Paylaş
Bu saksı çiçekleri eve ilk geldiklerinde hep mis gibi olurlar zaten, pırıl pırıl. Hiç ölmeyecek, asla solmayacak, hep o günkü kadar güzel kalacak sanır insan. Ama tabii öyle olmaz.
Koyarsın bir köşeye, ilk önce rengi atar, sonra yaprakları boynunu eğer, çiçekleri dökülür ve ölür gider. Saksı kalır elinizde. İnsan da “Yok ben nasıl olsa çiçek miçek bakamıyorum!” der, o saksıya yeni çiçek filan ekmez.
Evet, bazen böyle şeyler olur. Ama bana pek olmaz. Kimisi dalga geçebilir ama, benim elim iyi gelir çiçeklere. Yani benim baktığım çiçek, ağaç ölmez. Bugüne kadar ölmedi daha doğrusu. Çok şükür.
Çünkü bende garip bir huy var; elimde tuttuğum boş kutudan bitkilere kadar manyakça bir bağlılık oluyor kalbimde. Hatta zamanında etrafı batırıyor diye bir ağaç dibine bırakmak zorunda kaldığımız minik kakao yağı kutusuna bile “Öksüz kaldı!” diye ağlamıştım da geri dönüp almıştık eşimle.
Bu iki çiçeğe de öylesine bağlandım işte. Ama bir gece, deli gibi yağan yağmur çöl gülümü mahvetmiş. Kökleri anında çürümüş, çiçekleri dökülmüş, yaprakları gitmiş.
Bir dakika düşünmeden dört elle sarıldım çiçeğe. Her gün ama her gün saksıyı boşalttık çocuklarla. Güneşte o kökleri ısıttık, kuruttuk. Ellerimizle yeniden yumuşakça yerleştirdik saksısına. Konuştuk, “Koçsun sen, bu çöllerin gülüsün sen, kurtarırsın paçayı!” dedik. Yılmadık.
Tek bir hayat işareti yoktu üzerinde. Ne bir dal, ne bir çiçek, ne tek bir yaprak. Sap gibi, sopa gibiydi resmen.
Devam ettik. Saksıyı boşalttık, toprağı havalandırdık, kökleri güneşlendirdik, okşadık, sarıldık, sevdik.
Bir kızım öptü, bir oğlum. Sürekli anlattık. “Biz yılmadık, bırakmıyoruz seni, sen de yılma!” dedik. Bir ay sürdü bu anlattıklarım. Tam bir ay her gün yaptık bunları, üşenmeden. Sonra mucize oldu. Gövdesinde pıt diye minicik bir yaprak patlayıvermiş gece biz mışıl mışıl uyurken. Derken ikinci pıtladı, üçüncü, dördüncü...
10 gün sonra o çiçek açmaz mı! Çocuklarla dans ettik etrafında. Bal kokan çiçekler oldu 10 tane sonra! Daha önce hiç bu kadar çok çiçek açmamıştı. Biz o çiçeği ölümden kurtardık. Bıraksaydık o gün, bitti deseydik, bitmişti. Çöpe gitmişti. Yapmadık, bırakmadık. Çiçeği yaşatmayı başardık.
Bunu niye anlattım biliyor musunuz? Şu ara ülkemizde yaşadıklarımızı, çiçekle yaşadıklarımıza benzetiyorum. Ülkeme de öyle bakıyorum çünkü ben. Bakarsan çiçek açıyor. Bırakırsan soluyor.
Bir referandum, bir seçim, bir patlama, bir bilmem ne... Hepsi, her şey elinden tutmamak için bahane oluyor bazılarına. Oysa yılmamak gerekiyor. Sonsuzca sarılmak, ilgilenmek, sevmek ve yanında olmak gerekiyor. Üşenmeden, umudu yitirmeden uğrunda çalışmak gerekiyor. Gerisi geliyor.
Bir yerden sürekli dallar yeşeriyor.
Ben asla ümidimi yitirmiyorum, hiçbir şekilde... Yitirmeyin sakın siz de!
Yonca “inatçı keçi”
Emre Tok
4 sene önce Adım Adım ile tanıştığında sadece 10km koşabiliyordu. 4 sene içinde TOFD için 10 bin TL’nin üstünde bağış toplayıp tek başına 4 tane akülü tekerlekli sandalye aldı. 4 insanın hayatına dokundu.
1 yarı maraton (21km), 2 tam maraton (42km) ve 1 uluslararası ultra dağ maratonu bitirdi ki bu iş tam 72km!
İki arkadaşıyla beraber Ultra Trail Mont Blanc yarışına katılan ilk üç Türk’ten biri oldu. “İnsanoğlu gerçekten demirdenmiş!” diyor. Bunu da kendi başardı diye değil, herkesin başarabileceğine inandığı için söylüyor ve “Normalim, çalıştığım bir işim var; ama kendimi de keşfe çalışıyorum” diye ekliyor.
Koşarken ne hissediyorsa, başına ne geliyorsa hepsini olduğu gibi kendi sesiyle ve görüntüleriyle www.geziyorum.net anlatıyor. İnsan okurken, dinlerken oturup ağlıyor ve bu çılgın adam 17 Ekim’de, Avrasya’da yine 42km koşmaya hazırlanıyor.
Paylaş