Yonca Tokbaş - Kelebek
Yonca Tokbaş - Kelebek
Yonca Tokbaş - KelebekYazarın Tüm Yazıları

Hıncal Uluç haklıymış

Valla haklıymış. Avatar ile ilgili eleştirisini okuyunca durdum.

Haberin Devamı

Çünkü bugüne kadar ne zaman yazdığı bir film eleştirisine “Yok canım ne alakası var!” dediysem, aradan biraz zaman geçince bir baktım ki aynı noktaya gelmişim. Artık temkinliyim o yüzden.

Neyse... Gerçekten çok alem bir adam olan Fransız patronum sabah sabah cinnet geçirmiş bir şekilde odama daldı ve “Avatar’ı gördün mü?” dedi. Hali hiç de iyi görünmediğinden “Evet” dememin nelere mal olacağını hesaplamaya çalışıp “Hayır” dememin işimi kaybetmemek açısından daha hayırlı olacağını düşünüp, yalan söylemeyi de kendime yediremediğimi hissettiğim sırada aradan 10 dakika filan geçmiş olmalı ki, beni hayatında bu kadar uzun süreli sessiz görmeyen adamcağız, filmi görmediğime kendi kendine karar verip resmen sevinçten oynamaya başladı. (Pes amma soluksuz bir cümle!)

Sonra da nefes almadan “Sakın gitme, asla görme, bu filme tek kuruş para verme. Öyle çok para harcadılar ki milleti de iyi olduğuna inandırıp parasını bizden çıkarmak zorundalar, hepimizi kazıklıyorlar, çocuklarının görmesini de yasakla. Tanıdıklarına söyle sakın boşuna gitmesinler. Biri bu adama dur demeli. Buna götürüp vereceğin parayla çocuklarına hediye al...” vesaire diye baktım psikopata bağladı gidiyor, araya gireyim diye düşündüm.

Hani acaba Fransızlara küfür filan mı var da ben kaçırdım diye sormayı istedim. Ama o, nefessiz devam etmekte kararlı, “Bu Cameron sürekli bizi enayi yerine koyuyor, sürekli eski filmleri alıp uyarlayıp pazarlayıp kafamıza kakıyor. Dayanamıyorum. Sürekli keklenmeye tahammül edemiyorum!” diye sayıklamaya devam etti. Hani gören gerçekten Cameron parayı bizimkinin cebinden harcıyor zanneder, o kadar sinirli...

Sonra aynı hışımla “Film 1985 yapımı John Boorman in ‘The Emerald Forest’ının tıpatıp kopyası!” dedi ve odamdan geldiği gibi hışımla çıktı.
Aynı benim gibi bir Aslan burcu olmasının üzerine bir de Fransız olan patronumun kendinden geçtiği ve benim de hayatımda ilk defa ağzımı hiç açamadığım o inanılmaz 15 dakika süresince, “Ben bu cümleleri bir yerden hatırlıyorum!” diye düşündüm ve Hıncal Uluç’a bir kere daha şapka çıkarttım. Off amma nefessiz anlattım. Tıkandım yine.

Yonca
“palavratar”

Haberin Devamı

İtiraf

Haberin Devamı

Benim sağım solum pek belli olmuyor. Meleklikten şeytanlığa, sakinlikten cinnete bir saniyede geçebiliyorum. Hiç ortam yok. Sevinçlerim ve üzüntülerim de aynı şekilde. Ya inanılmaz mutluyum ya da inanılmaz mutsuz... “Sezen Aksu Sendromu” diyorum bu halime. “Oynama şıkıdım şıkıdım” diye göbek atarken, “Beni yak kendini yak!” moduna nasıl bu kadar hızlı geçiyorum hiç bilmiyorum, anlamıyorum da.

Bir şeye sinirlenince de kendimi kaybediyorum ve elimin, dilimin ayarı kaçabiliyor. Oysa hiç sevmiyorum bu dengesiz hali. Mesela yazı yazarken de, bir konudaki karşıt görüşümü ve eleştirimi çok daha sakin bir dille, “cazgır ve cadaloz kadın” tonundan uzak, tatlı tatlı anlatabildiğim yazılarımı ve halimi daha çok seviyorum. Kendimi bu yönde geliştirmek istiyorum.

Diyeceğim o ki, depresif ve tatsız 2009’dan içimde kalan iki ukde var. Birincisi THY ile ilgili zıvanadan çıkıp yazdığım yazıdır, ki maalesef haklıydım; ama eleştirimi anlatmamın yolu o şekilde olmayabilirdi. Haklılığım o cazgır halimde arada kaynadı gitti.

Canım yanmıştı, kırdım döktüm, saydım sövdüm. Sonra yazıyı gazetede okuduğum an, keşke daha sakince yazsaydım dedim. Bence çirkin kaçtı. Bir kere
eleştirim o tonda yazınca yapıcı değil, yıkıcı durdu. Her şey bir kenara, ben kendim rahatsız oldum.

İkincisi de Ahmet Hakan’ın “Danimarka Sperm’i” yazısına gösterdiğim tepki yazısıyla ilgili. O yazıdaki ses tonumu da hiç sevmedim. Konu hakkındaki düşüncelerim baki. Ama diyorum ya, kendimi ifade ediş biçimim olmadı. Yazarken insan matah bir yazı olduğunu sanıyor, ama sayfada görünce başka duruyor. Hani akşamdan hazırladığınız kıyafetin ertesi sabah üzerinizde berbat durması gibi. Beğenmedim yazımın sesleniş şeklini.
Yaptığım ve içime sinmeyen şeyleri unutup yok ve hiç olmamış saymak ve unutturmak yerine açıkça söylemem lazım dedim ve uyguladım. Bu konuda kendimi eğitmem lazım diye düşünüyorum.

İnsan eğer bir konuda kendi yaptığı şeyden rahatsızsa, illa başkasının söylemesini beklemeden de kendini eleştirebilmeli galiba. THY’den de, Ahmet Hakan’dan da özür diliyorum. Ve inanın, çok rahatladım şu anda...

Yonca
“huzurlu”

Haberin Devamı

Yere yere bitiremedik

ıclal Aydın’ın 7 Ocak 2010 tarihli “Övgü, yergi, eleştiri” adlı birbirimizi karalama zevkimizi yeren yazısına bayıldım. Gözünüzden kaçtıysa lütfen geri dönüp okuyun. Çok kaba ve meraklısı olduğumuz bir konuyu, çok zarifçe anlatmış.

Demek istediğim tam da bu işte! Biz neden bu kadar “açık yakalama polisi” ruhlu bir toplumuz ki? Keşke bir o kadar “takdir takipçisi” de olabilsek. Başaracağız ama bir gün, eminim. Yapabiliriz biz de.

Yonca
“keşkeleme” 

Yazarın Tüm Yazıları