Yonca Tokbaş - Kelebek

Kararsız kadının tekiyim!

13 Eylül 2010
Allah’ım ne olacak benim bu halim? Ne ne ne? Bir insan bu kadar mı kararsız olabilir? Bu kadar mı verdiği ve veremediği kararlar için bile kırk bin kere karar değiştirebilir? Bu nasıl iştir, çaresi, ilacı, dermanı var mıdır? Yoktur. Belki de vardır... Ay bilmiyorum, karar veremiyorum!
Ha tabii benim bu kararsızlığım tamamen işime gelen gelmeyen konulara göre şekilleniyor. Yoksa benden kararlısı da yok, o da biline.
Ben aslında alınan tüm kararlar hep benim istediğim gibi olsun istiyorum. E bunun olmasının mantıken imkansız bir şey olduğunu bildiğim için de, hemen sapıtıp kararsızlık abidesine dönüşüyorum. Ne kadar kadınca bir durum değil mi?
İşkadını olmak veya olmamak söz konusu olunca mesela, benim karar mekanizmaları yerle bir oluyor. Geçtiğimiz ay utanmadan 17 gün ücretsiz izin alıp yıllık iznimi uzatıp 1 ay tatil yaptım ya Yalıkavak’ta, ayarım tamamen kaçtı.
Gerçi her sene oluyor bu bana. Koskoca ağustos ayını sürekli “Acaba ben çalışmalı mıyım, yoksa basıp istifamı evde oturup hayatımı böööyle çocuklarımla mı geçirmeliyim; hayat zaten boş, neden kendimi sürekli paralıyorum ki?” sorularıyla, “Olur mu hiç Yonca? Saçmalama. Sen bu kadar eğitimi, kariyeri onu-bunu-şunu evde oturmak için mi yaptın? Olmaz, bastır totonu otur kariyer basamaklarında!” tadında ikilem ve işkence dolu soru işaretleriyle geçirdim.
Hatta bu satırları yazarken yine aynı soruların içinde acilen kaybolabilirim. Ondan kısa kesebilmeliyim. Cııırt...
Kestim.
Kestim ama, burada kestim. Bu yazının ve kararsızlıklarımın devamını merak edenlere, ELELE dergisinin eylül sayısını almalarını tavsiye eder, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden muccuk diye öperimmm.
Yonca
“benigidibeni”

Mustafa Çağan


Microsoft’ta çalışıyor. Eşi Füsun’la trekking ve kayak, kızı Melis’le her türlü sporu yapmayı çok seviyor.
Hayatı boyunca spora hep meraklı idi, ama hiç koşmayı denememişti. İş arkadaşı Gökben’in tanıttığı Adım Adım Oluşumu’na beğenisi sonucu, ilk defa bu sene mart ayında, hem de 50’sine merdiven dayamışken, Antalya’da düzenlenen Öger Runtalya Koşusu’nda koştu.
Koşmasını bir kenara bırakın ilk girişiminde 14 bin TL bağış topladı. Hiç de fena bir başlangıç sayılmazdı. Koşmak birden hayatında önemli bir yer aldı.
Şimdi yılda en az bin km koşuyor ve kendini çok daha sağlıklı hissediyor. Herkesi ailece spora davet ediyor.

Şikayet mevsimi

Sonbahar ve kış şikayet mevsimi ya ve ben de şikayet etmeyi seviyorum ya, ondan şikayet etme geleneğimi sürdürmeliyim illa...
Siz bu satırları okurken, ben kendimi zar zor ceket pantolon olayına sokmuş, içimdeki canavarı susturmuş, suratıma şirine ifadesini yapıştırmış, aklımda hayaller, gönlümde özlemler, önümde gıcık olduğumun alınması gereken okul kıyafetleri listesi ve çocuklardan önce kendimi adapte etmem gereken okula dönüş olayı var.
İş miş sorun değil de, şu çocukları sabah kaldırmak, giydirmek ve yedirmek üçlüsü var ya; ah işte budur beni fena yapan. Sürekli “Hayat bayram olsa” şarkısını dinlesem, iyi gelir mi sizce?
Yonca “kaytarıkçı”

Güne Merhaba

Geçtiğimiz pazartesi CNN Türk’te Özge Uzun’la Güne Merhaba programına konuk oldum. Özge sayesinde herkese nasıl koştuğumu ve koşarken nasıl bağış topladığımı anlattım.
Benim için inanılmaz bir fırsat oldu.
Peki mesela siz hâlâ www.adimadim.org sayfasına bakmadınız mı? Ya insan bir merak eder bu kız ne yapıyor, bu çılgın insanlar nasıl yürüyerek ve koşarak bunca çocuğa eğitim, bunca engelliye tekerlekli sandalye imkanı sağlıyor diye. Ha eğer “Ay şekerim yok ben hayatta koşamam!” diyorsanız, o da hiç sorun değil, yürüyerek bağış toplarsınız siz de.
Hele bir bakın, okuyun, varsa sorunuz sorun. Bahane filan anlatmayın bana. Bahane bulmak Türklere mahsus... Şu spor yapmaya gelince bahane üretme kabiliyetinizin bacağını kırın hele. İsteyen bal gibi spor yapar. Bak ne güzel veriyorum gazı size...
Yonca
“bahanesiz”
Yazının Devamını Oku

Bir anneannem vardı

10 Eylül 2010
Düşündükçe: “Ne kadındı ama!” diyorum. Gözleriyle konuşurdu. Attığı bakışı anlamayan, hapı yutardı. Az lafla çok iş yapardı. Hiç oturmazdı. Hiç boş durmazdı. Tembelliğe dayanamazdı. Müsrifliğe çok kızardı. Yıllar önce 93 yaşında aramızdan ayrıldı; ama bakışları gözümün ucunda kaldı.
Anneannem hem komik, hem de çok akıllı bir kadındı. Okuma yazmayı 65 yaşında, sırf kafasına koyduğu için, kendi kendine öğrenecek kadar azimliydi. Ne istediğini çok iyi bilirdi. Okumayı öğrenir öğrenmez ilk iş gazete okumaya başlamış, son nefesine kadar da gazeteyi elinden bırakmamıştı.
İnanılmaz bir inadı, olağanüstü anıları ve roman gibi bir hayatı vardı. Bugün hayatta olsa kesin, “ınat ettim, taşı deldim!” adında bir kitap yazardı.
Bizi, yani kardeşimle beni, o büyüttü. Anneannem aklıma düşünce gözümün önüne hemen o tatlı/sert kül grisi bakışları, tülbent beyazı baş örtüsü ve artık dizlerinden dolayı eğilemediğinden, sandalyede oturarak namaz kılışı gelir.
Zaten namazı yerde kıldığı zamanlarda, ben pür dikkat o kritik anı kollar, her yere eğilişinde güm diye sırtına atlar “Deeeeyh dıgıdık dıgıdık” derdim. Anneannem çıldırıp beni tek hamlede sırtından atar, ben de bizim evin kıble yönünde bulunan karşı duvarına toslardım.
Anneannem bir hışım fırlayıp “Tövbeler olsun, bak günaha sokuyor sıpa beni” derdi. Bense duvara toslamış olan kafamın acıyor olmasına rağmen çok gülerdim. Anneannem de benimle gülerdi. Namazı bırakıp “Kazasını kılarım” der, başımı ovar, “Acıdı mı başın?” diye sorarken dolaptan buz getirirdi.
Bana bildiğim tüm duaları anneannem öğretti. Çünkü bu bir aile geleneğiydi. Öyle olunca da, yani din “zorunlu ders” olmayınca; çok eğlenceli, korku yerine sevgi üzerine kurulu, günahlar yerine sevapların örnek teşkil ettiği, “gönülden seçmeli” bir ders gibiydi. O yüzden bana hiç zor gelmezdi.
Tıpkı okuldaki zorunlu ve seçmeli dersler hakkında hissettiklerim gibi. Ben bazı zorunlu derslerde çok zorlandım. Seçmeli derslerimden de çok keyif aldım. Zorunlu derslerde ya hep kopya çekmek istedim ya da bir türlü tam öğrenemedim. “Zorunlu seçmeli” diye adlandıran derslere ise kıl oldum. “Madem seçmeli neden zorunlu, zorunluysa seçmeli ne alaka, bu bayağı dayatma!” dedim, zor geçtim. Seçmelilerimi hâlâ hatırlarım; çünkü onları ben isteyerek seçtim. Neyse...
Anneannem hayattayken din bu şekilde bir gündem maddesi de değildi. Herkesin uluorta altından girip üstünden çıktığı, kendine göre sağa sola çektiği bir mesele hele, hiç değildi. Dinimiz mahremimizdi. Evimizin sınırlarının içinde idi. Ailemizindi. Kişiye özeldi. Hele hele politikanın dini hiç değildi.
Sonra bu değişti. Dinle insan ilişkisi bir aşk ilişkisinden çok, korku ilişkisine benzetildi. Bizi kim ne niyetle bu yöne itti, iletişimimiz mi geriledi, sevgi ve aşkın yerini nefret ve korku mu aldı; bu soruların kesin ve doğru cevaplarını bilmiyorum.
Ama bugünümüze baktığımda, anneanmemden bana yadigar görüntülerden eser kalmadığını biliyorum. ıç çekip üzülüyorum.
Anneannemi çok özlüyorum. Herkese şepşeker bir bayram diliyorum.
Yonca
“KAZAzede”*
* Bu yazım az farkla 24 Eylül 2007’de www.hurriyet.com.tr’deki köşemde yayınlanmıştı.


Caner Odabaşoğlu

35 yaşında ve Hande Odabaşoğlu ile evli... Macera Akademisi’nin kurucu ortağı. Üniversiteden beri doğa sporları ile uğraşan Caner, bu aşkı eşine de bulaştırdı. İki sene önce doğan oğlu Can Berk ile başladığı sabah yürüyüşlerini, koşu antrenmanına dönüştürünce, hayatının en düzenli spor yaptığı dönemi başladı.
İş temposuna göre haftada 20-40km koşuyor. Bazen de bisiklete biniyor. Bugüne kadar TOFD ve TEGV için üç kere yardım amaçlı koştu ve toplam 2040 TL bağış topladı.
Aldığı en düşük bağış 5, en büyük bağış 500 TL.
Bütün koşularda oğlunu koşu ve bisiklete uygun bir pusette itiyor. Bugün Can Berk’in “lap lap” dediği koşmak, Caner’i daha zinde ve sağlıklı kılarken, Can Berk’in gelişimine de katkı sağlıyor.
Caner’in koşarken en sevdiği şey, oğlunun keyifli oyun mırıltıları. Caner, elinde ve çevresinde var olan şansı özellikle ihtiyaç duyan çocuklara da ulaştırmak için koşuyor.
17 Ekim’de Avrasya Maratonunda tekrar ufak adımlarla büyük mutlulukların parçası olmayı planlıyor.

Herkesin U2’su kendine

O kadar büyülendim ki konserden, susmak istiyorum. Heyecanım dinginleşsin, hislerim azıcık bana kalsın, sonra yazarım.
Ama kim ne derse desin, ben Zülfü Livaneli’yi o sahnede görmekten büyük mutluluk duydum. Duygulandım.
Acaba Bono başka bir konserde böyle bir şey yaşamış mıdır diye merak ettim. Bence sırf Bono’nun şaşkınlığına bile değdi.
Bono, elleri kalbinin üzerinde “Yiğidim Aslanım” dinlerken, “Burası nasıl bir ülke, bunlar ne acayip insanlar ve biz neden daha önce gelmedik?” diye düşündüğüne eminim.
Yonca
“tatmin”
Yazının Devamını Oku

U2

6 Eylül 2010
Before anything else let me first thank you for my t-shirt you signed “RUN YONCA RUN”.

When I saw it I was literally speechless for a while. On October 17th. I am running in the 32nd Intercontinental Istanbul Eurasia Marathon in support of two charities that focus on disabled people and children’s education. I will be running 15km pushing a wheelchair of a disabled friend. And this t-shirt has been such a great motivation.
I have been waiting to see you for 28 years! 28 years of patience was worth every single second of it. I have waited and dreamt of seeing you live in İstanbul. And today is the day.
Every morning I wake up with “In a little while” in my mind. Then I start my days by opening my eyes whispering it’s a “Beautiful day”, and I reach my goals with “I will follow”. When I am desperate I cure myself listening to “Stuck in a moment you can’t get out of it”. Then, I tell myself to “Walk on”. I continue searching with “I still haven’t found what I am looking for”. Listening to “Sunday Bloody Sunday”, I pray for “Peace on earth” every night. I found my love with “Desire” and EVEN whispered in his ears “All I want is you”. The first time I took my babies into my arms, I thought they were the “Sweetest thing” I had... I run with “where the streets have no name”. And I fly the “Kite” together with my kids and we grow old together.
For me, you are my history; my past, my present and my future. Tonight I will be watching you with my daughter “In the name of love”!
I grew up with you, walked, sung, shouted, cried, fell in love, hurt and got hurt, breathed, protested and thought with you... You actually taught me to be me, ‘with or without you’.
Thank you.
Yonca

Yazının Devamını Oku

Güler yüz ve tatlı dil

3 Eylül 2010
Güler yüz yılanı gerçekten deliğinden çıkarır. Artık bundan iyice eminim. Ben yılan olsaydım anında çıkardım yani, orası kesin. Şöyle bir huyum var; eğer birileri somurtuyorsa veya sürekli stres bombası gibi etrafta dolanıyorsa, yanına gidip “Hey dostum gülümse ve ne olursun azıcık rahatla!” diyesim geliyor. Eğer bunu söyleyemiyorsam da, o mekanı acilen terk etmek istiyorum, acilen.
Dayanamıyorum insanların işlerini asık suratla yapmalarına, işyerinde beraber çalıştıkları iş arkadaşlarına kötü davranmalarına veya insan içinde insan azarlamalarına... Bazı insanlar birilerini azarladıkça kendilerini bir şey zannediyor ya, içim kabarıyor. Gülmeyen o yüze, ennn gülen yüzümle toslamak istiyorum anında.
Ben, bir insan işini çok iyi yapamasa da yüzündeki gülümsemeye tav oluyorum. ıyi niyetli çaba beni baştan çıkarıyor, mutlu ediyor ve sanki bazı hataları bile silgi gibi siliyor. Gülümseyerek tüm iyi niyetiyle çabalayan, yaptığı şeyi severek yaptığını düşündüğüm insanı; somurtarak burnumdan getiren insanın yaptığı mükemmel işe bin kere tercih ederim. Edermişim yani. Artık böyle olmuşum. Olduruldum ya da...
Agresif, sinirli, azarcı, sürekli atakta veya defansta, somurtan birilerini görmek iyi gelmiyor bana. Böyle insanların kendilerine de faydaları yok aslında. Kızıma da oğluma da nasihat ede ede ede, en sonunda başardım. Her ikisi de sabah kalkar kalkmaz yüzlerinde kocaman bir gülümsemeyle ve melodisiyle “Günaaaydııın!” diyorlar. Sıkılıp somurtmak yerine, gülümseyerek çözüm bulmayı deniyorlar.
Kendileri de inanamadılar ilk başta; ama gülümsedikçe günleri daha da şahane geçer oldu. Ben de amacıma ulaştım. Gülümsemenin iyileştirici sihirini kanıtladım en sonunda!
SPA’ya gitmek kadar iyi geliyor, gülümsemek. ınsan gevşiyor. Huzurlanıyor. Benim elimde iki adet gülen mutlu surat var. Uğraştım ama değdi. Darısı sizlerin de başına.
Ha bu arada... Siz de gülümseyebilirsiniz, tam şu anda, bu satırda. Kaslarınız açılacak anında. :)
Yonca
“hınzırSıPA”

İKS(X) Kü(Q) ve Dabılyu(W)

Yok böyle bir zulüm! Bu harfler bizim alfabemizde yok; ama bütün uçak bileti rezervasyon işlemlerimizde var.
Peki siz hiç telefonda havayollarında çalışmayan, ıngilizce bilmeyen birine rezervasyon numaranızı kodlamayı denediniz mi? Annenize, teyzenize veya iks kişiye? Öyle zor oluyor ki!
“Fatsa’nın F’si” demek tamam, “Ceyhan’ın C’si” demek de. Ama ya bu üçü? Çok zor inanın.
Geçen gün kuzenimi dinlerken gülmekten öldüm. Kuzenim telefonda birine kodluyor: “Hah yaz sen şimdi, rakamla 5, iki iks... İks diyorum iks, iks. Hah iki tane iks. Hayır yok İ değil hayır. Ya iks yok mu hani? Ah nasıl kodlasam iksrey var hani röntgen... Hayır R değil. Dur dur sakin olalım... Çarpı işareti gibi yahu. Hah evet çarpı koy iki tane, koy. Yazdın mı? Tamam. Hayır T yok dur. şimdi, 5iksiks, Kü. Hayır K değil, Kü küüü! Bi yuvarlak ama alttan çengelli! (Aay ölücem şimdi), rakamla 6 sonra da dabılyu... (Bittiğim andır sıkıysa anlat!) Dabılyu yani iki ve iç içe...”
Daha yazamayacağım.
Gülme krizi tuttu yine..
Yonca
“HeyHeylerinHesi”


Cem Uçan

37 yaşında. Marketing Group’ta ış Geliştirme Direktörü olarak çalışıyor. Çalışmadığı zamanlarda; “7 Pink Floydlar ve 2 Prenses” adlı grupta davul çalıyor, öykü kitapları yazıyor (hatta son kitabı “Başlangıç Noktasına Geri Dön!” Doğan Kitap’tan ağustos ayında çıktı) ve koşuyor.
Son 5 yılda 3 maraton, 4 yarı maraton koştu. Haftada 3-4 gün koşmaya gayret ediyor. Neden mi koşuyor? Koşarken zihni açılıyor. Daha da önemlisi koşarak insanlara yardım etmenin bir yolunu keşfetmiş:
Son 3 yıldır Adım Adım Oluşumu’yla birlikte farklı sivil toplum kuruluşları için koşarak bağış topluyor, farkındalık yaratmaya çalışıyor.
Şimdiye kadar 130 bağışçıdan 20 bin TL’ye yakın bağış toplamış. Bu yıl Avrasya Maratonu’nda 15km koşmayı hedefliyor.

Bekle beni U2!

Geldim. İstanbul’dayım. Kızımla konsere gitmek için geriye kalan saatleri saymaktayım. Feci heyecanlıyım.
Yonca
“kekeme”
Yazının Devamını Oku

Aile saadeti

30 Ağustos 2010
Güzelçamlı’yı bilir misiniz? Bilmediğinize eminim. Eminim; çünkü her gün gazetelerde okuduğunuz, o “sosyetik-medyatik” yerlerden biri değil.

Kokoşluk sıfır. Lüks kavramı doğallıkla eş anlamlı. Üzerinizde ne varsa onunla dolanmanın, gece de aynen öyle sızmanın lüksü vardır Güzelçamlı’da. Nerede mi bu Güzelçamlı? Kuşadası’yla, Dilek Yarımadası Büyük Menderes Deltası Milli Parkı sınırında. Samos’a yüzme mesafesinde. Zeus mağarasının da dibinde.
Güzelçamlı, milli parka giriş kapısına vardığınızda biter. Oradan doğal cennete, dünyanın en güzel milli parkına girersiniz. Yabancı turistler burayı çok iyi bilir. Zaten doğa ve tarih harikalarımızın hepsini en iyi yabancılar bilir, yaşar ve yaşatır. Onlar ta Japonya’dan gelirler, biz 10 metre öteden gidip gezemeyiz.
Milli parkta yolunuzu bir tek arılar ve yaban domuzları keser. Kulağınızı sağır eden muhteşem bir müzik yapar cırcır böcekleri. Onbinlerce çam ağacının arasından karşınıza aklınızı başınızdan alacak bir deniz çıkar. Bembeyaz çakıl taşlarına basa basa, hızla derinleşen buz gibi suya atarsınız kendinizi. Beş kulaç atıp sırtınızı derin maviye, yüzünüzü sahile döndüğünüzde yüksek ve yemyeşil dağların eteğinde yüzdüğünüzü görüp çığlık atarsınız.
Rüzgarlı havada döne döne gelen bol köpüklü dalgalar insanı çakıllara çarpar. En eğlenceli pataklamadır çakıl pataklaması. Kahkaha atarken boğulmadığınıza şükredersiniz.
İnsan milli parkta yüzmeye, yürümeye, doğaya bakmaya doyamaz.
Ben, 5 yaşımdan beri doyamadım. Senede bir gün Güzelçamlı’ya gelmezsem eğer, bir yanım eksik kalıyor sanki. Çocukluğum geçti bu sahilde, bu denizde. İlk yaz aşkımı da, en büyük ve en son aşkımı da burada tanıdım. Şimdi, kuzenlerimin evleri var. Ha kendi evim, ha onların evi. Onlar sayesinde tarih tekrar ediyor.
Benim bu sahilde yaşadığım özgürlük hissini çocuklarım yaşıyor şimdi. Sonsuzca bisiklete biniyorlar. Ablası, kardeşini bisikletinin arkasında taşıyor, tıpkı benim zamanında kardeşimi taşıdığım gibi. Oğlum düşmemek için ablasının beline sımsıkı sarılıyor. Pıtırcık dikenler bisikletin tekerini her gün iki kere patlatıyor. Haydi koş-yaptır-gel o sıcakta. Olsun. Üşenmeden yaptırıyoruz.

Yazının Devamını Oku

Koş Yonca Koş 2. sezon başlıyor

27 Ağustos 2010
Hani hamilesindir de “İlk 3 ay bitsin öyle söyle!” derler ya, durumum aynen öyleydi. Koş Yonca Koş’la ilgili bir dolu güzel gelişme oldu, bir sürü yeni fikrim geldi; ama susmak ve beklemek zorundaydım. Sustum. Artık konuşma zamanım geldi. Koş Yonca Koş 2. sezonunu açıyorum. Duyduk duymadık demeyin, 17 Ekim’de 32. Kıtalararası ıstanbul Avrasya Maratonu’nda 15km koşacağım. Hedefi 5km artırdım.
Dünyanın tek kıtalararası koşusu Avrasya. Milletin sırf o güzelliği yaşamak, sırf köprüyü aşmak için dünyanın öbür ucundan kalkıp geldiği tek koşu bu. Milyarlar verseniz Boğaz Köprüsü’nü trafiğe kapatamazsınız. Yok böyle bir güzellik ve tecrübe.
Kendime söz verdim; bu koşuyu herkes öğrenecek, herkes katılmak için, sponsor olmak için sıraya girecek. Otellerde tek kişilik yer kalmayacak, “Avrasya Sezonu” nedeniyle her yer full çekecek.
İstanbul resmen Olimpiyat heyecanı gibi, Formula 1 heyecanı gibi, Avrasya koşusu heyecanı yaşayacak. Herkes sokaklarda koşanları alkışlayacak. Spor turizminin başını Avrasya koşusu çekecek.
Bunların hepsi olacak. Ama önce size ADIM ADIM OLUŞUMU sayesinde öğrendiğim “yardım amaçlı koşu” nedir, onu anlatmalıyım.

Yardım amaçlı koşu nedir?

Sakın benim koşma şeklimi kafanızda fazla büyütmeyin. Tın tın tın koşuyorum işte. Hırs filan yapmıyorum. Dünya rekortmeni olmak gibi bir derdim yok. Ben koşarken yanımda yürüyebilirsiniz. Yavaşım yani. Amacım ölene kadar sağlıkla bağış toplayarak koşmak ve bir fayda sağlamak.
Dünyanın bir sürü şehrinde koşu organizasyonları yapılıyor. Berlin’de, Prag’da, New York’da, Londra’da. Bunlar arasında bağış rekortmeni olan Virgin Londra Maratonu’nda 1981’den bu yana 450 milyon pound bağış toplanmış mesela.
Bu koşularda profesyonel koşucular olduğu gibi, benim gibi amatörler de var. ınsanlar hem spora teşvik ediliyor hem de eğlenebiliyor. Ayrıca varsa duyurmak istedikleri, reklamını, tanıtımını yapmak istedikleri bir şey, onu yapmaya da imkanları oluyor.
Koşmak da zorunlu değil. Yürünebilir. Kimisi kansere farkındalık yaratmak için orada, kimisi şirketinin reklamını yapmak için. Kimisi pusette çocuğuyla katılıyor, kimisi de bir kere bile olsa Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçmiş olmak için.
Ben de koşuya katılamayan sizler adına, en büyük şansım olan şu köşem ve kişisel çevremi kullanarak yardım topluyorum. Benim gibi yardım amaçlı koşan bir sürü insan, birlikten güç doğar diye ADIM ADIM OLUŞUMU çatısı altında toplandık.
Adım Adım ülkemizde bir ilk. www.adimadim.org web sitesinden her türlü bilgiye ulaşabilirsiniz. 3 adet Sivil Toplum Kuruluşu’nu destekliyoruz; TEGV (Eğitim Gönüllüleri Vakfı), TOG (Toplum Gönüllüleri), TOFD (Omuriliği Felçlileri). Çünkü bu üçü çok sıkı denetimden geçiyorlar, çünkü biz de denetliyoruz ve çünkü başlarındakiler değişse de sistemi iyi oturtmuşlar, düzen devam ediyor.
Ben TEGV’i destekliyorum. Çünkü eğitim delisiyim. Çocuklar iyi ve eşit derecede eğitim alsınlar istiyorum. Yonca TEGV için koşuyor. Siz TEGV’nin banka hesap numarasına Yonca adına bağışta bulunuyorsunuz. TEGV bana durum bildiriyor. Örneğin: “Yoncacım, Avrasya’da koştuğun 15km sayesinde bize şu kadar kişi bu kadar bağışta bulundu ve hiç imkanı olmayan 3 bin çocuk 3 sene boyunca eğitim alma şansına kavuştu!” diyor.
Bağışçılarıma sertifikalarını dağıtıyor. Ben de dönüp bu köşeden size teşekkür etmeyi ve kendimi geliştirmeyi ihmal etmiyorum.
Bu işi net bir şekilde anlatana ve oturtana kadar yılmadan açıklamaya ve koşmaya devam edeceğim. Bana Hürriyet.com.tr’deki köşemden, Benim Sayfam’dan, facebook’tan, twitter’dan her an ulaşabilirsiniz.
Ben size hayatta hiçbir şeyin imkansız olmadığını, mucizenin kendinizde olduğunu ve bu koca dünyada küçücük ve kısacık ömürlü bir kelebek de olsanız devasa bir etki bırakabileceğinizi göstermek istiyorum. Herkesi; spora, insanlığa, özgürlüğe, manevi tatmine ve huzura davet ediyorum.
Yonca
“ÖzgürADIM”

Renay Onur

Yaşı 37. Evli. Eşi Ayşe Güçlü Onur şu anda hamile. O da yardım amaçlı koşucu aslında.
Renay, iki aya kadar baba olacak; ama bebeğin adı daha belli değil. Murat Vargı Holding’de ış Geliştirme ve ıştirakler Direktörü. Haftada üç kere, yılda 1000km koşuyor.
Her yıl ıstanbul-Ankara git gel mesafesi yani. Bugüne kadar 7 kere yardım amaçlı koştu, topladığı bağış miktarı: 280 bağışçıdan 105 bin TL. Adına yapılan en düşük bağış miktarı 5 TL, en yüksek miktar 6000 TL.
Renay koşarken topladığı bağışlar sayesinde 50 engellinin aramıza karışabilmesi için tekerlekli sandalye alındı. Neden mi koşuyor? Eski bir sutopçu ama yüzecek havuz bulamayınca koşmaya başladı. “Çık dışarı koş, nasıl olsa her yol senin!” diyor.
Neden bağış topluyor? Boş boş koşmamak, koşarak spor yaparken başkalarına da faydalı olabilmek ve farkındalık yaratabilmek için.
Yazının Devamını Oku

Muz mucizesi

23 Ağustos 2010
Siz hiç muz ağacının nasıl büyüdüğüne ve nasıl meyve verdiğine şahit oldunuz mu?

İnanılmaz bir doğa mucizesi resmen... Hayatımda hiç, bir meyvenin soframıza gelirken nasıl uzun bir yoldan geldiğini, ne çok şey yaşadığını, nasıl doğduğunu, büyüdüğünü ve geliştiğini böylesine gözlemlememiştim. Büyülendim.

Bahçemize muz ağacı dikmiştik. Anamur muzu. Ağacın muz vereceğini ve oturup yiyeceğimizi söylediklerinde, gülüp geçmiştim.

Muz bana hep, tropik dünyalarda ağaçta cırt diye biten ve yaramaz maymunlar hepsini yiyip bitirmeden toplanıp ithal edilen, adı da Çikita olan bir meyve gibi gelirdi.

O minik muz ağacı büyüyüp dev bir muz ağacı olup, yanından yeni bir muz, yeni ikinci bir muz, üçüncü bir muz ağacı yavrulayana kadar muz ağacına hiç yakından bakmak da aklıma gelmemişti. Bizim muzlar öyle bir hale geldi ki, resmen taburemi önüne çekip seyretmeye başladım.

Yazının Devamını Oku

Bence biz adam oluruz

20 Ağustos 2010
Ben birçok umutsuz köşe yazarı gibi düşünmüyorum. Nereye baksam herkes umutsuzluktan bahsediyor, herkes her şeyden nefret kusuyor. “Tutunacak dalımız kalmadı...” diye sayıklayan sayıklayana.
“Biz bittik!” diyor herkes. Oysa bence daha yeni başlıyoruz. Çok eskimişiz de, yenileniyoruz gibi.
Bize baktığımda battığımızı, bittiğimizi, asla adam olmayacağımızı düşünmüyorum ben. Bizden gayet adam olur gibi geliyor bana. Çıkmadık candan ümit kesilmez demişler, e kesilmez. Bu can da kolay kolay çıkmıyor nasılsa.
Ha evet benim de bazen moralim bozuluyor, sinirlerim tavan yapıyor, çok kızdığım, eleştirdiğim, katılmadığım, kabul etmediğim, etmeyeceğim, içime sindirmediğim, tepki duyduğum çok şey oluyor; ama umutsuzluğa kapılmak için çok aceleci davrandığımızı, hatta arabeskçe “ah vah” çekmekten zevk aldığımızı, dahası bunun prim yaptığını bildiğimiz için bağımlısı olduğumuzu düşünüyorum.
Ama biz buyuz işte. Böyleyiz. Hop oturup hop kalkan, icabında abartılacak şeyleri abartmayan, alakasız şeyleri de çok abartan insanlarız. Ben bizi böyle seviyorum.
Biz gelişmiş dünya ülkelerinin artık asla haşır neşir olmadığı, olmayacağı, son derece saçma şeylerden biraz daha fazla haz alıyoruz o kadar. O da şimdilik. E o da geçer. Geçecek zamanla. Nesil değişecek, değişiyor da. Biz tedavülden kalkacağız.
Arkamızdan gelen nesil de çok ilginç hem... Ne iktidar ne de muhalefet bunun yeterince farkında bence... Biz de farkında değiliz ki!
Sürekli yeni nesilden şikayet ediyoruz, onları anlamaya veya onların nereye doğru gittiğini görmemeye çalışıyoruz. Bağnazız, bağnaz. Bu da nedense komik geliyor bana.
(Bir sürü insanın hayalleri gerçek olmuyor belki ama bir sürü insanın da oluyor. Hayalleri ile gerçekleri örtüştüremeyenler de, hayallerinin gerçekleşmesi için büyük çaba sarf ediyorlar. Çaba sarf etmek de benim için yolun yarısıdır mesela. Bu da içimde kalan bir cümleydi, sıkıştırdım buraya.)
Yeni nesilden azıcık korkmak lazım; ama sandığınız nedenlerden değil. Yeni nesil bence hiç öyle eleştirdiğimiz gibi vurdumduymaz değil. Tam tersine, onlar neyle ilgileneceklerini bildikleri için daha seçiciler sadece.
Neyi sevip sevmediklerini çok iyi biliyorlar. Hatır için çiğ tavuk yemiyorlar. Genele ayak uydurmak gibi bir dertleri de yok. Savaş filan istemiyor onlar. Öyle pek mal mülk dertleri de yok. Oysa biz başımızı sokacak bir evimiz olsun diye kredi öderken kendi evimizde oturamadan öleceğiz!
Aidiyet kavramları da farklı. Ben bir yere ait olduğum sürece kendimi güvende hissediyorum, onlar ait olmadıkça...
Dobralar. Susmuyorlar. Kendi isimleri ile konuşamazlarsa “kullanıcı adı” ile konuşuyorlar. Her soruna bir çözüm buluyorlar icabında.
Patron karşısında kasılmak, el pençe divan olmak, giyim kuşam, takım elbise, titr, masa başı iş, makam filan hak getire. Artık yeni nesil patronlar malum bir tişört bir terlikle yaşıyor evofisinde.
Ev dedikleri yer de her gün bulundukları ülkeye göre bir otel veya bir kafe bazen de... Butik işler giderek daha fazla tatlı geliyor bize de. Kimse kocaman şirkette kurallar dahilinde çalışmak istemiyor. Bıraksak herkes kendi işini kendi istediği gibi yapacak.
Herkesin dili pabuç kadar diye kızıyoruz biz.
Oysa kızgınlığımız kendi köleliğimize.
Yonca “sobe”
Açıklayıcı dip not: Bu yazım hürriyet.com.tr’de 20 Nisan’da yayınlandığında çok sayıda çok farklı yorum almıştım. Referandum meferandum cinnetine dair olan bitenleri izlerken dedim ki, bir kere de Kelebek köşemde tekrarlayayım.
Yazının Devamını Oku