hâlâ da... Lavabonun kenarına tırmanmıştım, az kaldı düşecektim; ama o yaşlarda insanı melekler koruyor ya, düşmedim. Neyse...
Anneannemle gittik apartmanımızın karşısındaki fotoğrafçıya, girdik içeri, bıyıklı ve jön abi “Geç otur bakalım ufaklık!” dedi bana. Ben de güzelce, o banyoda özene bezene uğraşıp karar kıldığım pozumu verdim; sağdan sola bütün dişlerimin görünmesine olanak veren bir “Gülen Yonca” pozu. Tam ben pozu... Bıyıklı jön abi fotoğrafımı şipşak çekip “Afferin sana akıllı bıdık!” dedi. Bu çok harika bir iltifattı, çünkü o zamanlar adı “Akıllı Bıdık” olan ve çok sevdiğim bir çizgi film vardı. Iltifatı duyunca, beni daha da güzel bir sırıtma hali aldı. Ama tam abi tabureden inmeme yardımcı olurken, içimi acayip bir heyecan bastı. Pozumu bozmamak için hâlâ sımsıkı sırıtmaya çalışıyordum, çünkü bütüm derdim, fotoğrafçıdaki aynanın karşısına geçip bir an önce verdiğim pozu kontrol etmekti. Pozumu doğru vermeyi başarabilmiş miydim, yeterince gülebilmiş miydim, acilen tespit etmem gerekliydi.
Çocuk Yonca meraklı ve titizdi. Koştum aynaya, anneannem de arkamda... Hiiii! O da ne? Poz tamam olmasına tamam da, saçlarım sapsarıymış ya! O ana kadar meğer hiç değilmişim farkında. Ben kendimi hep annem gibi, kızıl kestane hayal etmiş, öyle de zannetmişim. Dikkatli bakmamışım aynalara. Hiç de öyle annem gibi değilmişim. Meğer ben, tam da babamın kızı imişim. Tevekkeli bana “sarı civciv” deyip duruyorlar, ah ben ne kekmişim...
Çocuklarımızın anne karınlarından arkadaş olmalarından, bize çaktırmadan aynı biberondan sütlenmelerinden, birbirlerinin ilk göz ağrıları olmalarından, aynı pusette kestirmişliklerinden, parkta el ele koşmuşluklarından, film seyrederken aynı sahnede küçük dillerini sallaya sallaya ağlamışlıklarından ve çocuk aklıyla birbirleriyle evlenme hayalleri kurmalarından mütevellit bir espri... Ben de çocukken Erol Evgin’le evlenmeyi hayal edenlerdenim misali...
Bizim çocuklarımız yani; Alya ve oğlum kardeş gibi.
Bir tek bizim gibi gurbette yaşayanlar bilir insanın ailesinden uzak olmasının ne anlama geldiğini. Çocuğun ilk defa “baba” der, ailenle o anki sevincini paylaşamazsın. ılk adımını atar, herkes görsün istersin, fotoğraf yollamakla yetinirsin. Okula başlayıp forma giyer, ancak telefonda karşılıklı ağlaşarak halini tarif edebilirsin.
Hadi yine teknoloji sağ olsun, bazı olayları web kamerasından seyrettirebilirsin seyrettirmesine ama, hiçbir şey çocukların büyürken kalabalık bir aile ortamı içinde olmasının yerini tutamaz.
30 yıldır ölü gibiydi zaten. Tek kelime haber alamıyorduk ondan, yazmıyordu da. Yani yazıyordu ama, hiç kimseyle paylaşmıyordu yazdıklarını. Bu kendine saklı yıllarından bir fotoğrafı bile yok. Oray Eğin tweeter’da Salinger hakkında tweetler atmaya başlayınca anladım Salinger’ın bizi bırakıp gittiğini. “Şaka mı bu?!” demişim birden. Salinger hakkında en son ve en aklımda kalan yazıyı geçen sene 14 Ocak 2009’da Serdar Turgut “İnzivanın ve yazmamanın getirdiği tuhaf mutluluk” adıyla yazmıştı.
Ölüm haberi geçen Cuma ekranıma düştüğünde, eşimle bahçede oturmuş, Pazartesi yazım ne olsun diye ortaya fikirler atıyorduk. Ipod’da Rolling Stones “Anybody seen my baby” çalıyordu. 5 buçuk yaşındaki oğlumuz çılgın bir Mick Jagger hayranı olduğundan, internette resimlerine bakıyorduk. Bazen bir olay öyle bir anda oluyor ki, insanın o olaydan daha fazla etkilenmesine neden oluyor. Ya da, ben her şeyden giderek daha fazla etkilenir oldum. Çalan müzik, ortam, hava, gelen haber, oğlumun duyguları... hepsi devasa bir sahne gibi gözümün önündeydi, ışıklar karardı: “J. D. Salinger ölmüş...” dedim sesim kısık, tek spot altında, perdeler kapanıverdi.
Vanity Fair dergisi J. D. Salinger’ ın meraktan çatlatan hayatını özet geçmiş hemen. The New Yorker ise “Salinger hastaları” için tüm hikayelerinin linklerini paylaşmış anısına.
Sanırım bizim yaşlarda olup da Salinger “hastası” olmayan azdır. Yani umarım öyledir. Onu hala tanımayan, okumayan, bilmeyen varsa, bari artık öğrense iyi olur. Bir efsanedir “The Cathcher in the Rye” yani bizdeki adıyla Çavdar Tarlasında Çocuklar (Gönülçelen) kitabı.
“Sarsıntımı bir tek çocukluk arkadaşım Zana anlar!” dedim ve hemen onu aradım. Zana’ yla yazlarımızı Kuşadası Güzelçamlı sahilinde Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı okuyarak ve hiç konuşmadan anlaşarak geçirirdik. Salinger okumadığımız zamanlarda da, birbirimize Salinger’ ın kısa hikayelerini anlatırdık. O Salinger karakteri uymazsa ruh halimize, bir diğeri mutlaka uyardı.
Zana ben haberi verir vermez: “İşte şimdi gerçekten öldü. Bitti.” dedi. Sustuk yine. Yıllar öncesinin, sahilde aramızda dolaşan garip Salinger sessizliği çöktü üzerimize. Sonra Zana ilginç bir şey söyledi: “Yonca ben yıllardır her gittiğim yerden adamın kitaplarının bulduğum bütün baskılarını alıyordum biliyor musun? Londra’dan da aldım, Amerika’ ya gittiğimde de aldım. Hatta Yapı Kredi yeni bir baskısını yapmıştı, hepsini yeni baştan satın almaya kalkışınca İlker: “İnsaf Zana bunlar kaçıncı?!” dedi diye kendimi frenledim sözde, sadece birkaçını aldım.”.
Bense, hiç şaşırmadım bu acayip tesadüfe çünkü ben de taşınırken okuduğum eski baskılarını mecburen Ankara’da bırakmak zorunda kaldığımdan, yanımda buradan aldıklarım var. Hatta Serdar Turgut yazınca, Amazon’dan bir set daha ısmarlayıp almıştım. Kitaplar aynı, kapaklar ve basım yılları farklı. “Olsun, bu da bulunsun, kitapları satılsın ki basılsın. Yeter ki evde Salingerlarım olsun! Kütüphanem Salingerlarla dolsun!” diye diye aldım hep.
Salinger kitaplarının, Salinger’ ın yalnızlık sevdasına inat, insan üzerinde “yanında” olma/bulundurma ihtiyacı yaratmışlığı var. Belki de kendini bu kadar uzun süre bizden mahrum etmesinden kaynaklanıyordur bu his. Ya da o yazdıklarını içimize bir düşürüp bir daha görünmediğinden. Salinger bize bir tatlı yedirdi, ve toz oldu. Yalvardık tarifini vermedi. O tatlıyı bir daha asla pişirmedi. Tadı damağımızda kaldı, gitti işte.
Şirkette 35 kişiyiz; 15 farklı milliyetten, dinden, dilden rengarenk tipler. Dini bayramlar, milli bayramlar gırla. Diwali’ yi de, Şeker Bayramı’ nı da, Noel’i de kutluyoruz. Hepsi çok anlamlı. Sorun yok. Hintliler ilginç insanlar. Haklarında ansiklopediler yazılır icabında. Bizde olsa, işe geldikleri kılıkla ne çok laf edip dalga geçeriz kesin... Rengarenk sariler, parmak arası şeffaf topuklu terlikler. Tırnaklar sivri, ojeler renkli. Bilezikler şangır şungur. Saçlara jöle yok, yağ. Biz takım elbise giydirmek isteriz. Beğenmeyiz “kendi” hallerini. Vejetaryene zorla et yedirmeye çalışırız. Ama biz domuz eti yemeyiz, kazara soran olsa hakaret! Çok üstünüz malum; çok iyi giyiniriz, çok iyi dans ederiz. Hayatımız şekil ve şemail! Ama bu kılığını beğenmediğimiz adamlar dünyanın her yerinde çoğumuzdan daha saygın konumda.
Öğle yemeklerimizi görseniz, Birleşmiş Milletler Mutfağı. Filipinlisi pirinçsiz, kurutulmuş balıksız öğün geçirmiyor. Fransızı ayrı, Mısırlısı bambaşka, Ganalının yediği acı dilime değse hastanelik olurum. Eğlence ortamında adam ortada o kıvamda bizim klüplerde dans etse, rezalet. Güleriz. Yalan mı? Biz burada alkışlıyoruz. İnsan, dans etme hakkını kullanmak için Michael Jackson olmak zorunda değil. Şirket koymuş kuralları, sıkıysa uyma, uygulama. Hele bir alay et, rencide et bakalım; ihtar mihtar demezler, hop kapıdasın.
Beden dillerimiz de farklı. El kol hareketiyle “Ne hoş!” dediğini düşündüğüm Arap arkadaşıma “Teşekkür ederim” derken ayılıyorum ki o aslında bana “Bekle!” diyor; ama o hareket Güney Afrikalı için küfür anlamında, basıyoruz kahkahayı. Kavga yok. Farklı dil, din, ırklardan insanlar birbirimizden hayatın renklerini tadlarını öğreniyoruz. Bakın şu fotoğrafımıza; bir Ganalı, bir Bangladeşli, bir Hint ve bir Türk; bendeniz Yonca. Açın şu karalar bağlamış gözlerinizi lütfen, hemen şu anda.
Renk körü olmayın daha fazla.
Yonca