Bugün 10 Aralık 2012.
Sen gideli tam 18 yıl oldu, bugün.
Of ne çok şeyler oldu bir bilsen.
Ben bu yaz bir kitap yazdım babacım. Tam ben gibi. Cümbüş yani. Eminim sen de bir güler, bir kızar, bir gözlerini doldururdun okurken.
Bizim gücümüz bu, bilmem farkında mısınız?
Hani o duvarlar örülürken içine yumurta kırılan sıvalarında saklı o güç. Teknik olarak detayını tam bilmiyorum ama, eğer bir turla gezerseniz Ayasofya’yı, öğrenirsiniz ki, inşaası sırasında sıvasına yumurta karıştırılmış. Hatta Fetih filminde de vardı o ince detay. Beni inanılmaz etkilemişti bu hikayeyi dinleyerek gezmek. Tüylerimi diken diken etmişti o yumurtanın birleştirici ve yüzyıllar geçtikçe artan muazzam gücü.
Yıllanıp yaşlandıkça güçlenmeye, her türlü “şiddete” dayanmaya başlıyor Ayasofya.
Ne hava koşulları, ne depremler zerre kılını kıpırdatıyor.
Sürekli -ya hasta olursa diye- yanında hep ilaçlarla dolaşmış. Çantasının içindeki kutu kutu ilaçları gören iş arkadaşının biri dehşet içinde, iyi olup olmadığını filan sormuş.
Bizimki “tedbir” amaçlı yanına aldığını söyleyince, adam “ilaç kaçakçı mısın ki, bu kadar ilaç taşıyorsun?” demiş.
E der yani. Ben de böyleydim eskiden. Aman bulunsun, yok çocuk ateşlenir, yok öksürür diye her yerimizden ilaç çıkardı.
Sanki dağ başındayız da nöbetçi eczane yok!
Ben de “kamber” misali kendimi o özel partide buldum işte. İstanbul’da olsa daha çok zorlanırdım “ne giyeceğim, ne edeceğim” filan diye ve kesin bir bahane bulur gitmezdim ama Dubai olunca hiç kasmadım kendimi. Üstelik merak da ettim Arap ortamında ne nasıl oluyor diye.
Dubai’de kuş kondursanız kendinize, Arap kadınları kadar ihtişamlı, şıkırtılı olmanız mümkün değil ve her türlü cins giyinip gelen olabileceği için ben de siyah jean’im, bluzum ve Sanemiko 4 Yapraklı Yoncalı pabuçlarımla pek bir rahattım valla.
Davet, Al Qasr Hotel Magnolia’daydı. Al Qasr Venedikvari bir mekan olduğu için “Abra” yani gondolumsularla gidiliyordu mekana. Topuklularla suya düşmeden Abra’ya binip deli gibi güzel müzik çalan, über şık giyinmiş süslenmiş çok uluslu kalabalığın arasına karıştım.
İlginç bir manzaraydı. Arap kadınlarının her biri başka bir dünya. İnanılmaz güzeli, alımlısı, abartmışı, sadesi, uçanı, kaçanı... Ve aralarında mini minnacık, sade ama şık bir Tory Burch. O kadar minyon bir kadın ki şaştım kaldım gördüğümde. Üzerindeki elbisesi çok güzeldi ama etrafını çevreleyen kadınların hali “defileyi onlar düzenliyor” sanki dedirtti.
Seviyoruz değil mi?
Ama biri bana ne zaman iltifat etse, hemen “Ay yok, o sizin görüşünüz... ık mık vık...” filan falan diyorum. Bi ıvırma, kıvırma, mahcubiyet, utanma, sıkılma...
İltifatı kabul edemiyorum, alamıyorum, bağrıma basamıyorum. Niye ki?
Oysa çok hoşuma gidiyor iltifat duymak. Niye ki bu ikiyüzlülük?
Ben bir gün müthiş dişi iken, ertesi gün orman insanı gibi takılabiliyorum. Bu iki farklı tipe de gayet şak diye geçiş yapabiliyorum.
Ama anladım ki, dünya medeniyeti bizi Pavlov’un köpeği gibi koşullandırmış. Yani illa kadın dediğin “dişi” ve “seksi” ve hep bakımlı olursa pek bir çekici olur ya da yeterince “dişi” olmazsa eş bulamaz gibi. Hatta erkeksiz kalma, koca bulamama, boşanma, ayrılma, aman işte her türlü ayrılık, yalnızlık nedeni olarak da yeterince dişi olamamak gibi bir “yok artık” neden, kanun gibi yazılmış alnımıza.
Fakat böyle bir gerçek var korkarım; çünkü harbi aşırı dişi kadınlar var! Ben resmen korktum yahu.
Geçen akşam İstanbul’da bir bara gittik kocamla. Hani işte yemek yiyeceğiz ve bir şeyler içip gidip yatacağız. Vallahi billahi boğazıma tıkıldı yediklerim de, içtiklerim de. Zaten yemeğin sonunda kocamın da kendimin de saçını başını yolmak istedim! Sinir geldi üstüme. Uzun zamandır etrafı bu kadar bön bön izlediğim bir gecem olmamıştı.
Hani bakımsız değildim, ama sanırım “seksi dişi” de değildim. Ya da etraftaki kadınların “Vay be!” hali bana kendimi “seksi yerine saksı!” gibi hissettirdi ondan. Hatta itiraf edeyim; kendimi “masum bir ayıcık” filan gibi hissettim etrafımdaki “dişi ve çok seksi ve fıldır fıldır erkek kesen” kadınlar arasında.
O kadar acayip bir histi ki içimdeki; ayol ben baş edemem bu ortamla oldum. Pes yani.
Aynı şeyi daha önceki bir gece Bird’de Eda Taşpınar’ı görünce de hissetmiştim. Kadın çok güzel, acayip hoş, müthiş zevkli ve her şeyden öte başka bir havası var, havası!
İnsan burada her gün maraton koşar gibi yaşıyor da kimse bunun adını koymuyor aslında.
Yağmuru özlemişim, serin havayı özlemişim, sokakları özlemişim.
Bin bir kılığa girip yine de ayrık otu gibi uygunsuz kalmayı özlemişim!
Bir bavul içinden zorla türlü şekil kılık yaratmayı özlemişim.
Maratonu IAAF’nin kros ve yol koşularından sorumlu başkanı Sean Wallace, bizzat denetledi. Maraton Fuarı’nda Sean Wallace’a “Altın kategoride bir maraton için neler gerek?” diye sorduğumda saydığı bir sürü kriterden en ilginci neydi biliyor musunuz?
Basında o maratona verilen yer!
Yani bakın, biz sporcular oradayız, elit atletler orada, organizasyonu yapan Spor A.Ş. ve sponsorlar gerçekten canla başla olağanüstü zor bir şehirde müthiş bir iş yapmak için çırpınıyorlar ve bütün bunların üzerine her şeyin iyi gittiği bu şahane ve dünyanın TEK kıtalararası maratonuna basından da destek gerekiyor ki altın kategorisinde kalsın!
Dünyanın en iyi 17 maratonundan biri olmak ne demek bir düşünün lütfen!
Bu maraton bizim çok önemli bir spor markamızdır!
Üstelik çok ciddi de bir spor turizmi demektir. Buyrun, rakamlara bakın:
42 km’ye 71 ülkeden, 15 km’ye 54 ülkeden, 8 km’ye de 52 ülkeden kayıt alınmış bu sene. Katılan toplam ülke sayısı da 88!