Yonca Tokbaş - Kelebek

Berrak ve Şahan

19 Temmuz 2010
Ben bu olaya gülerek yaklaşamadım. Ne dalga geçilecek bir şey gördüm, ne de düşüncesizce müstahaksınız denecek bir hâl... Görüntüler beni her ikisi açısından da hem üzdü, hem çok endişelendirdi.
Şahan, kardeşimin ortaokuldan sınıf arkadaşı. Recep İvedikleri her türlü eleştirmeme rağmen, o tanıdığım küçük çocuğun bugün birçok kişi tarafından çok sevilen bir mizahçı olmasını güzel buluyorum.
Nitekim biz Şahan’ı Recep İvedik yüzünden, Cem Yılmaz’ı filmleri yüzünden, Yılmaz Erdoğan’ı başka bir şeyi, Ata Demirer’i de bilmem nesi yüzünden kötü bulabiliyoruz.
Oysa başkaları da sırf o yönleriyle onları çok seviyor. Çeşitlilik güzel.
Ama bir genç kadını veya erkeği kalkıp beraber olduğu insanın büründüğü rollerle eşanlamlı olarak anmak ve nitelendirmek çok saçma.
Entel olmak için onunla, dantel olmak için bununla demek bence hiç yakışık almadığı gibi; rolü o kişiyle özdeşleştirmek de biraz alakasız oluyor.
Bu durumda Kemal Sunal çok ciddi evde kalırdı, hiç olacak iş mi!
Hem sonra hayat bu kadar proje mi yahu?
Çok kesin yargılarla acımasız saptamalarda asla bulunmamak lazım.
Kadın ve anne gözüyle
Ben o görüntülere hem anne hem bir kadın olarak baktım, öyle de yorumladım. Bir anne olarak ilk önce ödüm patladı!
Berrak daha çok genç, çok. O balkonun korkuluklarından dışarıya ayaklarını sarkıtarak oturan, elindeki kadehle 5. kattan aşağıya bakan kızın yüzündeki ifadeyi gördünüz mü?
“Elveda Rumeli”de seyrettiğim o güzel oyuncudan iz kalmamış; belli ki canı çok yanmış ve belli ki hiç de iyi durumda değil.
Alkollü ve 5. kattan sarkıyor yahu! Peki biz bu durumda olan genç bir kadının aşağıya düşmesini mi izleyeceğiz? Yoksa ona el mi uzatacağız? Düştükten sonra bir tekme de ben atayım mı diyeceğiz? Niyetimiz ne?
Bir kadın olarak da bakarsam gördüğüm şu; sevgilisinden, aşkından ayrılmış Berrak. Belli ki acısını atlatmakta da zorlanıyor.
Kendini en berbat hissettiği dönemde, o yaşta kadın veya erkek her kim olursa olsun, teselliyi mutlaka bir yerde bir şekilde arar. Doğanın kanunu gibi. Bu ne ilk ne de son olacak.
Ama yanında bir tane adam gibi arkadaşı olsa, kendine gel diye sarsardı Berrak’ı diye düşündüm. Peki Berrak’ın hiç adam gibi arkadaşı yok mu? Varsa neredeler bu zor döneminde?
Peki ya ailesi? Berrak bana hep çok yalnız bir çocuk hissi veriyor, yok mu bu kıza kol kanat geren aile büyükleri bir yerlerde?
Bir kadının o haldeyken hissedebileceklerini düşününce, etrafında bir tane insan olmadığını, arkadaşlarının, ailesinin onu yalnız bıraktığını... Daha da ürktüm.
Yermekten önce, yardım etmek lazım Berrak’a bence.
Şahan’a gelince...
Benim anladığım ilk karede Berrak’ın düşmesinden korkarak onu panikle içeri çektiği... Ya da ben hakikaten öyle olmuş olmasını diliyorum.
Çünkü Şahan onu içeri almasa Berrak düştü düşecek!
Sonrasında ise gördüklerim beni inanılmaz rahatsız ediyor. Çünkü adam olan adam, bu halde olduğunu fark ettiği bir kadını öpmeye değil, kurtarmaya bakar.
Baktı ki olmuyor, bir arkadaşını arar, iyi değil, yanında olman lazım der. O da olmadı ailesini arar. İçinde bulunduğu durum sorumluluk gerektiriyor çünkü. Biz öyle yapardık yani. Yaptık da.
Kendini balkon demirlerinden sarkıtarak duran bir kadını öpmeye kalkmaz insan. Benim için bu durumdan istifade etmeye girer... O yüzden görüntüler beni çok rahatsız etti. Magazinci arkadaşlara gelince... Keşke Berrak’ın o kadar sarktığını görüp aralarında düşecek endişesini yaşadıkları an, polise hayati tehlike olabilir diye bir telefonla haber verselerdi. Keşke hani ne bileyim o sorumlu davranışı en azından sergileseler ve işlerine öyle devam etselerdi.
Sormak istediğim esas soruysa şu: Berrak oradan düşseydi, ne olurdu?
Kendimizi hiç mi kötü hissetmeyecektik? Hatta eminim birileri kalkıp magazincileri suçlayacaktı. Bu görüntüler delil olurdu çünkü...
Sizi bilmiyorum. Ben bu kadar genç, bu kadar güzel ve yetenekli insanlarımızın ellerimizin arasından kayıp gitmelerine kıyamıyorum.
Ortada üzüntü verici, her anlamda sağlıksız bir manzara varken çok istesem de gülemiyorum.
Çocuklarım var belki ondan, bu kadar kolay atıp tutamıyorum.
Ürküyorum.
Yonca “temkinli”

Şeftali rengi oje

Geçen cuma hani bu sene bu renge taktım dedim ya, amma çok soran oldu.
Arkadaşlar ben sevdim ama siz sevmeyebilirsiniz. Essie diye bir markanın Peach Daiquiri adlı rengi. Eminim Flormar zaten alasını yapmıştır. Resmen şeftali rengi. Bana mutluluk verdi.
Ama mesela annem ve kızım pek sevmedi, oğlum ve eşim çok beğendi.
Yonca “nektar”
Yazının Devamını Oku

Yaz nezlesi

16 Temmuz 2010
Yok böyle bir çarpılma kardeşim. Nasıl da koşa koşa geldim memlekete.

Zaten çocuklarımı çok özlemişim, zaten tatil diye sayıklaya sayıklaya koca sene bitap düşmüşüm, düğündü dernekti oydu buydu derken duygulardan duygu beğenmişim...

Ama yoook! Bana oturmak fikri bile haram. Tam oturdum, hastalandım. Allah’tan hep doğru yerde hastalanıyorum. Gele gele kayınvaldo ve kayınpedroda ateşlendim. Oooh misler gibi baktılar bana yine. Hemen tahlillerimi de yaptılar bir güzel, Tokbaş Tıbbi Tahlil Laboratuvarı kayınpedromdan soruluyor da...
Çok uzun zaman olmuştu her şeyime bakılmayalı. Zatürre sabıkam fena olduğundan, ödümüz patladı yine. Neyse ki bir şey çıkmadı.

İnsanın kayınpederinin müthiş bir doktor olması büyük bir şans. Tahlil dediğin nasıl yapılır ondan görünce, insanın ayarı da kaçıyor ama. Başkalarını kolay beğenmez oluyorsun, herkes onun kadar titiz, işinin ehli ve etik olsun istiyorsun.

Yazının Devamını Oku

Kızınız 16 yaşında ilk yattığı erkekten hamile kalsa, ne yaparsınız?

12 Temmuz 2010
Ben bu soruyu kendime hiç sormamışım. Perşembe günü Hurriyet.com.tr’de sordum. Gelen yorumları ne siz sorun, ne ben anlatayım.

Ben cinselliği düşünürken çocuklara hep korunmayı, aşkı, mutluluğu, sağlık endişelerimi filan anlatmayı düşünmüşüm. Aklıma hiçbir adım sonrası gelmemiş. Ya da gelmiştir belki de, bilinç onu kaydetmemiş, silmiş. Çünkü aklıma bile getirmek istemiyorum.
Hani size buradan ahkam kessem, “Soğukkanlı olurum, şöyle derim, böyle yaparım” desem pek havalı olur ama gerçekçi olmaz. Bildiğiniz fenalık geçiririm! Paris Virgin’den Juno diye bir film almıştım. Kapağında hamile bir kız çocuğu vardı. Çocuklar seyretmek isteyince, “Önce ben ve baba, sonra hep birlikte izleriz” demiştim.
Hakkında daha önce hiçbir şey okumamıştım, duymamıştım. Benim cehaletim. Geç seyrettim. Belki de tam zamanında seyrettim.
Ay kafam çok karışık! Bir erkek bir kız annesi olduğumdan, film kafamdaki tahtaları yerle bir etti. Biz de modern anneyiz diye geçiniyoruz işte ama, o kadar modern değilmişim galiba.
Vıyy ne olacak bu işler, nasıl büyüyecek bu çocuklar böyle? Bilen var mı ya? Bazen annelikten vazgeçesim geliyor. Çok geç ama...
Yonca “dank”

Ben cinselliği geç anladım

Çok geç olmadan anladığıma da seviniyorum. Her şey için çok geç de olabilirdi. Şanslıyım ki sabırlı bir eşe ve bayağı anlayışlı bir aileye sahibim. Bütün inişlerden çıkışlarım sayelerinde kolay oldu.

Yazının Devamını Oku

İçim dışım film oldu!

9 Temmuz 2010
5 günde 10 film birden izleyip sapıttım. Eskiden çocuklar olmayınca zaman zor geçerdi.

Şimdi yalnızlığımın tadına varıyorum. Özlemek iyidir! (Kirlenmek güzeldir gibi!) Her türlü ilişkinin fazla vıcığı kesin zarar. Onlar annanelerinin başına ekşiyor, ben de kendi yapamadıklarımı yapıyorum. Hal böyle olunca, ne yapsam şıpadanak bitiyor. Ne yapsam ama! Akşam 8’de yatsam uyurum. Nasıl iş anlamadım. Çocuklar varken günler 30 saat olsa yetmez, şimdi ohoooo zamandan bol bir şeyim yok. Çocuksuz karı-koca olmak da bi komik. Her konuyu bir kere de konuşabiliyoruz. Hem de sonuna kadar. O rahat rahat seyahatlerini yapıyor, ben de işe gidip gelip manyak gibi müzik dinleyip kitap okuyup film seyredip kendi kendime içip-ağlayıp-gülüp-yazıp uyuyakalıyorum. Ginger Bey’de filmlere verdiğim tepkilere göre ya çok havlıyor, ya hiç havlamıyor. Çocuksuz günlerimde kendime film seyretme ödevi vermiştim. Seyredemediğim, seyredip doyamadığım, bu yaşımdaki etkisi ne olacak dediğim her filmi aldım önüme, başladım arka arkaya seyretmeye. Amaaan, nasıl güzel geldi anlatamam keyfimi size. Bir de şunu farkettim; filmleri haklarında çok konuşulan zamanlarda seyredince, insan ne düşünerek seyredeceğini şaşırıyor. Sürekli başkasının etkisi altındasın sanki. Oysa şimdi ben kim ne dedi, nesini eleştirdi, neyine bayıldı kısmını hiç hatırlamıyorum. Özgürce, kendi duygularımla seyrediyorum.

Yonca

“filmhane”

The Doors: Yıllar sonra, 3 Temmuz’da, Jim Morrison’un ölüm yıldönümünde tekrar izledim. Yine etkilendim. İyiki çocuklarla Pere Lachaise'e gittik dedim. Yine uyuşturucu üzerine kafa patlattım. Yine müziği, hele de The Doors’u, ne kadar çok sevdiğimi, rockun hayatımda nasıl da büyük yeri olduğunu düşündüm. Lise yıllarıma gittim. Biberonla bira içip sarhoş oluşumuzu hatırladım. Çocuklara alkol, seks, uyuşturucu konuşmasını ciddi ciddi yapmak gerek diye dertlendim. Bu anelik de iyice bastı üzerime, offf!

Vavien: İlginç, garip, tatlı/ekşi bir film. Binnur Kaya’ ya hem çok hayranım, hem de bir şekilde içim burkuluyor onu seyrederken. Engin Günaydın’da da aynı hisse kapılıyorum. Neden anlamıyorum. Müthiş oynuyorlar. Ama her ikisi de bana onlar için endişelenmem gerektiği hissini uyandırıyor. Sanki çok uçuşkanmış gibi dursa da, film durdukça içime işledi

Karanlıktakiler: Çağan Irmak çok film yapmalı. Onun filmlerinde hep çocukluğumun dantel örtüleri var. Garip bir şekilde hüzünlü, mazisi olan bir mutluluk var. Mahalle var. Kocaman bir yalnızlığa rağmen hep bir aile var. Ankara Yazanlar Sokak’ta gezinen mahallemizin delisini hatırladım. Rengarenk şapkaları vardı. “Anne çok önemli çok önemli çok önemli!” diye tüm film boyunca sayıkladım. Aslında “kadın çok önemli!”. Oyunculuğa, gerçekliğe, senaryoya bayıldım.

İklimler: Biliyor musunuz bu benim ilk seyrettiğim Nuri Bilge Ceylan filmi oldu ve beni elektrik gibi çarptı. Kendimi filmin elinde maymun olmuş gibi hissettim. Bu ne demek demeyin, öyle işte. Sonra da kapıyı çarpıp çıkıp Türkiye'ye kendimi dağ tepe vurup fotoğraf çekesim geldi. Hem çok sevdim filmi, hem nefret ettim. Duygulardan duygulara sürüklendim. Ama üzdü bu film beni! Neden Türk filmleri beni hep üzüyor?

Skin

Yazının Devamını Oku

Sibel Arna’ ya hiç laf etmeyin kendinize gelin

5 Temmuz 2010
Sibel Arna’ yı çok ayıpladık değil mi, dadısı hakkında kötü yazdı diye.

Oysa Sibel çoğumuzun ortak rezilliğini cart diye söyledi. Ondan battı bize. Benim gördüğüm kadarıyla azıcık para ve mevki gören hemen herkes sapıtıyor. Canavarlaşıyor. Herkes kendine insanlık dışı davranacak birini bulmuş memlekette. Ego tatmini için en ideal yöntem bu olmuş. Babam “Kızım sakın nereden geldiğini, ve nereye gideceğini unutma!” derdi. Bunu bir yere yazıp arada okuyalım lütfen. Ben Dubai’de göre göre sadece Hintliler Hintlilere köle gibi davranıyor sanıyordum. Hintli kadının Hintli ‘maid’ i hapı yutmuştur çünkü. Gerçi Dubai’ye gelen Avrupalı da sapıtıyor. Evden çıkma yasağı koyanını da gördüm, kapısını kitleyenini de, yediği yemeğin parasını alanını da. Ben bizde asla böyle olmaz derken, Bodrum’da kelimesi kelimesine şöyle cümlelere şahit oldum; “Bakıcılar havuza inemez, havuza giremez! Denize girecekse de herkes gittikten sonra gelsin efendim!”. Evet, bu cümleleri söyleyenler de üniversite mezunu, gayet beyefendi-hanımefendi insanlardı. Yüzüm kızarıp dönüp kendilerine: “Afedersiniz ama; çocuğunuzu, torununuzu, midenize indirdiğiniz yemeğinizi emanet ediyorsunuz da, havuzunuza girince mi mideniz almıyor!” deyince canlar bayağı sıkılmıştı. Bu gelişimde de aynı ayıp manzaralara şahit oldum. Taksiciyle, garsonla konuşurken de çok terbiyesiz olmuşuz. Hizmet ediyorlar diye kabalaşmak mı gerek? Varsa hataları, güzelce anlatılabilir. Hiç kusura bakmayın; suçu Sibel’de değil, nereden gelip nereye gideceğimizi unutmuş olmakta arayın. Ayılın. İnsanlarımızın birbirleriyle konuşma şekilleri, her daim birilerini azarlama hakkını kendilerinde görmeleri, kabalıkları rahatsz edici. Su isterken bile emir kipi kullanmak, “Teşekkür ederim, lütfen” gibi iki sihirli kelimeyi tamamen kişisel sözlüklerden silmiş olmak, “Günaydın!” diyen komşuya yılan gibi tıslamak çok ayıp. Bu konuda sık sık yazacağım. Anlayışınız, değişim ve gelişiminiz için teşekkür ederim :).

 

***

Ali Güven vefat etmiş biliyor musunuz? Hani Bodrum sandaletlerini efsane yapan adam. Ben de haberi Bodrum Sandalet mağazasında 3. Kuşak işbaşı yapan İbrahim Dikan’dan öğrendim. Çok üzüldüm. Onun ardından kim gelecek, biri gelip de şanını devam ettirecek mi bilmiyorum. Ne fena. Bodrum sandaletine sahip çıkmak lazım. Türk Kahvesi gibi hem de...

 

***

Uçaktan indim İstanbul’a. Otobüste yanımda Arto. Anlattıklarına kulak misafiri oldum ister istemez; çünkü dibimdeydi. Hatta farkında olmadan başını tutunmakta olduğum yerde elime dayamıştı. Çeksem çekemem, tatlı tatlı sohbet ediyordu, ben de kaldım öyle bir süre. Derken arkadaşlarına: “Bizim tripleks villamız...” dediğinde, “Ne gereksiz bir detay. Evim deseydi keşke..” diye içimden geçirirken, başını elime dayadığını farketti, dönüp o kadar içten gülümseyen gözlerle özür diledi ki, hemencecik o tripleks villa detayını unuttum. İnsanoğlu ne garip. Gönül almak da ne kolay. Kendime şaşıverdim.

 

Yazının Devamını Oku

Bodrum’dan insan ve mekan manzaraları

2 Temmuz 2010
Düğün için koştura koştura gittim Bodrum’a; evime, bahçeme, ağaçlarıma ve aileme.

Düğün oldu bitti, rüya gibi geçti. Döndüm kürkçü dükkanıma. Eşimle kuş gibiyiz. Çocuklarımız kaldı Ege’de, biz vurduk kendimizi işe-güce-çöle. Gözlerim doluveriyor düğünü ve oraları düşündükçe. Darısı isteyenlerin başına. Sıra geldi gözlemlerime...

 

·        Emre Optik’le büyüdüm ben. İlk gözlüğümü İzmir Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki mağazalarından aldım. Yıllar evvel eşim tanıştırdı beni Hüseyin Abi ve Hüseyin Abi’nin peygamber sabrıyla. Evet, peygamber sabrı var tüm Emre Optik ekibinde. Saatlerce aynı gözlüğü tak çıkar yaparsın, bir kere de “Yeter!” demez, sabırla beklerler. “O mu, bu mu?” dersin yüzbin kere, yılmadan fikir beyan ederler. Bodrum’a ayağımı bastığım gibi gittim Marina’daki yerlerine. 2 yıldır beklediğim, bir ritüel gibi olmasını hayal ettiğim şekilde baka baka, doya doya, taka çıkara aldım civciv sarısı gözlüklerimi. Evvet, Yonca “sarı civciv” gibi.

·        Bodrum yolları peee-riii-şan. Twitter’dan almıştım haberi ama, görünce inanamadım. Esnafı, taksicisi, yolcusu, turisti, yerlisi, mekan sahibi herkes lanet ediyor yol çalışmalarına. Hem inşaat berbat, hem yeterli işaretlendirme yok. Ortalık toz duman. Ödüm patladı olası kazaları düşününce. Lütfen çok dikkat edin bu sene. Çok! Sayın Kocadon neden bu iş bu kadar berbat bir şekilde yürütülüyor bir bakıp çok can yanmadan acilen olaya el atmalı.

·        Haşlanmış mısır görünce gelin-görümce fenalık geçirdik, hemen aldık. Tuzladık. Afiyetle yedik. Sonra da elimizde koçanlarla kalakaldık. Yürü Allah yürü, tek çöp kutusu yok. Soruyoruz herkes soğuk soğuk ‘Yok!’ diyor. Bu ne biçim iştir derken bir beyefendi fırladı yanımıza geldi nasıl samimi nasıl güleryüzlü: “Siz verin bana, ben bizim çöpe atarım!” dedi. Kafamı kaldırdım ki, cam ve seramiğe balık motifleri işleyen meşhur Engin Dalyancı’ nın mağazasının önündeyiz. Upuzun caddede bir tek oradan yardım teklifi geldi. Mağaza zaten güzel, ama esas çalışanları da mis gibi insanlar imiş. 

·        Ben geçen sene pazardan aldığım Bodrum mandalinalarını alüminyum folyo ile sarıp buzlukta dondurdum. Bütün kış afiyetle yedik, içtik, sıktık kullandık. Dubai’de Bodrum mandalinası havamızı attık. Bodrum’da kime sorsam mevsimi değil dedi bizi geçiştirdi. Ayol dondurmak bu kadar mı zor diyesim geldi. Dedim.

·        Esnerken ağzımızı kapatalım lütfen! Bodrum’da insanlar devamlı esniyor. Esnerken de kimse ağzını kapatmıyor. Bir ara Göltürkbükü sahilinde bir baktım sağım solum esneyen, ağzı sonuna kadar açık insanlarla dolu. Hipopotamlar gibi olmuşuz. Çok komik.

·       

Yazının Devamını Oku

Mutlu edememek diye bir şey yok!

28 Haziran 2010
Mutlu olmayı bilememek diye bir şey var. Ne yaparsan yap, karşındaki insanları memnun edemiyorsan eğer, sen ne yapabilirsin ki?

Hiç. Hiçbir şey.

Çünkü belki aslında, karşındaki insanların mutlu olmak gibi bir amacı yok. Onlar için bardakların yarısı hep boş, etrafta herkes kıl, güzel bir tane olay yok, masa örtüleri hep lekeli, hava hep bulutlu, yemekler hep ya çok tuzlu ya hep çok tatlı.

Baktıkları muhteşem deniz manzarasının önünde onlar nedense hep bir ağaca kafayı takıp, “Manzaramı bozuyor!” diyorlar. Ağaç kesilsin istiyorlar. Kestikleri ağacın kendi bindikleri şu hayatın dalları olduğunu hiç düşünmüyorlar.

Bazı insanlar inanın bana mutsuz olmayı sevip, hayatlarında tek kusur yokken, kusur icat etmeyi tercih ediyorlar. Ve böyle davrandıkça, ona buna taktıkça her şey ayaklarına dolanıyor. Aksilikler peşlerini bırakmıyor. Sanırım ilahi adalet aslında bu oluyor.

Yazının Devamını Oku

Bodrum’da beyaz bikini mevsimi...

25 Haziran 2010
Beyaz ve Bodrum, Bodrum ve beyaz çok güzel bir ikili. Ben de bembeyaz; ama bembeyaz bir bikini aldım. Üzeri minicik dantel işlemeli.

Bir tane vardı, o çok eskimişti, bu yenisi. Çok seviyorum beyaz bikiniyi. Yakışsın yakışmasın umurumda değil. Seviyorum kendimi Bodrum’da beyaz bikini ile resmetmeyi.
¡¡¡
Bodrum’da bu sene bizim için düğün mevsimi, deniz mevsimi, müzik mevsimi, aşk mevsimi... Içimden taşıyor bin bir türlü karışık kuruşuk gülerken ağlatan, ağlarken güldüren duyguların her biri.
Komik ailem yanımda. Her biri her işin bir ucundan tuttu, hiçbiri yalnız bırakmadı bizi.
Insanın ailesi çok önemli. Insanın mutlu gününü paylaşacak, kusur bulmak yerine güzellikleri bulup çıkaracak, seninle gülmeyi koşulsuzca bilecek arkadaşlarının, akrabalarının olması gerekli.
Gerekli ki ömrü uzasın, kahkahası dinmesin. Sırtı yere gelmesin. Geri kalan mutsuzluk ve somurtkanlık hastalığına yakalanmış herkesin en büyük düşmanı kendisi... Onların da içine mutluluk virüsü kaçsın diye dua edelim bari.
¡¡¡

Yazının Devamını Oku