Yonca Tokbaş - Kelebek

İçimden itiraf etmek geldi

22 Mart 2010
“Ben bakire değilim. İşin ilginç yanı, bunu söylesem de kimse bana inanmaz.

Ne yalan söyleyeyim, ben de şaşırıyorum kendime. “Evlenmeden asla!” derdim bir zamanlar. Toplumun üzerimdeki baskısından mı, anne babamın yüzüne nasıl bakacağımı bilemeyeceğimden mi böyle düşünürdüm, neden hiç bilmiyorum. Ailem de sözde çok rahattır. Annem-babam hala elele tutuşur, öpüşür. Sevgilim bize gelir, mutfağa girip yemek hazırlarız aileme. Hiçbir zaman izin almakla ilgili bir problemim de olmadı. Ailem bana güvenir. Ama istedikleri kadar modern ve çağdaş olsunlar, istedikleri kadar bizi kendilerince “temiz” görsünler, biliyorum ki bu konuda herkes gibi onlar da “evlenmeden asla” diyenlerden. Ailem benim bakire olmamamı kabul etmediği gibi bunu bana yakıştırmaz da. Ne benden, ne bekaretimden hiç kimse şüpheye düşmez. Çünkü ben onlara göre erkeklerle yanlış şeyler yaşamayacak kadar akıllıyımdır. İyi de yaşadığımın nesi yanlış? Ama ben de, bunları hiç kimseye anlatamayacak kadar korkak, sadece yazıya dökebilecek kadar cesurum işte. Ben birine ait oldum, evet! Sevdiğim, deliler gibi aşık olduğum adamın oldum. Bu nasıl anlatılır, neyi anlatılır, neyin hesabı verilir? Öyle güzeldi ki! Bir anda oldu, gözümüz görmedi hiçbir şeyi. Ama sonra neyi fark ettim biliyor musunuz; “Namus iki bacak arasında değildir!’’diyen ben bile, bir baktım ki “kan” arar olmuşum kendimde. Nasıl içime işlemiş bekaret baskısı düşün! Kime kızmalıyım peki? O benim ilkim; çok sevdiğim, inandığım, kendimi teslim ettiğim, ruh eşim. Hep hayatımda olsun istediğim, kocam olsun istediğim adam. Ama hayat bu. Belli mi yarın ne olacağı? Değil. Peki yarın öbür gün biz ayrılırsak ben şimdi “namussuz” mu olacağım? Bunları düşününce, memleketimi çok sevsem de resmen terk etmek istiyorum. Çünkü kendi ülkemde kendimle çelişiyorum, ne acıklı. Savunduğum şeyleri de demek ki aslında savunmuyorum içten içe, bilmiyorum. Ama pişman olmadığımı biliyorum. Ben de istedim aşkımla aşkla sevişmeyi. Sadece toplumun bakışı beni deli ediyor. Bu toplum beni kendimle savaşa sokuyor. Bu zihniyeti tavan arasında saklamak gerek. Kadınları özgür bırakmak gerek. Kadınlar kadınlıklarının farkında olsun, orgazm olabilsin, fanteziler kurabilsin. Jinekoloğa gittiğinde: “Bakire değilim ama bekarım!’’ demek zorunda kalmasın hiçbir kadın. Bunu bari doktorlar sormasın bize. Peki ne olacak böyle? Bu savaşı kim kazanacak? Ben size söyleyeyim; hiç kimse! Çünkü daima “yalan” olacak. Haydi başkasına yalan söylersin de, kendine söylediğin yalanlar ne olacak peki? Ve işte sana acı itiraf Yonca; ben ancak ilerde şu an sevdiğim adamla, yani ilk defa seviştiğim adamla evlenirsem anca... anca o zaman gerçekten mutlu olabileceğim galiba. (Bi.)

 

Üzgünüm

Yukarıdaki satırları yazan 22 yaşındaki bu genç kadının itirafı hepimizin ortak gerçeği. İzin istedim kendisinden yazdıklarını paylaşmak için sizlerle, o da verdi. Kendine bir rumuz vermişti ben onu yazmaya bile çekindim, bir anlayan olur da hayatı kayar diye! Benim de cesaretim başka birisinin özel hayatı söz konusu olunca buraya kadarmış demek ki. Yazdıklarını okurken tek düşündüğüm şey, çocuklarımı ileride kendi kendilerine yalan söylemek zorunda bıraktırmayacak şekilde yetiştirebilmek oldu. İnsanın hayatta kendini kandırmak zorunda olması kadar korkunç bir huzursuzluk olamaz ne de olsa. Hayat, aşık oldun mu, kendini kandırarak yaşamaya gerek olmayacak kadar masum aslında...

Yonca

“Elçi-N”

Yazının Devamını Oku

Evde kaldım mı, kalmadım mı?

19 Mart 2010
Bundan uzunca bir süre önce, ortamı şöyle bir yoklayayım demiştim. Okurlara; “Üzerinizde evlilik baskısı var mı?” diye sormuştum. Aman Tanrım! Meğer arı kovanına çomak sokmuşum. Cevapları okurken şiştim şiştim şiştim! Aradan bunca zaman geçti, ne gelen cevapları yayınlayabildim ne de aklımdan çıkarabildim. Çünkü cevaplar hem çok kişiye özel hem de destan gibi. Evde kalma korkusundan; sırf anası babası sussun, konu komşu laf etmeyi bıraksın, baba evinden kurtulmuş olsun; evli arkadaşları tarafından evde kalmış olmakla /images/100/0x0/55ea60e2f018fbb8f87c1351aşağılanması, dalga geçilmesi bitsin; çocuğu olsun, hayatta yalnız kalmamış olsun; daha fazla parası olsun; bakirelikten resmi olarak kurtulsun, sevişmesi resmi olsun vesaire diye evlenmek için kendini büyük baskı altında hisseden ve ona göre hareket eden bir kadın ordusu varmış meğer ortamda. Yani var olduğunu biliyordum ama, bu gerçek suratıma bu kadar somut bir şekilde vurulmamıştı.
Ha tabii bu işin kadın tarafı. Cevap veren erkekler de vardı ve onların durumu da hiç iç açıcı değildi. Karşılarına çıkan her kadının kendisini potansiyel koca olarak görmesinin ne kadar ilişki tüketici olduğunu anlatıyorlardı bana. Zaten bu kadar baskıyla evlenen bir toplum, o hızla boşanır da!
Sorularıma öyle samimi ve öyle mertçe verilmiş cevaplar okudum ki, bazen ağlamak, bazen kafamı duvarlara vurmak, bazen e-posta kutumdan ışınlanıp o kadının yanına gitmek, boynuna sarılmak ve teselli etmek istedim. Bazen de inanın, sarsıp kadını kendine getirmeyi hayal ettim. Sonuçta bunların hiçbirini yapmayı beceremeyip en azından ne anladığımı yazmaya karar verdim.
Vardığım sonuç şu: Aşk yerlerde sürünüyor ve öyle masallardaki gibi aşık olup evlenmek hakikaten masallarda kalmış. Biz neden giderek daha fazla kendi kendimizi bu kadar psikopata bağladık, açıkçası Yonca’nın tek derdi şu an en çok bunu anlamakmış.
Yonca
“şişik”

Evlilik başarı kıstası mıdır?

Evlenemeyenler başarısız ve beceriksiz evde kalmışlar ordusu; boşananlar zavallı; evlenip mutsuz olanlar da aptal olarak mı görülüyor bu toplumda? Ya hiç olur mu öyle şey! Artık insan yargılamada tavan yapmış durumdayız ama ha! Bunlar gibi bin tane sosyolojik analizsel ve psikologluksal(!) soru sormak istiyorum okuduğum okur yorumlarından sonra.
Diğer toplumları bilemem; ama biz kesin iki yüzlü olmaya mecbur edilmiş, iki yüzlü olmayı da kanıksamış, hatta bunda bir sakınca görmeyen, iki yüzlü davrandığımızın farkında olarak yaşamayı da içselleştirmiş (bu fiili hayatımda ilk defa kullanıyorum, hakikaten çok cuk oturuyormuş) bir toplum olmuşuz. Oh ne ala!
İnsanımızın geldiği durumu anlamaya çalışmak, kadınımızın geldiği zavallı noktayı biraz olsun düzeltmeye çabalamak içimi kurutuyor ama yılmaya niyetim yok.
“Yahu sen 3 soru sorup bu sonuca nasıl varırsın zırtapoz!” demeyin sakın, çok içerlerim. Vardım gitti. Cevap verenlerim gayet samimi okurlarım. Her yaştan, yöreden, töreden, lafını şaşkınlık verici derecede sakınmayan, yazarken de zaten yüz yüze olmadığımız ve sanal aleme sığınıp gizlenebildiği için belki de gayet cart diye içinden geçeni söyleyebilen tipler. Ve keşke hepsi gerçek hayatlarında da bana yazabildikleri kadar dürüstçe yaşayabilseler.
Yonca
“sorgusual”

Bakirelik “out” dikişli olmak “in”!

Yeni dürüstlük, namus, güven anlayışımız hayırlı olsun. Zar diktirmek normal ve kaçınılmaz, yalan söylemek rutin, yapılacak en doğru şeyin de bunlar olduğunu salık vermek prim yapar olmuş.
“Dürüst olalım arkadaşlar!” diyerek kelle koltukta konuşup yazmak da büyük hata olmuş. Olsun. Hataların hepsi benim olsun. Kolaya kaçıp yalana sığınmak da, “Yalana sığın rahat et!” demek de korkakların olsun.
Nanik yapıyorum, bu duruma nanik!
Bütün kadınlar elbirliğiyle zar diktirme protestosu yapsa, herkes aynı anda “evde kalsa!”, “bacak arası namuscusu!” erkekler de bal gibi kabullenecek eşekliklerini, hiç kusura bakmasınlar valla. Ortada bekaret saçmalığı kalmadığı gün, nasıl olsa mecburen herkes ya gayet seve seve sevişe sevişe evlenecek, ya zaten artık bunu hiiiç düşünmeyecek, ya da evlenmezse evlenmeyecek. Aşk o zaman baki olacak galiba! Ben de bu konudaki gıcığımı gidip gelip yazmak zorunda kalmayacağım hayırlısıyla.
Ha amaaa... bazı kadınların nasıl olup da hâlâ daha kadınlara zarlarını diktirmeleri için doktor önerdiklerini marifet gibi yazabilmiş olmalarını, asla ama asla unutmayacağım, bu da buraya kaydola.
Yonca
“hafıza”
Yazının Devamını Oku

Annelik zor dostum zor!

15 Mart 2010
Sabah kıyamet kopuyor evde. Akşam ortalık süt liman.

Gece karanlıkta evde yürüyen yürüyene; ama sabah uyanmak isteyen tek kişi yok kalkma saati gelince. Yatırmak için kırk takla at, kaldırmak için kırk takla at.

Karşılamak için yırtın, uğurlamak için tepin; ama sen eve gelince bir “Merhaba!” diyenin olmasın güler yüzle. Adalet bu mu be!

Bir gerilmişim geçenlerde, inleterek evi dedim ki: “Bundan böyle askeri nizam dizileceksiniz kapıda.

Karşılama istiyorum, boynuma atlamayan olur duman!” Bakalım bu akşam olacak mı dediğimi yapan?

Yazının Devamını Oku

Bu bir tesadüfler yazısıdır

12 Mart 2010
Bizim ailede insanın aklını başından alacak, anlatsam inanması güç olacak, anlatmasam içimde kalacak ilginç tesadüfler yaşama durumunun alası vardır.

Ben sırf bu “garip ama gerçek” olaylarımızı yazsam, roman olur aslında. İnsan bazen bu acayip tesadüflere insanları inandırmakta güçlük çekiyor ama, Allah tarafından olanlar mutlaka 3. şahıs şahitler önünde oluyor da kanıtlaması mümkün.

Mesela, Babacığımın 7 yaşından sonra 35 yaşına kadar göremediği annesiyle dünyanın bir ucunda nasıl karşılaştığını anlatsam, gözyaşlarınız sel olur. Mesela, Annanemin öz kardeşiyle Balkanlar’dan göç ederken birbirlerini kaybedip 40 yıl sonra, “Yok artık!” dedirtecek şekilde kavuşmalarını anlatsam, sıkı bir film senaryosu olur. Mesela, Babamın 15 yaşında yazıştığı Avusturalyalı mektup arkadaşının, 40 yıl sonra coşup taa Avustralyalardan Babamı bulmak için Sherlock Holmes’e taş çıkaracak şekilde izini süre süre, tam da babacığımın ölüm yıldönümünde mezarına ulaşıp dua ettiğini; hızını alamayıp Büyükelçilik aracılığıyla adresimizi bulup ansızın bire gece evimize çantasında babamın mektuplarıyla geldiğini; ve çocukken babama söz verdiği gibi kızının adını Polyanna koyduğunu anlatsam, diliniz tutulur.

Bunlar şimdilik dursun bir kenarda, geçen Pazar sabahı Runtalya öncesi de başıma ilginç bir tesadüf geldi. Tekerlekli sandalyesi ile yarışa katılan Güven’in tişörtüne “4 Yapraklı Yonca” yapıp "Yonca Tokbaş" yazmıştım. Melda’nın da -ki kendisi babamın öz teyzesinin torunu, onlarla buluşmamızın hikayesi de masal olur- eşi Ali Rıza, pusetteki oğulları Atlas’la 42km maraton koşuyormuş. Melda o kalabalıkta tişörtte adımı görüyor, beni soruyor, Güven; “Kafasında köpekbalığı olan tek yarışmacı Yonca!” diyor. Melda beni oracıkta, tam 17 yıl sonra buluyor! Start’a kadar sarılıp ağlaşıyoruz kalabalığın ortasında. Hayat, bitmek bilmeyen bir tesadüfler zinciri ve bizi sürekli şaşırtmak için, gözleri sulandıran oyunlar oynuyor galiba.

Yonca

“şokta”

 

Gizem Girişmen

Geçenlerde, Adnan (Tosya) Abi’den: “Gizem, Spor Oskarları olarak görülen Laureus Akademisi’nin “Dünyada yılın engelli sporcusu adaylarından” biri oldu. Abu Dabi’ye geliyor, aman yalnız bırakmayın!” diye bir mesaj geldi. Adnan Abi’nin çocuklarıyla Gizem üniversiteden arkadaşlar. Haberi alır da, Gizem’i hiç yalnız bırakır mıyız? Asla! İlk önce, Dubai Konsolosumuz aracılığı ile Abu Dabi Büyükelçiliğimize haber verdik. Ardından, "Sultans of Dubai" Türk kadın grubumuzla otobüs tutup Gizem’i Abu Dabi Havaalanı’nda karşılama kararı aldık. Alanı bayraklarla, pankartlarla donattık. Gizem’i elinde Türk bayrağı, nazar boncuğu, gülleri ve kurabiyeleri ile Laureus yetkililerine teslim ettik. Ben daha geleceğini duyduğumda, Gizem’e; “Hayatımda hiç röportaj yapmadım ama, sen ve ailen uygun görürseniz sizinle konuşmak, konuştuklarımızı da yazmak isterim.” deyince, Gizem kabul etmişti. Neyse. Haberi aldığımız akşam yattık. Sabah bir kalktık ki; Okçuluk’ta 2008 Pekin Engelliler Olimpiyat Şampiyonu Gizem’i Yılmaz Özdil yazmış. Tesadüfün böylesi! Ben iki ara bir derede Gizem’le röportajı yaptım. Laureus Akademisi Yılın Sporcuları Ödül töreni, 10 Mart Çarşamba akşamı Abu Dabi’de gerçekleşti. İstedim ki söyleşimiz, Gizem ödül törenine gitmeden önce okunsun. Gizem’e gecikmeli de olsa hakkını, ödül gecesinden önce teslim edelim, ve koca bir Çarşamba gününü ona pozitif enerji göndererek geçirelim. Ödül alsa da almasa da, bu noktaya gelen tek Türk sporcumuz Gizem’i zaten bugüne kadar bir çok kere alkışlamış olmamız gerekirdi. Gizem, ödülü kıl payı kaçırdı. Ödül törenini seyrederken Gizem’le ne kadar gurur duyduğumu anlatamam. Sizin de görmenizi isterdim. İhtişamlı, gösterişli, Federer’den Usain Bolt’a, Serena Williams’dan Gizem’e(!) dünyanın tüm ünlü sporcularının bir arada bulunduğu, Kevin Spacey ve Gwyneth Paltrow’un sunuculuğunu yapıp Hugh Grant’in ödül dağıttığı ve Gizem’in de dalında iki kadın adaydan biri olduğu bu muhteşem Spor Oskarları gecesini, Sinema Oskarlarını sabaha kadar ince detay seyreden basınımızın izlemiş olmasını dilerdim. Kaçırdılar!

Yazının Devamını Oku

Şampiyon İzmir Özel Çamlaraltı Koleji!

8 Mart 2010
“Sevgili Yonca Abla, Koş Yonca Koş adlı yazını okuyunca kardeşimle sana katkıda bulunmak istedik.

Biz İzmir Çamlaraltı Koleji’ndeyiz. Yazını, her yıl benzer projelere önderlik eden Güner Boran öğretmenimize ve Yönetim Kurulumuza okuttuk. Bizi hemen desteklediler. Güner Hoca okulda “Koş Yonca Koş” panosu hazırladı. Yazının bir fotokopisini çıkartıp tüm sınıf öğretmenlerine dağıttık. Onlar da sınıflarında okudular ve panoya astılar. 5. 9. ve 12. sınıflar kermes yapmayı önerdi. Bugün 12. sınıflar ilkini yaptı, diğerleri önümüzdeki hafta yapacak. Hiç olmadı kendi harçlıklarımızdan veririz diye düşündük. Biz bu yılbaşında da lösemili çocuklara yılbaşı ağacı gönderip dileklerini yazmalarını istemiş, sonra da hediyelerini alıp götürmüştük. Hakkarili kardeşlerimize ve Lösev'e de katkıda bulunduk. Sosyal Bilimler Bölüm Başkanı Güner Boran öğretmenimizin önderliğinde her yıl böyle projelere gönüllü katılıyoruz. Yardım koşusu diye bir şey olduğunu hiç bilmiyorduk, okuyunca heyecanlandık, duygularımızı seninle paylaşmak istedik. Koş Yonca Koş! Biz de senin arkandayız demek istedik. Sevgiler. Deniz - Ege Dölek”

 

Hepimize kapak olsun!

Geçen hafta 16 yaşındaki Deniz ve 12 yaşındaki kardeşi Ege’den aynen böyle bir ileti alınca, oturup bir güzel ağladım. Bu çocuklar daha 18 yaşında bile değiller. Hatta o ergenlik dediğimiz, her şeye gıcık, kendilerinden başka hiçbir şeyi önemsemediklerini düşündüğümüz en kıl dönemdeler. Ama bakın şu düşündüklerine ve yaptıklarına! Hani bencildi şimdiki gençlik? Hani işe yaramazlardı? Hani gidişatımız iyi değildi? Hani bizden adam çıkmazdı? Alın işte size kanıtı. Bizden adam olur da, çıkar da! İnanamadım yazdıklarına ilk önce. Sonra bir baktım çocuklar ciddi, okulun Yönetim Kurulu ise daha ciddi. Öğrencilerinin yardım girişimlerine nasıl destekler, anlatamam. Çocuklar okulda kermesler düzenlediler, taze olsun diye sabahın 5’inde kalkıp anneleriyle pişirdikleri poğaçaları sattılar. Katkı çok olsun diye evde kahvaltı etmeyip harçlığıyla okulda satılanlardan yeme kararı alanlar oldu. Öğretmen-veli-öğrenci-okul yönetimi birlik olup kendilerini bu işe adadılar. Sıkı durun şimdi...

İzmir Özel Çamlaraltı Koleji öğrencileri, Adım Adım Oluşumu ile beraber TEGV’in “1 Çocuk Değişir Türkiye Değişir” projesi kapsamında Mardin Midyat birimine destek için 10km koşmam adına tam 32 çocuğun 1 sene boyunca eğitimine katkı olacak kadar parayı toplayıp TEGV’ nin hesabına yatırdılar! Teşekkür ediyorum desem hakikaten çok yavan kalır. Onun yerine şunu demek istiyorum;

Böyle çocuklar varken değil Türkiye, dünya yerinden oynatılır!

Yonca

“Gururla”

Yazının Devamını Oku

Döneklerin en önde gideni

5 Mart 2010
Kim mi? Ben! Ben bir döneğim.

Kabul ediyorum ve-fakat-ama ısrarla bu halimi seviyorum ve görüldüğü üzere bunu da aynen ilan ediyorum. Darısı başınıza.

Neden mi? Efenim şöyle...

Yıllarca kahve, çay içmedim. şimdi kahvesiz, çaysız yapamıyorum. Yıllarca diyet kola bağımlısı oldum; ama şimdi ağzıma koyamıyorum. Zamanında “Arabesk müzik hayatta dinlemem!” derdim, tükürdüğümü bir güzel yalamış bulunuyorum. şimdi hem dinliyorum, hem de salya sümük ağlıyorum.

Kibariye’yi çok geç keşfettim mesela. Hatamdır, kabul ediyorum. “Serdar Ortaç sevmem!” derdim, ama bir baktım ki ezbere bilmediğim şarkısı yok, çaldı mı oynamaya başlıyorum anında. Müslüm Gürses’e yıllarca dehşetle baktım; ama şimdi “Aman CD’si çıkarsa bana da alıp gönderin!” diyebiliyorum. Yüzüm filan da kızarmıyor asla. Fasıllarımızı rakı eşliğinde avaz avaz dinleyip, gözlerim dolu dolu “Telgrafın tellerineee...” diye ritim tutup, “ınleyen Nağmeler”le kadehleri tokuşturup hasretten inim inim inliyorum valla. Her nerede bize ait tek bir tını duysam, tüylerim öyle bir diken diken oluyor ki, pek yakında tüysüz kalıyorum hayırlısıysa!

Yazının Devamını Oku

Döneklerin en önde gideni

5 Mart 2010
Kim mi? Ben! Ben bir döneğim. Kabul ediyorum ve-fakat-ama ısrarla bu halimi seviyorum ve görüldüğü üzere bunu da aynen ilan ediyorum.

Darısı başınıza.

Neden mi? Efenim şöyle...         

Yıllarca kahve, çay içmedim. Şimdi, kahvesiz çaysız yapamıyorum. Yıllarca diet kola bağımlısı oldum; ama şimdi ağzıma koyamıyorum. Zamanında; “Arabesk müzik hayatta dinlemem!” derdim, tükürdüğümü bir güzel yalamış bulunuyorum. Şimdi hem dinliyorum, hem de salya sümük ağlıyorum. Kibariye’yi çok geç keşfettim mesela. Hatamdır, kabul ediyorum. “Serdar Ortaç sevmem!” derdim, ama bir baktım ki ezbere bilmediğim şarkısı yok, çaldı mı oynamaya başlıyorum anında. Müslüm Gürses' e yıllarca dehşetle baktım; ama şimdi “Aman cd’si çıkarsa bana da alıp gönderin!” diyebiliyorum. Yüzüm filan da kızarmıyor asla. Fasıllarımızı rakı eşliğinde avaz avaz dinleyip gözlerim dolu dolu: “Telgrafın tellerineee...” diye ritim tutup “İnleyen Nağmeler”'le kadehleri tokuşturup hasretten inim inim inliyorum valla. Her nerede bize ait tek bir tını duysam, tüylerim öyle bir diken diken oluyor ki, pek yakında tüysüz kalıyorum hayırlısıysa! Bütün bunlar gurbette bizim olana hasret kalmaktan mı kaynaklanıyor, yoksa aidiyet duygum giderek daha fazla mı kıymet kazanıyor, hiç bilmiyorum valla! Anlamaya da çalışmıyorum artık. Yaşıyorum!

Hani ne oluyor da, Yonca bu kadar duygusal oluyor ve sürekli bir bilene danışmak istediği bu kadar çok sorusu oluyor, bunu da anlamıyorum mesela. Acaba hayata dair her şeyi sevme durumunun cılkını mı çıkarıyorum? Ne yapıyorum hiç bil-mi-yo-rum! Ha ama büyümeyi çok sevdiğimi biliyorum. Biliyorum ama, büyüyen insanların kalbi yeniden “Çocuk Kalbi”'ne, kafası da yeniden “Küçük Prens” moduna geri döner mi diye de merak ediyorum aslında. Ben öyle olsun istiyorum da ondan galiba.

Ondan, kendime hep diyorum ki; “Yoncacım hataları affet! Hiç küçülmezsin, hatta büyürsün. Rahatlarsın, huzura kavuşursun. Gülersin. Sevginin açısını, kalp pergelin kırılana kadar aç ve büyüt. Nefretin ve sinirin kapısını aman sakın çalma. Olur da nefretin kapısı sana kendiliğinden açılırsa, sakın içeri dalma. Emin ol tuzaktır, aldanma. Aşksız kalma, kimseyi sevgisiz bırakma. 

Hayatta çok şey boş. Her şerde var bir hayır. Yap iyiliği, at denize yolla.

Sen bu kısa hayatı, yaşayabildiğince uzun yaşa.

Yonca

Yazının Devamını Oku

Dubai Tenis fırtınası

1 Mart 2010
Her yer kum. Kaşlarımın dibi bile. Hava sıcak. 36 derece. Rüzgar kum fırtınasıyla esiyor; ama neşemiz yerinde. Günlerden 26 Şubat 2010, Cuma. Çoluk çocuk Barclays Dubai Açık Tenis Turnuvası’ndayız.

TENİS FIRTINASI / FOTOGALERİ

SİZ DE HAREKETE GEÇİN - ADIM ADIM

Ellerindeki topa imza attıracaklar diye tribünden sarkınca aşağıya düşecekler diye eskiden kasılırdım, artık kasılmıyorum. Alıştım. Bir de kızım günlüğüne ip bağladı, imza almak için onu da sarkıtıyor. Çocuklarım spor tutkunu oldu ya, tamamdır, yeter bana. Federer sağlık sorunu nedeniyle çekilince işin tadı azıcık kaçtı aslında. Onsuz turnuva olmuyormuş, bunu da anladık. Maç aralarında aşağıya göl kenarına iniyoruz. Kalabalığı görmeniz lazım. Panayır gibi. Mini tenis kortlarında maç yapanlar, uzun tahta bacaklı akrobatlar, canlı müzik, tanıtımlar. Ortam cıvıl cıvıl. Kalabalığın tek ortak noktası bileklerdeki uçuk mavi giriş bileklikleri. Onları da biriktiriyoruz. Bu arada sponsorlardan biri olan Lacoste nasıl güzel tonda bir turuncu tişört dağıtmış top toplayıcılara ve yan hakemlere, bayıldık. İnsan işi asar koca hafta burada yaşar. Küçük ama çok önemli bir detay da şu; engelliler de rahat rahat gelebiliyor buraya. Özel asansörleri ve ayrılmış yerleri var. Ohhh, girişte tam da havaya uygun güneşten korunma kremlerimizi de dağıttılar! Sağolsunlar.

Ortamı azıcık gözünüzde canlandırabildiniz mi?

Aslında daha da anlatırdım ama...

Çekilmiş fotoğrafı var.

Yazının Devamını Oku