Sol omuzumda dövmesi var. Kızımın adı çıkıyor dibinden. Aynı omuzumun arka kısmında da eşimin ve oğlumun isimlerinin baş harfleri yazılı. ıkisinin de baş harfleri aynı ve o 3 afacan harf yan yana gelince benim için çok anlamlı oluyor. Hatta bana yapmam gereken bir şeyi hatırlatıyor.
Dövmelerimi yaptırırken “Kızlar öne, erkekler arkaya!” demiştim. Bir de sol omuzuma yaptırmıştım onları; içimdeki kötüye iyilik katıyorlar, kötü yönlerimi törpüleyip beni iyi bir insan haline getiriyorlar, beni en zor anımda hayata bağlıyorlar diye. Çünkü öyle! Kızım, oğlum ve eşim beni adam ediyorlar yavaş yavaş ve sakince.
Dövme sanırım böyle garip bir felsefe barındırıyor kendi içinde. Ya da sen felsefesini yaparak kendine hava katmak istiyorsun, bilmiyorum.
Kendince bin bir çeşit neden, açıklama, hikaye yazıyorsun neden dövme yaptırdığına, neden oraya değil de buraya yaptırdığına, neden o cismi, resmi veya harfleri kazıttığına dair. Garip bir onur-gurur meselesi haline getirip pek bir beğeniyorsun dövmenin olduğu yeri, dövmeni, fikrini ve kendini.
Para kısıtlı olduğundan, ben yere yatak atmış, Beşiktaş pazarına yakın sokaklardan birinde bulduğum, kıymet bilmez birinin sokağa bıraktığı güzelim antika ahşap dolabı da yüklenip elbise dolabı yapmıştım.
Dolabın bir tarafı kristal aynaydı ve çok güzeldi. Taşınmalar sırasında parçalandı gitti. Aklıma geldikçe hâlâ üzülürüm.
Neyse...
Bizim apartmanda hep aileler oturuyor diye ailelerimiz pek sevinmişti. Hani iki genç öğrenciyiz, başımız sıkışsa ana-baba olan komşularımız imdadımıza nasıl olsa yetişirdi.
O sene üniversite benim için çok zor başlamıştı. Çalışmak durumundaydım. Babam küt diye gitmişti. Annem tek maaşla iki çocuk okutuyordu. Kendimi anneme karşı, kardeşime karşı, yedi sülaleme karşı sürekli para akıtılan insan abidesi gibi görüp berbat hissediyordum. ıstanbul’a gelmiş olmaktan, Boğaziçi’nde okuyor olmaktan bile utanıyordum. Çalmadığım kapı kalmadı okulla beraber yürütebileceğim part-time iş bulmak için...
En sonunda Kanal 6’dan (rahmetli) Turan Yavuz beni, Türkiye’nin ilk canlı gece haber programı olan Haberaktif’in yapımında çalışmam için stajyer olarak aldı.
Müthiş bir adamdı Turan Yavuz. Kanal 6 stajyer maaşlarını bir türlü zamanında ödeyemezdi. Turan Bey de halimi bildiğinden, ben ona geri ödeyene kadar, kendi maaşından benim maaşımı da öderdi. Az da olsa, o harçlık bana hem psikolojik, hem de maddi olarak iyi geliyordu. Bir de iş tecrübesi ediniyorum diye sevinip babamın kaybından beri girdiğim depresyondan da uzaklaşıyordum.
Aşık olmuşsun ya, en baba ortak nokta budur. Diğerleri sanki hep ezbere söylenen şeyler gibi geliyor bana. ılişkileri tüketiyoruz durduk yerde.
Bir sürü fikirde çatışıyor olabilirsiniz, hatta ortak hobiniz de olmayabilir. Nedir bu “ortak bir hobiniz olsun!” baskısı hiç anlamıyorum zaten. Abi yok ortak hobim mobim... Hobiyi ortak yapacağız diye adamla boğaz boğaza mı geleyim!
Zaten her daim vıcık vıcık dip dipe, onu da beraber yapalım, bunu da beraber yapalımcı bir insan değilim, olamam, sıkılırım. E karşı taraf nasıl sıkılmasın bu durumdan sizce?
Bazı insanlar yemeğini, tatlısını paylaşır, ben yeşil eriğimi bile paylaşmak istemiyorum. Kitaplarımı da veremem. Çocuğuma bile kıyıp da veremedim kitabımı, benden sonra hepsi onların nasıl olsa... Herkes sırasını beklesin, değil mi ama?
Ve eğer bu yanlış duymuş olduğumu düşünmek istediğim şey doğruysa da neden kimse yeterince yaygara koparmadı anlamıyorum! Efes Pilsen Spor Klübü kapanıyor mu? Böylesi bir saçmalık da başımıza geliyor olabilir mi? Hem de bu, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu’nun yeni yönetmelik taslağı yüzünden olabilir mi gerçekten? Yani biz böylesi saçma şeylere kadar düştük mü hakikaten? Bu çok “anlamlı” yönetmeliğe göre: “Çocukları ve gençleri hedef alan, veya bu kişilerin ilgi alanına giren etkinlikler ile bu nevi etkinliklerin tanıtımında ve etkinliğin gerçekleştirileceği mekanlarda, alkollü içki markaları veya alkollü içki markalarını çağrıştıracak nitelikteki unsurlar kullanılamaz” deniyor. Yani ne demek oluyor bu? Efes Pilsen bir “bira” markası olduğu için basket takımı olamaz öyle mi? Hadi takımını geçtim herhangi bir kültürel/sportif hiçbir olayda adları geçemez öyle mi? Ya siz kafayı mı yediniz? Pardon, biz kafayı mı yedik? Bunca senedir Efes Pilsen’in basket maçlarını seyrederken aklıma bir kere bile bira gelmemişti, aha şimdi geldi işte! Yahu ne alakası var? Siz mesela Efes Pilsen’in 1992’den beri Türkiye’nin dört bir yanındaki tiyatrolara aralıksız sponsor olduğunu biliyor musunuz? E ne olacak şimdi? Efes Pilsen Spor Klübü bugün gurur duyduğumuz bir dolu sporcuyu yetiştirdi. Hidayet nereden yetişti çıktı yahu? Takım sporlarındaki ilk Avrupa Şampiyonluğumuzu Efes Pilsen kazandırmadı mı bize? Bu nasıl bir zihniyettir? Hangi akla hizmet eder? Ne işe yarar? Yani spor klübü ortadan kalkınca insanlar daha mı az bira göbeği yapar? Pes! Eğer ki bu saçma sapan yönetmelik bozuntusu yüzünden koskoca 35 yıllık Efes Pilsen Spor Klübü kapanırsa, var ya esas o zaman yer yerinden oynar. Oynamazsa da harbi yazıklar olsun. Ona siyah kurdele tak, buna siyah kurdele tak derken, maşallah böyle giderse siyah kurdelenin kaplamadığı açıkta bir yerimiz kalmayacak!
Yonca
“biracı”
Sevdiklerinden uzak olmak
İnsanın sevdiklerinden uzak kalması sanırım onu gönül yorgunu yapıyor. Şikayet etmiyorum; ama elimde olmadan, insani, çocukca duygularla bazen isyan ediveriyorum.
Yıllardır sevdiklerimden uzak yaşıyorum. Elimde hep bir bavul, çeke çeke, sevdiklerime gitmek için; uçak, tren, otobüs ne varsa devamlı kovalıyorum. Üniversitem topu topu otobüsle 5 saatlik mesafedeydi, sözde ha desem ulaşabilirdim baba evime; ama en gereken zamanda ulaşamadım. Babacığıma yetişemedim. Geç kaldım!
Şimdi de son 10 yıldır, her sevinçli gün için çok önceden plan yapmak gerekiyor. Acı bir haber geldiğinde ise, hep çok geç oluyor. Saatler geçmek biliyor. Bugüne ne yazayım diye çok düşündüm. Zulada bir sürü yazım, aklımda da milyonlarca cümle var; ama hissettiklerimi anlatan tek bir kelime yok. Ondan bunları yazmaya başladım; müsfettesiz bir içdökümü; hatasıyla doğrusuyla, günahı ve sevabıyla. İnsanın sevdiği birine bir şey olduğu zaman gönlü kısa devre yapıyor. Bir sürü güzel söz var söylenen: “Başın sağolsun, Allah çektirmesin, Allah sıralı ölüm versin, Allah rahmet eylesin, huzura kavuştu vs...”. Cuma’dan beri hepsini sıraladım önüme. Hiçbiri teselli olmadı hislerime. Bir şeyleri anlamak için yaşamak mı gerekiyor illa, bilmiyorum. Ben 93 yaşındaki Annanemi kaybettiğim zaman bile çok isyan ettimdi. “93 yaşındaydı” dediler, “Uzun ve güzel bir ömrü oldu, çok şükür” dediler, beni yine de teselli edemediler. Yaşamak söz konusu olunca 93 ya da 193 yılmış, yetmiyor bana, az geliyor her zaman. Genç kayıplara nasıl dayanayım! Şu hayatı yaşamayı çok fazla sevmek gibi bir sorunum var, çözemediğim. Aldığım her nefesin serinliğini, akıttığım her göz yaşının tuzunu çok seviyorum. Hayatı sayısı olmayan bir yıla kadar, güle ağlaya, doya doya, uzun uzun tüm sevdiklerimizle sağlıklı bir şekilde beraber yaşayalım istiyorum. Aramızdan çok zamansız ayrılan her can için, kahroluyorum. Kendime gelemiyorum.
Annemin!
Kesin benim kızım da düşecek. Pınar Büyükgüral çok güzel çizdi bizi; annem, ben ve kızım aşağıdaki gibi olacağız gibi...
Annemin muhteşem bir hayat görüşü vardır. Renkli ve neşeli. Bir de olumlu ve garip bir şekilde her daim mantıklı. Mantıkla elle tutulamayacak şeyleri dokunmatikleştirir benim Annem. Kardeşimle bazen utanmadan bizi başından savdığını sandığımız ve sinir olduğumuz bir hayat görüşü ve yüreklendiriş biçimi vardır Annemin. Oysa benim Annem hayatta hiçbir şeyi baştan savmaz! Savmadı. Annem inanır. İnatla her şeyin iyi olacağına inanır. İnandırır da. Bir de geleceğe ve garip ama gerçek mucizelere inanır Annem. Annem: “Mucize olacak!” der ve diye diye de getirir mucizeleri hayatımıza. Annemden öğrendik biz güçlü olmayı, hayata inanıp dik durmayı ve savaşmayı. Yılmamayı. Durmamayı. Babamı kaybettiğimiz gün dimdik durdu, dikildi karşımıza buğulu gözleriyle: “Çocuklar, herkesin sorumlulukları arttı. Ben işimden, siz de okullarınızdan mesulsünüz. Durmak ve vakit kaybetmek yok!” dedi. O yüzden biz uğraşırız hayatla. Küsmeyiz ona. Kavga ederiz kıyasıya. Vakit kaybetmeyiz, yürümek yerine koşarız her fırsatta. Hayat meydanını boş bırakmayız sorunlara. Annem bize güvenerek bize güveni öğretti mesela. Kendisi yürekli olduğu gibi bizi de yüreklendirerek cesareti öğretti bize. Annemin: “Dur çocuuum! Sakin ol. Hele bir yarın olsun, elbet vardır bir hayır.” cümlesi insanı inanılmaz rahatlatır. Çok inandırıcıdır. Bazen de sinir eder! Sinir eder; çünkü hakikaten ertesi gün olur ve her şey geçer gider. “Hayatın sonu geldi!” dediğin gün, sorunları tepetaklak edecek bir güç bulursun kendinde uğraşırsın, savaşırsın olur biter. Ben mesela, eskiden bu duruma gıcık olurdum. “Dum” dedim bakın. Çünkü artık gıcık olmuyorum. Dedim ya, ben de armut oldum. O ne yapardıysa, ne derdiyse artık ben de aynısını yapıyorum. Mutluyum. Ben, büyük büyük Yonca olunca nasıl bir tip olacağım, şimdiden görebiliyorum. Annem meğer ermişmiş, ben daha yeni anlıyorum. Annemin sihirli cümlelerini ben de doladım dilime, herkese dağıtıyorum. Arkadaşım ağlıyor mu? “Ağlama. Hele o gün gelsin, hallederiz!” diyorum. Kızım okuldan mı bunalıyor? “Güzel kızım sen çalış. Olsa da oluuur olmasa da olur, elinden geleni yap. Önemli olan budur!” diyorum. Velhasıl diyeceğim şu... Hayatta ne gördüysen o oluyorsun. Muş. Uzağa değil hakikaten dibine düşüyorsun. Muş. Anne olunca, zamanla Annenin kopyası oluyorsun. Muş. Anneni, Anne olunca anlıyorsun. Muş. Büyüdükçe, seni bugünlere getiren, hala seni sabırla dinleyen, pes etmek nedir bilmeyen, sabır küpü Annene daha da büyük saygı duyuyorsun. Muş!
Madem öyle sen de durmuyorsun. Lütfen, bir yolunu bulup Annene -yanında olsa da olmasa da- sesli veya sessiz, kısa ve öz; ama onu anlamışlığınla dolu bir teşekkür duası ediyorsun. Varsa imkan, o güzel elleri öpüp başına koyuyorsun. Gözlerinin içine bakarak: “Annecim, iyi ki varsın!” diyorsun. Unutma, sen de armutsun, ben de. Olgunlaşıp ağırlaştıkça, mutlaka, uzağa değil ta dibine düşeceğiz Annemizin, vakti gelince...
Yonca
Her şeyin yepyeni ve gıcır gıcır olduğu, tarihin olmadığı; geçmişe, kültüre, eskiye, nostaljiye, ne bileyim yaşanmış anılara dair hiçbir izin olmadığı, her şeyin tıpkı fırtınada uçuşan çöl kumları gibi sürekli uçuşkan ve geçici durduğu bir ülkede yaşadınız mı?
Yüksek, çok modern ve tepeden tırnağa cam kaplı binaların arasında gerçekliğe dair minicik bir ipucu bulmayı hayal ettiniz mi? Sokak hayatının bile suni olarak yaratılmaya çalışıldığı bir yerde yaşadınız mı? Aradığınız “sıcak ortamın” güneş ısısından başka bir anlamı olduğunu iliklerinize kadar hissettiğinizde, bugünü doya doya yaşamanız gerektiğini düşünürken, sürekli yarını yaşamak adına şantiyeye dönmüş bir şehirde kendinize bir dün ve bugün yaratmaya çabaladınız mı?
Ben yaşıyorum ve yıllardır neyi özlüyorum biliyor musunuz? Naftalin kokan sokakları, evleri...o eski sokaklarda yürüyerek tanıdık birileriyle karşılaşmayı. Eski bir binanın önünden geçerken mesela; “Kim bilir burada kimler ne biçim hayatlar yaşadı?” diyerek hayal kurmayı. Tarihten alınmış derslerin abideleri olarak karşımda duran antika binaları, sokakları... Dokunsan yıkılacak gibi duran ve inadına her türlü depreme, yangına, savaşa meydan okuyup bize nanik yapan tarihi ahşap yapıları mesken edinmiş miskin sokak köpeklerini; müdavimi olduğum için kırk yıllık ahbapmışızcasına merhabalaştığım bakkalımı, gazetecimi, garsonumu, yıllardır gittiğim sinema salonumu özlüyorum. İsterseniz bir şehre kuş kondurun, tarihini göremiyorsanız, geleceğine de şüpheyle bakıyorsunuz.
Sonra “Emek Sinemasını” yıkacağızdiyorlar. Niye? Çünkü eski. Yerine yenisini yapacakmışız, mis gibi. Gıcır gıcır... İnanın istemiyorum ben suni ve içinden yaşanmışlık, bize ait tarih geçmemiş böylesi yeniliği. Bazı şeyler de kalıversin eski! Yenilik yapmak Emek Sinemasını yıkmak demek değil ki! Olamaz yani. Emek sineması gibi ruhu, eti kemiği duyguları olan bir yeri restore etmeyi anlarım da, yerle bir edip yerine Dubai usulu sunisini yapmayı asla anlayamam ki!
Bunun adı ne akıllı olmak ne de ileri görüşlü olmak. Bu bence sözde ilerici görünen gericilik işi.Avrupa’yı Avrupa yapan sahip çıkarak sergilediği gözü gibi bakarak yaşatmak için uğraştığı tarihi değil mi?
Çocukları uyandırmak için onlardan önce kalkmak lazım, bin tane şeyi hazır etmek, bir de onları böyle gudubet bir insan olarak değil tabii, tam tersine “Yaşasın sabah oldu!” şeklinde kaldırabilmek için sıkı rol kesmek lazım. Yonca “Artiz” yani. Oysa sabahları ben daha çok adam öldürmek istiyorum. Yonca “Katil” yani. Bir de bunlar yeterince sabahın körü kabusu değilmişcesine müthiş işkadını moduna da girmem lazım. Yonca “İğrenç” yani. ışte tüm bunlar yüzünden sabahları ben berbat bir kadınım. Yonca “Lanet” yani! Bakın takma adlarımın baş harflerine, anlayın beni, halim bir hayli “SAKİL” yani.
Ama işin iyi tarafı da var ve o da şu; (Yonca “iyimser” yani) işe gitmek zorundayım ya, giyinmek zorundayım, kendime çekidüzen vermek zorundayım, azıcık da olsa bir maskara bir ruj sürüp kendimi iyi hisseder gibi görmek zorundayım. Yonca “mecbur” yani. Mecburiyet bazen insana kendini gerçekten öyleymiş gibi de hissettiriyor. Çizdiğin ruh haline kendin de kanıp inanıyorsun. Yonca “kandırıkçı” yani. Sabah “katil” gibi evden çıkan ben, bakıyorum akşama olmuşum “unutkan” yani. İş beni kendime getiriyor bir bakıma. Düzene sokuyor. Yoksa Yonca çok “dağınık” yani. şikayet etsem de, işkadını anne olmak, bence iyi yani.
Yonca
“züğürt”... yani :)
Koyu rujun sihirli etkisi
Annem sabah hep erken kalkar. ışkadınıyken de bu böyleydi, şimdi de öyle. O bir erkenci. O bir bakımlı. O bir çalışkan. Ve hâlâ öyle! Bak bunu okuyan tükürsün bir yere ve kırk bir kere maşaallah desin, totosunu kaşısın, gözlerini şaşı yapsın, kafasına da tok tok vursun hele, acayip sinir yaparım yoksa ona göre!
23 NİSAN ÇOCUK BAYRAMI/DUBAİ FOTOGALERİ
70 farklı ülkeden 250 çocuk sahne arkasında, 70 ayrı milletten 900 kişilik seyirci de doldurmış salonu, iğne atsan yere düşmez, merakla bekliyorlar ne çıkacak diye karşılarına. Sultans of Dubai adında bir kadın grubu, koymuşlar kafaya, THY ve PINAR’ ın ana sponsorluğunda, Dubai’deki Türk Konsolosluğu’ nun tam desteği ve Türk-İş Konseyi’ nin de yardımıyla kasırga gibi esip organize etmişler “23 Nisan Çocuk Bayramı’ nı”. Yüzlerce insanı bir araya getirip demişler elde edilen gelir, olduğu gibi gidecek yardıma ihtiyacı olan çocuklara! Gösteri tam başlayacak, bir an “Garip bir sessizlik mi oldu ne?” derken millet içinden, mikrofonda Trabzon aksanıyla bir adam gümbür gümbür: “Trabzon’dan celduk horon tepmeye daaa!” diyor ve elinde davulu, yanında zurnacısıyla başlıyor ortamı inletmeye. Sahnenin diğer köşesinden, 11 küçücük kız çocuğu Fidan, Esma, Feyza, Tuğçe, Ezgi, Büşra, Pelin Su, Aslı, Işıl, Demet ve Hülya üzerlerinde tam 7 kiloluk gülle gibi rengarenk yöresel kıyafetleriyle ve de hani sanki kuş kadar hafiflermişcesine akıllara durgunluk verecek kadar güzellikte horon teperek giriyorlar sahneye! Çok isterdim Dubai’den naklen canlı yayın yapabilmeyi sizlere. Bakarsınız o da olur seneye!
Yonca
“muhabir”