O kadar özlemişim ki babamı, aklıma düştü, gözlerimden yaşlar boşaldı.
Hep böyle oluyor zaten. Birden yokluğu başıma “güm!” diye vuruyor. Canım acıyor. Durup dururken, nedensizce. Babamın yokluğu bazen öyle bir koyuyor ki; burnumun ucu tüm içimde kalmışlıklarım ve özlemimle sızlayarak kızarıveriyor.
Çocukluğuma geri gittim de dün gece...
Babamı düşünürken, sanki başım sevgi dolu ellerinin arasındaydı. şanslıyım ben; çocukluğumdan bana bir sürü tatlı anı yadigar kaldı. Ben doya doya çocuk oldum; olamayanlar sanırım sevgi öksüzü kaldı.
Dipa herkesin benzer olduğu yerde, en farklı olandı.
Kızımın sıra arkadaşıydı Dipa. En sevdiği arkadaşıydı tam 3 uzun yıl boyunca.
Dipa taşındı, gitti çok uzaklara. Kızımı da, yeri zor doldurulacak dostluğundan esintili göz yaşlarıyla geride bıraktı. Kızım Dipa' dan, Dipa' da kızımdan ayrılırken çok ağladı. Sözler verdiler birbirlerine; yazın önce o gelip bizde kalacak, sonra da kızım onlara gidecek. Asla unutmayacaklar birbirlerini, mektuplaşacaklar. Hiç kopmayacaklar. Biz de, anne babalar olarak onlara yardımcı olmaya söz verdik. Çocuklarımızı mutlaka buluşturacağız dedik. Elimizden geleni yapıyoruz da. Onlar mektuplar, kartpostallar yazıyorlar, biz postalıyoruz onlar adına. Buraya geldiklerinde buluşturuyoruz iki elimiz kanda da olsa. Her seferinde de çok duygulanıyoruz bu duruma. Hele üzerinde “Dipa’dan...” yazan kartpostal geldiğinde, içim nasıl hoş oluyor anlatamam size.
Neden sonra birden aklıma geldi; sordum kızıma: “Dipa nereliydi biliyor musun?” diye sırf merakımdan. Kızım gözlerinde kocaman bir “Ne alaka Anne?” bakışıyla “Ne bileyim arkadaşım işte!” dedi bana.
Ben istediğim cevabı aldım. Başka soru sormadım kızıma. Bir daha asla sormam da!
Ya da mesela tulum peyniri olsa da yesem diye sayıkladınız mı? Kocaman ve Türkçe harflerle “Düğün Çorbası” yazılı bir menü görünce ağlamak istediniz mi? Peki Kurufasulye, Avcı böreği, Küşleme, Çıtır kebap, Ali Nazik yazılı bir menü elin çöl kumlu gurbetinde karşınıza çıkınca; “Serap görüyorum galiba!” diyerek kendi kendinizi çimdiklediniz mi?
İnsan sevdiği şeylere hiç hasret kalmadıysa, hasret nedir bilmiyor. Hep elinin altında olan şeyleri de ne kadar sevdiğinin farkında olmuyor. Gelene ay çekirdeği siparişi vermek, dört gözle simit yolu gözlemek, bavulu çarliston biberle doldurmak gibi hareketler de bu gurbet sendromunu bilmeyenlere “görgüsüzce” filan geliyor. Oysa gayet insanca!
İşte bu duygularla okursanız; “TİKE Dubai’ye Grand Hyatt Oteli’ne bir haftalığına konuk geliyor!” dediklerinde nasıl aklımız başımızdan gitti, gayet güzel anlarsınız. Dubai’de yaşayan Türkler’de dahil olmak üzere, bir dolu diğer milletden insan; yemeklerin, kebapların lezzetine dayanamayıp parmaklarımızı da yedik geçtiğimiz hafta. Körfez ülkelerinde kebap deyince akıllara Lübnan kebapları gelir ve inanın bana asla bizimkilerle aynı kebap filan değildir. Tarçın ve bir dolu başka baharat tadı vardır o kebaplarda. Bir de olur olmaz tahin ve kremamsılaştırılmış sarımsak sosu eklerler, bir türlü uymaz bana. Tike üşenmemiş aşçısıyla şefiyle, yanında tulum peynirleriyle gelmiş Türkiye’den buraya. Yani bizdeki Tike neyse, Dubai’de de aynısı olmuş. Kendini başka kalıplara sokup karakterini bozmamış. Gavurdağı salatasını kovayla yesem doymazdım mesela. Zaten doyamadım. Hala tadı damağımda!
Ben daha yeni anlıyorum neden Tike her gittiği yerde bu kadar seviliyor. Çünkü Tike ekibi işinin başında ve resmen ev sahipliği yapıyor. En güzeli de bulundukları oteli de kendilerine benzetmişler. Çok da iyi olmuş. Yoksa Dubai’de her şey 5 yıldızlı görünse de servise tek yıldız vermek bile çok bence; çünkü bizim için havada karada halledilen her şey imkansızdır Dubai usulü servis anlayışında. Yarım porsiyon nedir bilmezler, istersiniz imkansız derler, masalar boş durur rezervasyon isterler, tabak dersiniz tuz getirirler, ben daha soda limonu bir kere şekersiz içemedim yahu!
Oysa Tike’de rakımızı içeceğimiz bardaklar rakı bardağı gibi olmayınca üzülen bizler için seferberlik ilan edip oteli talan ederek çay bardağı bulmaya bile üşenmediler. Yemek bitince bir de çay ikram etmediler mi hele daha biz demeden, inanın Türkiye’ de sandım kendimi, masaya yapıştım kalkıp gidesim gelmedi.
Antalya’da 10km’ yi ADIM ADIM Oluşumu ile birlikte destekledikleri 3 STK’dan TEGV’de karar kılıp onlara yardım amaçlı koşmuştum ya hani, işte o koşumuzun sonuçları geldi. Şirkette tuvalete kapanıp azıcık ağladım. Yani yine ağladım. İçinden “koşmak” fiili geçen bir cümle duyunca, düğmeye basılmış gibi ağlamaya başlıyorum garip bir şekilde. Başım göğe erdi çünkü evet. Maneviyatım tavan yaptı evet. Kendimle gurur da duyuyorum evet. Böyle duygular sizin de başınıza gelsin diye dualar ediyorum evet.
Ayrıca KELEBEK, Hürriyet.com.tr ve ELELE’ ye de teşekkür ediyorum. Bana bu imkanı verenlerime de. Köşelerim sayesinde bir işe yarıyorum. Boşa yazmıyorum, boşa koşmuyorum. Çok şükür. Bu arada cebbar iş kadınlığından alışkanlık, bir işi bitirince sonuç bildirmem lazım geldiğinden raporumu veriyorum şu anda. TEGV için yapılan bağışlar 97,193 TL 'ye ulaştı. Yani TEGV’ nin Mardin Midyat biriminden 1700’e yakın öğrenci yaklaşık 2 yıl boyunca faydalanabilecek düşünebiliyor musunuz! Ben havalara uçmayayım da kim uçsun, kimmm?Adım Adım koşucularından bazıları da TOFD için koşmuştu. Omur İliği Felçlisi olup maddi olanaksızlıklar yüzünden tekerlekli sandalye alamayan ve bu yüzden eve hapis yaşayan tam 54 kişi için de akülü sandalye alınabilecek kadar para toplandı. Bu arada bilgi için söylüyorum, bir akülü sandalye 2300TL. TOG için koşan arkadaşlarımız sayesinde de 5 öğrenci üniversite de okumaya devam edebilecek. Rekor üstüne rekor kırmışız yani! Bir sürü insanın hayatına değmiş, ve bu hayatları bir nebze olsun iyi yönde etkileyebilmişiz yani.
Yani... Ben size: “Boş boş koşmuyorum, bir amaç için koşuyorum! Hem spor yapıyorum, hem geziyorum, hem de birilerine bir fayda sağlıyorum.” diye boşuna demedimdi.
Sözümü tuttum.
Dediğimi yaptım.
Bu yazı da “Bilgi ve gelecekte ilgilerinize...” demek içindi. Yonca
Her hafta manikür yaptırmak zorundaymışım gibi yaptırıyordum bir ara. Fenalık geldi hem bana, hem de tırnaklarıma. İşe bakımlı gitmek zorunda olduğum için, bir de bakımlı tırnakları çok sevdiğim için manikür pedikür müptelasıydım galiba. Hintli bir manikürcü arkadaşım var. Kadın acayip bir kadın. Bilmediği şey yoktur, sen sor o söylesin, adı Amy. O bana çok önceden demişti; ama ben dinlememiştim. Hata ettim. Yine haklı çıktı çünkü.
Amy tırnak etlerinin çok kesilmesinin tırnakları hem manikür bağımlısı, hem de daha çok kesilmelik et manyağı yaptığını; yaşlandıkça da tırnak etlerinin giderek çekileceğini ve görüntünün hem olduğundan daha çirkin ve yaşlı, hem de bazı ciltlerde ızdırap verici olabileceğini söylemişti. “Yonca sakın etlerini kestirtme, tahta bir çubukla ittirt..” diye diye kadının dilinde tüy bittiydi de ben takmadıydım.
Zaten ben taksam kaç yazar?
Manikürcü beni takmıyor ki, ha babam kasap misali kesiyor.
Bu nasıl bir ruh hali anlamıyorum. İnsan bu kadar mı laylaylom yapmak ister, istiyorum. Ama ayıp olacak diye rahat rahat geyiksever bile olamıyor insanoğlu şu dünyada. Üzerimizde ciddiyet baskısı var her daim. Oysa ne var ki? Ayın 1 haftası geyiksever, 1 haftası ciddiyetsever, 1 haftası kıyakgeçer, 1 haftası hareketçeker olsak hayatımız kesin daha az depresif geçer. Geyik yaparken öyle mutluyum ki!
Hayır hayır, bahar havası filan da çarpmadı beni. Çarpılmak istediğimde bahar havasına bile gerek olmuyor zaten. Kafadan çarpık kalkıyorum o zamanlarda. Ve çok şükür, sanırım yaklaşık 4 aydır filan depreseyona da girmedim. Giremedim. Çünkü kendimi düzenli spora verdim. Bomba gibiyim, bomba. İki elim kanda olsa da pilatesimi ve koşmamı aksatmıyorum. Artık haftada 10,5km koşuyorum. Hem de rahat rahat. Lal la la laa laaa! İşte tam da bu kadar iyiyken, geçirdiğim en depresif zamanlar hakkında da kafa patlatıp kendimle gayet sıkı hesaplaştım. Yok öyle bundan sonra kolay pes etmek. Edersem de bu yazıyı çarpın suratıma. Depresyona dair kardeşimin hayatımın en berbat dönemlerinden birini geçirirken bana söylediğinde çok acımasız olduğunu düşündüğüm şeyin, aslında gayet doğru olduğunu da yeni farkettim.
Öyle berbat haldeydim ki bu kış bir ara, kendimde değildim. Hayatımda kendimden hiç bu kadar korktuğum da olmamıştı. Hani ben çok neşeli, eğlenmeyi seven ve bu anasını sattığımın hayatını deli dolu yaşamaya aşık bir tipim ama, oluyor demek ki, feci tepetaklak oluvermiştim. Bu ilk de değildi, son da değildi belki, ama çok kötü bir dönemdi. Geçtiii, gitti. Üzerine koca bardak bir su içildi. İşte tam da o kötü zamanımda, annem de üzük üzük üzülürken, kardeşim dikilip karşıma: “Abla depresyona girmek moda, sen de bu modayı sevdin. Hem bu negatif ilgi de hoşuna gitmeye başladı gibi geliyor bana. Çünkü böylece her türlü saçmalama hakkını kullanıyorsun, biz de sana sürekli senin iyi yönlerini hatırlatıp övüyoruz ki, iyi ol. Sen de iyice şımardın tabi. Depresif olacak hiç bir derdin yok. Çok sıkıcı oldun, kendine acilen gelirsen iyi edersin.” deyivermişti bana. Dan dun dan dun güm pat öylesine indiydi bu sözler kafama. Burnumdan soludum. Acayip bozuldum. Hatta alındım, yani alınmak istedim kardeşime. İşime gelen buydu tabi ki ve kahretsin çok haklıydı Fuat aslında. İnsan bazen depresif olmayı tercih ediyor ve kafa o moda girdi mi, inanın bana depresif olmak için bin tane geçer neden bulması da hiç zor olmuyor. Neyse bu konuyu değil, nasıl da geyiksever modunda olduğumu anlatacaktım size, yine kelalakaya bağladım. E çünkü aklım havalardayım.
Bir yazasım var, bir de gezesim. Bir de sınırsızca spor yapasım, deli deli kahkahalar atasım. Seyrettiğim sevdiğim tüm filmleri en başa sarasım. Uçuşan eteklerle bir kafede oturasım. Güneşten gözlerimi kırpasım...Bir acı kahve içip dedikodu fokurdatasım.
Kaytarasım var demiştim size...
Dünyanın en labirent gibi şehrinde de olayı haritayla çözer ve bulunduğumuz noktada kuzey doğuda filan olduğumuzu söyler. Bense haritaya bakarak nerede olduğumu anlamaya çalışmaktansa, kaybola kaybola belamı bulmayı tercih ederim. Nitekim sora sora Bağdat’ı değil, zıkkımın kökünü de bulabilirim ama olsun. Harita özürlü bir kadınım ve mutluyum. Çok az İngilizce bilen, bilse de bol sessiz harfli “vrrrşzzz” şeklinde İngilizce konuşan Çeklere ne zaman yol sorsam, önüme harita koyup yol göstermeye kalkınca öldüm gülmekten. Hele bir ara bir Çek Amcayla o kadar anlaşamadım ki kendimi komik komik; “Me no love map! Me love lost!” diye saçmalarken yakaladım. “Yonca kaç-harita kovala” oynadım. Cuma günü bu sefer kafamda siyah melon şapkamla dolaşırken kaybolunca, abidik gubidik hareketlerle varmam gereken yeri anlattığımı, adamın da bana tarif ettiği yeri anladığımı sandım. Tabi ki anlamamışım. Dediği yöne, ya da demediği yöne giderken Seks Aletleri Müzesi’ne rastladım. Daha önce hiç böyle bir “müze” gezmediğim için de hınzır hınzır sırıtarak içeri daldım. İçerisinin silme kadın dolu olduğunu görünce de, kahkahayı bastım.
Yonca
“yönübozuk”
Porno porno olalı böyle komik olmadı
Seks Aletleri Müzesi çok ilginçti. Bugüne kadar bir yeri gezerken hiç bu kadar çok gülmedim, hiç! Gözlerimden yaşlar geldi. Yazarken yine gülesim geliyor. İnsanoğlunun zevk almak için icad ettiği o karmaşık aletleri görünce, uzay mekiğinin icadı filan bana gayet banal geldi. Kırmızı bir perdenin arkasından, avaz avaz kahkaha atan insan sesleri geliyordu, dayanamadım kafamı içeri uzattım. Dev bir ekranda Lorel Hardy zamanından kalma bir porno filmi oynuyordu ve salonda bulunan çoğunluğu kadın tüm seyirciler resmen kendini gülmekten kaybetmiş, yerlerinde zıplayarak kahkahalar atıyordu. “Benim neyim eksik ben de gülmek istiyorum!” dedim, geçtim yanlarına oturdum. Dakika bir gol bir arkadaşlar, gördüklerim karşısında ben de kahkahalarla yeri göğü inletmeye başladım. Hayatımda hiç bu kadar acayip bir şey seyretmedim. Şey diyorum; çünkü tarif edemiyorum. İnanılmaz iri, hani böyle Renoir tablolarındaki gibi kadınlar ama çirkincelerini düşünün; yanlarında da cılızlıktan o kadınların elinde kalacak diye beklediğim bir takım adamlar, kendilerini bayağı ciddi kaptırmışlar porno film yapmaktalar. O kadınların göz süzmeleri, kirpik titretmeleri ve asla gözgöze gelmeden, sivrisinekimsi erkeklerle çatır çatır sevişmeleri salondaki herkesi katıla katıla güldürerek mahvetti. Hayatımda seyrettiğim hiçbir şey beni bu kadar güldürüp bu kadar da düşündürtmedi. Müzenin içinde sonradan gezip gördüğüm aletler, inanın beni o film kadar da etkilemedi.
Yonca
YONCA TOKBAŞ PRAG SOKAKLARINDA
Tam tamına 21 yıldır gelmeyi hayal ettiğim Prag’dayım ve resmen karantinadayım, bu ne biçim şey ya! Nasıl da sıkıcı bir toplantı. Hava mükemmel ve biz koca koca insanlar, tıkıştırıldığımız salonda “çalışıyor” gibi yapıp sanki birbirimizi de çok severmişiz gibi davranıp karşılıklı saygıdan kırılıyoruz. Oysa kafa atasımız var birbirimize. Arada da işi önemsediğimizi birbirimize kanıtlamaya çabalıyoruz. Oysa hepsi ve her şey palavra!
Kimsenin çalışası yok kardeşim, gözlerden belli. Herkesin tipi kaymış, dalmış hayal alemine. Koca gün sabah kahvaltısı, öğle yemeği de dahil olmak üzere birbirimize katlanmak zorunda değilmişiz gibi, bir de akşam yemeğine de grup halinde gitmek zorunda bırakılmıyor muyuz, çıldırıyorum. Yahu bari bırakın akşamları özgür olalım!
Hep diyorum bu takım toplantısı filan olmuyor, takım katliamı oluyor diye ama beni dinleyen kim? Kimse! Boşa cinnet geçirme kızım Yonca dedim ben de kendi kendime... Buldum bir ara, ektim herkesi, çıktım Prag sokaklarını keşfe... Hem de ne biçim, okuyun hele!